25 Kasım 2015 Çarşamba

TÜRK MEDYASI NEREYE GİDİYOR?

Tanıdık bir hikâye: Nazi Medyası

  • Aksiyon, İdris Gürsoy
Tanıdık bir hikâye: Nazi Medyası

Dünyanın en kanlı diktatörlerinden Hitler, seçimlerle iktidara geldikten sonra medyayı nasıl kontrol altına aldı? Hitler rejimini destekleyen gazeteler ayakta kalabilirken diğerlerinin akıbeti ne oldu?
Hemen her gün bir gazeteci hakkında gözaltı veya tutuklama kararı çıkarılıyor. Bir medya patronu, ‘örgütlü kaçakçılık’ suçlaması ile terör savcısına ifade veriyor. Yayın yönetmenlerine, ‘hükümete darbe, terör ve casusluk’ soruşturmaları açılıyor. Gazete binaları basılıyor, muhalif yazarlar tehditler alıyor, saldırıya uğruyor.  Koza İpek Grubu medya organlarına ‘kayyım’ marifeti ile çöküldü, her biri iktidar yanlısı ‘havuz medyası’nın içine atıldı. Samanyolu’nun içinde olduğu 13 kanal uydudan çıkarıldı! Yüzlerce gazeteci işsiz! Artık pek çok gazete neredeyse aynı manşetle çıkıyor.
Nereye gidiyoruz? 1 Kasım seçimlerinden sonra ana muhalefet partisi genel başkanı, basın üzerindeki baskıları kınamış ve ‘Goebbels yöntemi izleniyor’ tespitinde bulunmuştu.  Peki, nedir bu Goebbels yöntemi?  Türkiye, gerçekten ‘Nazi Almanyası’na mı benzetiliyor?
23 Mart 1933’te Adolf Hitler geniş yetkilerle iktidara geldiğinde, Almanya’da özgür bir basın vardı. Ülke genelinde 5 bine yakın günlük ve haftalık gazete yayımlanıyordu. Ulusal Sosyalist (NAZİ) yanlısı basının oranı ise sadece yüzde 4’tü.  Hitler’in ilk uygulamalarından biri basın üzerinde otorite kurmak oldu.  Propaganda ve Halkla İlişkiler Bakanlığı’na getirilen Joseph Goebbels, iktidara destek veren bir basın oluşturmak için sert tedbirler uyguladı. Birçok gazete kapatıldı. Komünist ve Sosyal Demokrat partilerin matbaalarına el kondu ve bunlar Nazi Partisi’ne devredildi.
Manşetler bir merkezden!
Goebbels, basını kısa sürede, tek parti iktidarının propaganda aracı hâline getirdi. Yeni çıkarılan basın kanunu ile gazetecilik “kamu mesleği” sayıldı. Gazeteciler birer “devlet görevlisi”ne dönüştürüldü. Gazetelerin yazı işleri müdürleri her sabah, Bakanlık Gözetim ve Talimat Merkezi’nde Goebbels başkanlığında toplandı. Bu toplantıda hangi haberin yayımlanacağı, haberin nasıl yazılacağı, nasıl başlıklar atılacağı ve başyazının ne üzerinde olacağı bildirilirdi. Daha sonra bizdeki Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’ne benzer bir müdürlük kurularak gazeteciler kontrol edilmek istendi. Alman Basın Odası, basın organlarına ve gazetecilere para cezası kesmeye, gazetecileri basın birliğinden atmaya kadar pek çok yetkiye sahipti.  Atılma cezası almak, gazeteciliği bırakmak anlamına geliyordu.
Alman Basın Odası Başkan-lığı’na Hitler’in Birinci Dünya Savaşı’ndaki başçavuşu Max Amann getirilmişti. Gazete ve dergilerin kapatılması, başçavuş Amann’ın iki dudağı arasındaydı. Nitekim kısa süre sonra basında büyük tasfiyeler yapıldı. Basın, hem sermaye hem de yönetici, yazı işleri ve yazarlar olarak hızla el değiştirdi. Pek çok yayın organı çok düşük fiyatla satın alındı. Hitler’in havuz medyasına giren gazetelerin başına, bilgisi ve birikimi olmayan, partili “tetikçi” gazeteciler getirildi. Nazi Partisi’nin Eher Yayınevi Alman tarihindeki en büyük yayınevi oldu.
1930’lu yılların başında Almanya’da üç büyük yayın kuruluşu vardı: Mosse, Sherl ve Ullstein. Hitler önceliği  Ullstein grubu ve en etkili gazetesi Vossische Zeitung’a verdi. 1704 yılında yayın hayatına başlayan gazete liberal bir yayın çizgisindeydi. Yayın Yönetmeni Georg Bernhard’dı. Hitler, gazetenin genel yayın yönetmenini tasfiye etmesi hâlinde bütün basın üzerine korku salacağını biliyordu. Bazı gazeteciler, haberler bahane gösterilerek, gizli askerî bilgileri ifşa etme yoluyla vatan hainliği suçlamasıyla hüküm giyip toplama kampına atılmışlardı.
Bernhard da meslektaşlarının durumuna düşmekten korkuyordu. Siyasi talimatla benzer davaların kendisine de açılacağını görünce yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Ardından Vossische Zeitung’da büyük bir kıyım yapıldı, yüzlerce gazeteci ve yazarın işine son verildi. Bazı gazeteciler toplama kamplarına gönderilerek öldürüldü.  Vossische Zeitung, baskılara dayanamayarak 1 Nisan 1934’te, 230 yıldır devam eden yayınına son vermek zorunda kaldığını açıkladı.
Hitler, Ullstein ailesini basın dışına attıktan sonra sıra bir diğer basın imparatoruna gelmişti: Mosse ailesi. Bu ailenin dünyaca tanınmış liberal gazetesi Berliner Tageblatt, Nazilerin hedefine girdi. Yine aynı yöntemler kullanıldı. Önce Genel Yayın Yönetmeni Theodor Wolff tasfiye edildi. Yurtdışına kaçmak zorunda kalmasa Wolff, Alman Parlamentosu yangını davasının sanığı olacaktı. 1939’da Berliner Tageblatt da kapandı. Medya patronu Hans Lackman-Mosse, Hitler’in iktidara gelmesi için büyük destek vermişti.
Hitler, kendi nefret söylemini yayın politikası hâline getiren gazeteleri ise korudu. Der Stürmer, en şiddetli Yahudi karşıtı gazetelerden biriydi. Nazi aktivisti Julius Streicher’in yönettiği gazete, yayın hayatını 1923’ten 1945’e kadar 20 yıldan fazla sürdürdü. Yahudi “insan kurban etme” ayinleri, cinsel suçları ve mali yolsuzlukları ile ilgili korkunç yalan haberler yayımladı. Der Stürmer’in acımasız iddia ve iftiraları sonucu sıklıkla hakarete uğrayan Yahudi örgütleri,  Streicher ve gazete aleyhine yüzlerce dava açtı. Ancak bunlar sonuçsuz kaldı. Gazetenin arkasında Hitler’in desteği vardı. Streicher’in yolsuzluktan mahkûm olması ve parti görevlerinden alınmasından sonra bile Hitler, Streicher’i korumaya devam etti.
Kristal Gece’ye karartma
9-10 Kasım 1938’de Yahudileri hedef alan büyük şiddet olayları yaşandı. Kristallnacht (Kristal Gece) adı verilen olaylarda 7 bin 500 Yahudi işyeri yıkıldı, onlarca sinagog yakıldı ve 91 Yahudi öldürüldü. Polis, 30.000 Yahudi erkeği tutukladı ve toplama kamplarına gönderdi. Dünya gazeteleri olayları ve Kristallnacht’ın sonuçlarını bildirmesine rağmen, Propaganda Bakanlığı büyük algı operasyonları ile olayları kararttı;  şiddeti Almanların “anlık öfkesine” bağladı. Ölüm ve yıkımların gerçek boyutları Alman kamuoyundan gizlendi.
Almanya 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ettikten sonra Nazi rejimi halkın dışarıdan bilgi almasını önlemek için sansür tedbirlerine başvurdu.  Alman hükümeti vatandaşlarının yabancı yayınları dinlemesini yasakladı ve bunu ceza gerektiren bir suç ilan etti. Alman mahkemeleri düşman radyo istasyonlarından toplanmış haberleri yayanlara hapis, hatta ölüm cezası verebilecek yetkiye sahipti. Gestapo ve Nazi Partisi’nin muhbirlerinin dikkatli takibine rağmen, milyonlarca Alman bilgi almak için İngiliz Yayın Kuruluşu’nu (BBC) ve diğer yasak radyo istasyonlarını dinliyordu.
Naziler sinema, radyo ve televizyon gibi yeni çıkan teknolojileri propaganda hizmetinde en etkili şekilde kullandılar. 1933’ten sonra Alman radyosu Hitler’in konuşmalarını hoparlörlerle evlere, fabrikalara, hatta şehrin caddelerine yaymaya başladı. Goebbels, radyo satışlarının artmasını sağlamak üzere ucuz “Halk Radyosu” (Volksempfänger) üretimi için büyük maddi destek sağladı. 1935’te bu radyolardan yaklaşık 1,5 milyon adet satıldı. Partinin resmî yayın organı Völkischer Beobachter (Halkın Gözcüsü) ise 1 milyon tirajına ulaştı.
Ancak bütün bu çılgınlık 12 yıl sürdü. 2. Dünya Savaşı’nı kaybeden Almanya büyük yıkım yaşadı. Ülkeyi felakete sürükleyen Adolf Hitler ve yardımcısı Joseph Goebbels, 30 Nisan 1945’te, Berlin’de bir sığınakta intihar ederek hayatlarına son verdiler. Büyük propaganda makinası sustu. Alman basını yeniden özgürlüğüne kavuştu...
►Alman Basın Odası’nın başına Hitler’in başçavuşu Max Amann getirildi (en üstte). İlk iş muhalif basının sesini kesmek oldu (üstten 2. fotoğraf). Böylece Kristal Gece (altta) olduğunda bile gerçekler Alman halkından rahatlıkla saklandı, caniliğin boyutları kamuoyundan
Yalan neden sürekli tekrarlanıyor?
Goebbels, “Gazeteleri, hükümetin kullanabildiği dev bir klavye olarak düşünün.” diyordu.  Goebbels’in propaganda teknikleri uzun yıllar diktatörlük rejimlerinde kullanıldı. Goebbels’in “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.” sözü de iktidar yanlısı gazetelerin yayın politikası oldu. İşte Goebbels’in bazı ilkeleri:
- Söylediğiniz yalan ne kadar büyükse o kadar etkili olur.
- Gerektiğinde yalan söylemekten kaçınmayın ve utanmayın. Nazi İmparatorluğu’nun insanları bu sayede bilinçlenecek, muhaliflerini ve ihanet şebekelerini bu yolla tasfiye edecektir.
- Halka anlattıklarınızın gerçek olması şart değildir. Söylediğiniz yalanlara inananlar mutlaka çok olacaktır. Önemli olan kitleleri inandıracak ve uykuya geçirecek yalanlar söyleyebilmektir.
- Bir yalanı sürekli tekrar edeceksiniz. Bunu yapınca halk o söylemin size ait olduğunu unutur ve kendi fikriymiş gibi inanmaya başlar.

19 Kasım 2015 Perşembe

BASIN ÖNE EĞİLMESİN MARKOPAŞA'NIN HİKAYESİ

Kapatılan Marko Paşa, Malûm Paşa; Malûm Paşa da Öküz Paşa olarak yayın hayatına nasıl devam etti? Tek partinin basını susturma çabalarında gasp da var, baskın da var, troller de var! İnanmayacaksınız ama Barlas da var!
Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma / Ağladığın duyulmasın / Aldırma gönül aldırma!” İnsanı derinden yakalayan bu türkünün mısralarının Sinop Cezaevi’nde yatarken Sebahattin Ali tarafından yazıldığını kaçımız biliyoruz? Ünlü edebiyatçı ve gazeteci, 1932 yılında Konya’da Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiası ile tutuklanır. Hüküm baştan verilmiştir, şahitlerin dinlenmesine bile gerek görülmez. Bir yıla mahkûm edilir. 1933’te afla özgürlüğüne kavuşur. “Dışarda deli dalgalar / Gelir duvarları yalar / Seni bu dertler oyalar / Aldırma gönül aldırma!” şiirini de hücresinde kaleme alır.
O yıllar ‘Tek Parti Dönemi’dir. Millî Şef’in en küçük eleştiriye tahammülü yoktur. Çok partili hayata geçiş sancıları çekilmektedir. Muhalif basın sürekli soruşturmalara uğrar. Sol görüşleri ile bilinen Sebahattin Ali’nin de başı dertten kurtulmaz. 1945’te bir romanından dolayı memuriyetten atılır. İstanbul’a gelerek gazeteciliğe başlar. Tan Gazetesi baskınından sonra işsiz kalır.
1946-47 arasında Marko Paşa gazetesini çıkarır. Tiraj 60 bine ulaşınca hükümet korkar. İsmindeki ‘Paşa’ ile Millî Şef İsmet İnönü’yü alaya aldığı gerekçesiyle kapatılır. Ardından “7/8 Hasan Paşa”yı çıkarırlar, onun da akıbeti farklı olmaz. Sonra Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Öküz Paşa adıyla tekrar tekrar çıkarmaya devam ederler.
Gazeteler defalarca toplatılır ve kapatılmaktan kurtulamaz! Sabahattin Ali’nin gazetelerde çıkan muhalif yazılarından dolayı hakkında davalar açılır ve Ali üç ay hapis yatar. Baskılardan bunalmıştır. Hakkında beş dava daha vardır. Yurtdışına kaçmaya karar verir. İçinde bulunduğu ruh hâlini “Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?” diye anlatacaktır.
1948 yılında Paşakapısı Cezaevi’nden çıktıktan sonra işsiz kalır. Hiçbir yerde çalışmasına izin verilmez. Kayıplara karışır. Aylarca haber alınamaz. Cesedi 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırında bulunur. Kafasına kurşun sıkılarak öldürüldüğü anlaşılır. Katilin istihbaratla ilişkisi olduğu ortaya çıkar, katil afla salıverilir ve cinayet örtülür.
Peki, Marko Paşa hangi baskılarla karşı karşıya kalmış ve kapatılmıştı?
4 Aralık 1945’te tek parti âdeta çıldırmıştır! Muhalif sesler kısılacaktır. Muhalefetin etkili sesi Tan Gazetesi’ne bir grup çapulcu baskın düzenler. Gazetenin matbaası tahrip edilir ve yakılır. Saldırganlara dokunulmazken gazetenin yazarları Zekeriya ve Sabiha Sertel cezaevine atılır. Aynı saldırgan grup Görüş Dergisi’ni de tahrip eder. Yürüyüş, Yurt ve Dünya, Küllük dergileri soruşturmaya uğrar ve kapatılır. Tan Matbaası’nda basılan Sebahattin Ali’nin Yeni Dünya gazetesi yayın hayatına son vermek zorunda kalır.
Sabahattin Ali ve Aziz Nesin, 1946 yılında ortaklaşa haftalık magazin ağırlıklı “Marko Paşa” gazetesini çıkarırlar. Gazete kısa sürede muhalefetin sesi olur. Ancak Marko Paşa’yı ve kadrosunu da büyük baskılar beklemektedir.
Tan Matbaası’nın yıktırılmasından sonra gazeteyi basacak matbaa bulamazlar. Herkesin gözü korkmuştur. Hükümet yanlısı gazetelerden Marko Paşa’ya sürekli saldırılıyordur. Birçok şehirde gazete aleyhine mitingler yaptırılır, miting resimleri gazetelere konur. Aziz Nesin, “Gazeteye her gün iki-üç korkutma mektubu geliyordu. İçlerinde sehpa, tabanca, bıçak resimleri olan bu mektuplarda bizi öldüreceklerinden, asıp biçeceklerinden söz ediyorlardı.” diyor.
Polis, gazete ve yazarların evlerine baskınlar düzenler. Sorgusuz sualsiz emniyete götürülürler. Ardı ardına ‘casusluk, vatan hainliği’ davaları açılır. Milletvekili Cemil Sait Barlas, kürsüden “Marko Paşa’nın kökü dışarıdadır.” der. Gazeteye hırsız girer, yazı işleri içeriden ele geçirilir. Gazete sahiplerine küfürler, hakaretler ettirilir. İktidara yanaştırılan gazetenin tirajı bine düşer! Gazete kapatılır…
Aziz Nesin, “Marko Paşa meselesi” yazısında baskıları özetle şöyle anlatır:
BARLAS’TAN KÜRSÜDE İFTİRA
Marko Paşa aleyhine ilk dava Falih Rıfkı tarafından açıldı. Davayı kaybettik. Marko Paşa karşıtı yayın ve gösteriler durmaksızın sürüyordu. İki kez gazetenin adı Büyük Millet Meclisi’nde geçti. Bunlardan birinde, Cemil Sait Barlas, kürsüden “Marko Paşa’nın kökü dışarıdadır!” dedi. Bu sözler bizi son derecede sinirlendirdi. Dokunulmazlığının arkasına gizlenen ve Meclis kürsüsünden söylediği sözlerden sorumlu olmayan Cemil Sait Barlas’ı mahkemeye de veremiyorduk. O zaman Sabahattin Ali, “Cemil Sait Barlas’ın bütün arkadaşları bakan oldu, o olamadı. Bütün bunları bakan olmak için yapıyor.” demişti. Sonradan gerçekten Barlas da bakan oldu. Barlas’a karşı duyulan acı duyguyla, Topunuzun Köküne Kibrit Suyu başlıklı yazı yazıldı. Gerçekten bu yazıda yalnız Barlas’ı ve onun gibi sakat düşünenleri kastetmiştik. Ama bu yazıdan dolayı açılan davada, yazı, milletvekillerinin ‘heyet-i umumiyesine şamil’ görülerek, Sabahattin Ali üç aya mahkûm edildi.
KÜFÜRLER, İFTİRALAR VE TEHDİTLER
İstanbul, Ankara ve taşra gazete ve dergileri aleyhimize doludizgin hakaretle doluydu. Önce bunlara aldırış etmedik. Fakat işi o kadar azıttılar ki, yaptıkları eleştiri, hiciv değildi. Düpedüz küfür ve iftiraydı. Hele taşra gazete ve dergilerinden bir kısmı, utanmadan yabancı ajanı olduğumuzu, yabancılardan para aldığımızı, yabancı emellerine hizmet ettiğimizi söylüyor, hamalları utandıracak şekilde küfür ediyorlardı. Genellikle bunlara yanıt veremiyorduk, mahkemeye de veremeyecektik. Fakat aleyhimize açılan davalara bir yanıt olarak bunlardan bir bölümünü mahkemeye vermek üzere, Basın Savcılığı’na başvurduk. Açtığımız davaları reddetti. Bu yazılarda hakaret görmedi.
SEN MİSİN VATANI SATACAK OLAN!
İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir, odasına girer girmez, ‘Sen misin Aziz Nesin?’ diye sordu. Açık bulunan ceketimin önünü ilikleyerek Ahmet Demir’e yaklaştım ve “Evet, benim!” dedim. Söz ağzımdan çıkar çıkmaz yüzümde müthiş bir şamar şakladı. Ne olduğumu, neye uğradığımı şaşırdım. Bu tokadın arkasından Ahmet Demir, “Ulan it, sen misin o, vatanı satacak olan!” diye bağırdı. Ne oluyorduk, ne satıyorduk, kime satıyorduk? Ondan sonra sille, tokat, tekme girişti... Kolu mu yoruldu, sakinleşti mi bilmiyorum, yaşamımda duymadığım küfürleri de savurduktan sonra, ‘Götürün!’ diye bağırdı. Tam on yedi gün, bu ve daha ağır koşullar altında kaldım. Altı gün ne ekmek ne su verdiler. Bugün bile niçin tuttukladıklarını bilmiyorum, sanırım onlar da bilmiyor... O tarihten sonra iflah olmadım. Sürekli takip, baskı, şiddet, mahkeme, hapis, sürgün... Bu anlattığım ünlü 16 Aralık tevkifatıdır ki, 200 kişi kadardık. Oradan saç sakal birbirine karışmış çıktım. Herkes bana bakıyordu. Hemen bir arabaya atlayıp yönetimevine geldim. Bütün arkadaşlar oradaydı, kucaklaştım. O anda bütün acılar unutuluverdi. Hemen gazeteyi çıkarmalıydık. Arkadaşlara yapılacak işleri anlattım. Yanıma para aldım. Aynı arabayla eve gittim. Evde ancak bir saat kadar oturdum oturmadım, yönetimevine dönüp yazıları yazmaya başladım.
FOTOKOPİ İLE GAZETE ÇOĞALTTIK
Bir sıra geldi ki artık basacak matbaa da bulamadık. Bir yerde ne yapacağım diye düşünürken, eski bir gazeteci olan bir kişi, “Şapiroğraf makinesi alın, onda basıp dağıtın” dedi. Hemen bir çoğaltma makinesi aldık. Bu yolla ancak 20 bin gazete çıkardık. Başka şekilde başa çıkamayacaklarını anlayanlar, bu kez gazete satan çocukları toplayıp karakollara, müdürlüklere götürmeye başladılar. Ankara’da gazetemizi satan çocukları Emniyet Müdürlüğü’ne götürüp esnaf belgesi sordular, sanki bütün bu çocukların şimdiye kadar esnaf belgesi varmış, şimdiye kadar sorulmuşmuş gibi. Ayakları çıplak, küçük gazeteci çocukların bazı yerlerde parmak izleri bile alındı. Taşra dağıtımcıları karakollara götürülüp bazen bir-iki gün nedensiz yere alıkonuldu. Taşrada bize karşı gösteriler düzenlettiler. Adana ilinde işçilere, gazetemizi alıp yırtmaları için Halk Partisi’nce para dağıtıldı.
KENDİ GAZETEM, KENDİ ALEYHİMDE
Son zamanlarda çıkmakta olan Malûm Paşa gazetesini dışarıdan getirtebiliyordum. Bir sabah gazete geldi, bir de baktım ki Malûm Paşa, yani benim gazetem baştan aşağı bana ve Sabahattin Ali’ye küfürlerle dolu! Gözlerime inanamadım, bir daha okudum. İşin şaka, gülmece yanı yok, düpedüz ‘Namussuzlar, vatan hainleri’ diye küfür ediyordu. Üstelik bu küfürlerden başka yazılar da yine benim yazılarımdı. Ne olduğumu anlayamadım. Ondan sonra çıkan sayıda her şey anlaşılıyordu. Biz Marko Paşacılar vatan haini, yabancı ajanıymışız. Hâlâ bu gazete benim yazılarımla çıkıyordu. O günlerde, eli kolu bağlı, hapishanede neler çektiğimi anlatamam. Benim yazılarım bir süre sonra elbet bitecekti. O zaman nasıl olsa gazetenin satışı düşecekti. Gerçekten böyle de oldu, yetmiş bin satan Marko Paşa’nın satışı Orhan Erkip’in elinde bine kadar düşmüş ve gazete kapanmak zorunda kalmıştı.
GAZETEYİ ÇALIYORLAR
Malûm Paşa’nın dördüncü sayısı piyasaya çıkmış. Beşinci sayısını hazırlamışlar. Akşam yönetimevinden arkadaşlar ayrılmışlar. Ertesi sabah yönetimevi olarak kullanılan apartmana geldikleri zaman kapıyı açık bulmuşlar. İçeri girince, masaların gözleri kırıkmış. Evraka bakmışlar, hiçbiri yok. Dağıtımcı defterleri, abone ve hesap defterleri, benim tomarla yazım ve birtakım eşya çalınmış! (AKSİYON DERGİSİ, İDRİS GÜRSOY, 16 KASIM 2015)

16 Kasım 2015 Pazartesi

SANSÜRE KARŞI YAKIN TARİH DOSYALARI

Merhaba,


2010’da açtığımız bu site Kasım, 2015 tarihi itibari ile ‘Yakın Tarih Dosyaları’ adı ile yoluna devam edecek.



Neden Yakın Tarih Dosyaları?

 

Türkiye çok sıkıntılı bir süreçten geçiyor.  Tek parti döneminde olduğu gibi baskılar var. Anayasa ve hukuk askıya alınmış.  Koza İpek grubuna kayyım atayıp resmen çöktüler. Grubun gazete ve televizyonlarına el koydular. Samanyolu yayın grubunu Türksat’tan çıkardılar.  


Tarih tekerrürden ibarettir. Tek parti döneminde de, gazeteler ve dergiler kapatılıyordu. Aziz Nesin ve Sebahattin Ali’nin çıkardığı Marko Paşa kapatılınca, Malum Paşa, o da kapatılınca Öküz Paşa olarak yoluna devam etti. Pek çok kimse bu olayları bilmiyor, kişileri de yetirince tanımıyor.


Filmlerde kullanılan bir teknik vardır. Olayın bir yerinde bir anda geriye gidilir. Buna geriye dönüş (Flashback) deniyor.  Pek çok yazar ve düşünür bu yöntemi kullanmıştır eserlerinde. Ben de aynı yöntemle bugünkü önemli gelişmeleri ele alırken geriye dönüş yapacağım. Ama sadece bununla da yetinmeyeceğim. Tarihteki olayın sonucunu da vereceğim. Bugün kötü gibi gördüğümüz hadiselerin nereye gideceği ile ilgili okurların fikir sahibi olmasına çalışacağım. 


Mesela Aziz Nesin hapislere atıldı, Sebahattin Ali 41 yaşında Bulgaristan sınırında öldürüldü. Ancak iki yazar da eserleri ile yaşıyor. Ne isimleri silinebildi ne de fikirleri yasaklarla susturabildi.  Onlara zulüm edenler ise unutuldu gitti. İsimlerini kimse bilmiyor, bilenler de lanetle anıyor. Bugünkü sansürcülerin akıbeti de farklı olmayacak.


Çağımızın ileşitim teknolojisi; yasak ve sansürle fikir, düşünce ve ifade hürriyetinin önüne geçilemeyeceğini gösteriyor. Bir kapı kapansa bin kapı açılır. Bu site kapatmalara ve sansürlere karşı, açılan o binlerce başka kapıdan biri olur umudunu taşıyorum. 

 

Bu çerçevede ‘Yakın Tarih Dosyaları’ başlığı adı altında daha fazla insana ulaşabilmeyi umuyorum.  

Yeniliklerimiz olacak. Ayrım yapmadan toplumun her kesiminin acılarına ayna tutmaya çalışacağım. 

Önerilerinize, eleştirilerinize açığım…

Sevgilerle…


İDRİS GÜRSOY
16 Kasım 2015, Ankara
 

İletişim için:

https://twitter.com/idrisgursoy

https://twitter.com/YDosyalar

yakintarihdosyalari@yahoo.com.tr

idrisgur@gmail.com

 

 

 

 

 






12 Kasım 2015 Perşembe

Bir Ecevit geçmişti

  • İdris Gürsoy
Bir Ecevit geçmişti
Türk siyasetinde bir Bülent Ecevit vardı. Nezaket ve tevazu sahibi, farklı görüşlere saygılı, şair ruhlu, entelektüel... Güç karşısında boyun eğmeyen, siyaseti zenginleşme aracı olarak görmeyen...
Aktif siyasette en uzun süre kalmış liderlerden biriydi. 1957’de girdiği siyaseti ara dönemler ve siyasi yasaklar hariç ölümüne kadar sürdürdü. Türkiye’nin dönüm noktaları ve değişim süreçlerinde hep adı vardı. Onu diğer liderlerden ayıran yönü, aynı zamanda bir düşünür, entelektüel ve şair olmasıydı. Değişime açık ve karizmatik bir liderdi. Kendi deyimiyle, ‘doğruluk tutarlılığı’ hayat felsefesiydi.
Eski başbakanlardan Bülent Ecevit’i 5 Kasım 2006’da kaybettik. Nezaket sahibi, farklı görüşlere saygılı ve mütevazı bir devlet adamıydı. Güç karşısında boyun eğmedi. Siyaseti zenginleşme aracı olarak görmedi.
1957-1972 arasında genç bir siyaset adamı olarak, İsmet İnönü’nün yanı başında yer aldı. Demokrat Parti’ye ve daha sonra Adalet Partisi’ne karşı verilen siyasi mücadelede ve kavgalarda hep ön saflardaydı. Gençlik hareketlerinin içinde bulundu. CHP’ye girdikten sonra genel sekreterlik gibi önemli bir görev üstlendi. İnönü’den sonra ikinci adamdı. 36 yaşında Çalışma Bakanı oldu. ‘Ortanın solu’ fikri ile devletçi CHP’yi Batılı anlamda bir sol parti yapma düşüncesindeydi. ‘Bu düzen değişmeli’ kitabı elden ele dolaşıyordu.
Liderliğe yükselişi, 12 Mart 1971 askerî muhtırasına karşı aldığı tutumla oldu. 12 Mart hükümetine bakan verilmesi konusunda İsmet İnönü ile ters düştü. Askerî yönetime karşıydı. Nihat Erim ara rejim hükümetine bakan veren İnönü’ye  Ecevit hemen tepki gösterdi, CHP genel sekreterlik görevinden istifa etti. 1972’de CHP genel başkanlığına aday oldu ve 34 yıllık İsmet İnönü dönemini bitirdi. Yenilikçi fikirlerle halkın desteğini almayı başardı. Çok partili hayata geçildikten sonra CHP, ilk defa Bülent Ecevit’in genel başkanlığında seçim zaferlerine imza attı. 1974 ve 1977 genel seçimlerinde CHP’yi birinci parti yaptı. Ancak tek başına iktidar olacak sandalye sayısına ulaşamadı. MSP ile koalisyon kurarak bir tabuyu yıktı. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nı yapan koalisyon hükümetinin başbakanıydı. Artık ismi dağa taşa ‘Karaoğlan’ diye yazılıyordu; ‘Kıbrıs fatihi, halkçı Ecevit’ti o. 1977 yerel seçimlerinde il genel meclisi oylarının yüzde 41,7’sini aldı. Belediye başkanlıkları seçiminde de oy oranı yüzde 48’di.
1974-80 yılları arasında Süleyman Demirel ile birlikte ülke yönetiminde söz sahibiydi. Artan şiddet ve terör olaylarının arkasındaki gerçeği biliyordu. Suikast girişimleri korkutamadı. ‘Kontrgerilladan hesap sormak bizim için bir borçtur’ diyerek ilk kez kontrgerilladan bahseden lider oldu. Ancak bu amacına ulaşamadı. 12 Eylül 1980’deki askerî müdahale ile siyasi yasaklı hâle gelen Ecevit, köşesine çekilmedi; Arayış dergisi ile demokrasiyi açıktan savunmaya devam etti.
CHP’den istifa edip siyasi mücadelesini yazılarla sürdüren Ecevit’i ne ardı ardına açılan davalar ne de hapis hayatı yolundan döndürebildi. Hiç susmadı. Siyasi yasakları ihlal ettiği gerekçesi ile hakkında 100’ün üzerinde dava açıldı. Devletin hariçteki nüfuzunu kıracak şekilde asılsız neşriyatta bulunmaktan TCK’nın 140. maddesi çerçevesinde yargılanıyordu! 3 Aralık 1981’de cezaevine girmeden önce BBC’ye verdiği röportajda; ”Dışarıda bir mahpus gibi yaşamaktansa, özgür bir insan olarak bir süre hapiste kalmayı tercih ederim.” diyordu.

Hapishanede ekonomik sıkıntılar içindeydi. Çevresi boşalmıştı. Kimse ziyaret etmeye cesaret edemiyordu. Rahşan Hanım, evinde para edecek ne var ne yok satmıştı. Ecevit’in mektuplarına cevap verecek maddi imkânlardan yoksun olduğunu bilen CHP İstanbul Gençlik Kolları’na mensup bir grup genç, Ecevit’e gönderdikleri mektupların içine 5’er lira koymaya başlamıştı. Hapishane yönetimi Ecevit’e gönderilen her mektubu açıyordu. Bu yüzden yönetim tarafından uyarılmıştı. Ecevit bir yolunu bulup genç sevenlerine mektuplarının içine para koymamaları tavsiyesinde bulundu. Onlar da artık mektupların içine para koymak yerine posta pulları koymaya başladı.
1987’de siyasi yasakların kalkmasının ardından yeni bir parti, yeni kadrolar ve yeni fikirlerle yoluna devam etti. 1980 öncesi CHP’de yapamadıklarını âdeta DSP ile denemiş, özellikle ‘dine saygılı laiklik’ söylemi ile dindar, muhafazakâr kitlelerin de ilgisini çekmeyi başarmıştı. Okuyan, yazan, felsefe ve tarihe meraklı bir siyaset adamıydı. Ezberleri bozuyordu. Ona göre; Osmanlı’nın son sultanı Vahdettin’e ‘vatan haini’ denmesi doğru değildi. ‘İstese Padişah, yurtdışına hazineyi çıkarırdı ama o kendisine yetecek küçük bir miktar alarak ülkeyi terk etmişti.’ Bu düşünceleri devrim niteliğindeydi.
Demokrasiye balans ayarı diye tarihe geçen 28 Şubat sürecinden sonra, 1999’da yapılan seçimlerden DSP birinci parti çıktı; MHP ve ANAP ile kurulan koalisyon hükümetinin başbakanı Ecevit oldu. Askerin siyaset üzerindeki gölgesi sürüyordu. Başörtülü vekil Merve Kavakçı’nın Genel Kurulu’ndan atılmasındaki tavrı ile siyasi hayatının en büyük eleştirilerine muhatap oldu. Fethullah Gülen ve Hizmet Hareketi 28 Şubat sürecinde de bugünkü gibi saldırılara maruz kalmıştı. Sosyal demokrat Başbakan Ecevit bunlara hiç itibar etmedi. MGK’de sunulan brifing sonrasında, “Siz öyle düşünüyorsunuz. Ben eskisi gibi düşünmeye devam ediyorum.” diyerek 28 Şubatçılara karşı dik durdu. Türk cumhuriyetlerinde açılan okullara hep sahip çıktı ve onlardan ‘Okullarımız’ diye bahsetti. Ecevit’e göre Gülen, ‘Çağdaş ve kuşku uyandırıcı tavırlardan uzak birisi’ydi. Hizmet Hareketi’ne saldırılar sürerken, 29 Şubat 2000’de Arnavutluk gezisi sırasında şöyle konuştu: “Bazı çevrelerce eleştirilmeyi göze alarak çalışmalarınızı tebrik ederim. Yurtdışındaki bu tür okulların gelişmesinden kıvanç duyuyorum. Bunu her vesileyle dile getirmeyi borç biliyorum. Osmanlı Devleti’nin çok geniş alanlara yayıldığı zamanlarda bile, Türk dili ve kültürü bu kadar geniş bir alana yayılmamıştı.”
Siyaseti zenginleşme aracı olarak görmeyen Ecevit’in adı hiçbir zaman yolsuzluklarla anılmadı. Başbakanlık ve bakanlık dönemlerinde mal varlığında artış olmadı. Dürüst bir devlet adamıydı. Eşi Rahşan Ecevit de lüks ve israfı sevmiyordu. Rahşan Hanım, kayınvalidesinin hediye ettiği yüzükleri bile takmadı. Ecevit çiftinin hep mütevazı bir hayatı oldu. Evine gelen misafirlerine Rahşan Hanım, kendi elleri ile çay yapıp ikram etti. Ecevit devlet kadrolarında liyakate önem veriyordu. Farklı görüşlerden insanlarla çalıştı. Oran Sitesi’ndeki mütevazı evinde siyaseti noktaladı. Ecevit’in vefat yıldönümündeki sessizlik biraz da bu yüzden değil mi?
Kurtulursak toplumla bir kurtuluruz
24 Eylül 1982’de Bülent Ecevit, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden eşi Rahşan Ecevit’e yazdığı mektupta siyasetten ne beklediklerini, ne yapmak istediklerini ve neden engellendiklerini şöyle anlatıyordu:
“Sırf kendimizi kurtarmamız olanaklı olsa yapalım! ‘Yaşımız, sıhhatimiz ve bunca çektiklerimiz daha başkasına elvermez’ diyelim. Ama diyemiyoruz. İstesek de, içimize sindirebilsek de diyemiyoruz. Üstelik yine karakterlerimiz gereği, hem içimize sindiremiyoruz bunu, hem de yalnızca kendimizi kurtarmak elimizde değil. Toplumla birlikte sürükleniyoruz tünele. Kurtulursak toplumla birlikte kurtulabileceğiz ancak. Bunu da biliyoruz. (…) Bu görevi bir Jeanne d’Arc gibi yapıp ateşte yakılmak var, bir de ipin ucunu kaçırmamak, kendi benliğini kimyasal bileşimde erittirmemek koşuluyla Sezuan’ın ‘İyi insan’ı yapmak var. Biz usandıkça, bezdikçe, tiksindikçe, Jeanne d’Arc’lığa doğru kayıyoruz. Ateşten uzak duralım derken, kendimizi yakmaya başladık. Kendini yaktıranın da takdirkârları ancak seyrine bakarlar. Bir yararı da yok sanırım. Ne kendimize ne başkalarına. (…)”

ANKARA'NIN GÜNDEMİNDEKİ BEŞ BAŞLIK


 İDRİS GÜRSOY, AKSİYON, 11 KASIM 2015

Ahmet Davutoğlu ve ekibini bekleyen ciddi problemler var. Türkiye’de daha fazla siyasi gerilim üretmek yerine toplumsal sorunları çözmek için enerji harcamak zorundalar.
AK Parti; demokrasi, hukuk, insan hakları, basın ve ifade özgürlüğü gibi temel konulardaki politikaları sebebi ile uzun süredir eleştirilerin odağında. Genel Başkan Ahmet Davutoğlu, bu kaygıları gidermek için, seçimden hemen sonra yaptığı balkon konuşmasında “Demokrasiden, adaletten, şefkatten, hukuktan bir adım geriye gidilmeyecektir.” dedi.
Ancak saatler sonra vaatler ile icraatlar arasında farklar olduğu açıkça ortaya çıktı. Kapağından dolayı Nokta dergisi toplatıldı, yazı işleri müdürü ve genel yayın yönetmeni tutuklandı. Hâkim kararı olmadan İzmir’de bazı emniyet mensupları gözaltına alındı. Koza İpek Holding’e yasa dışı bir şekilde kayyum atanarak el koyulması, ağırlıklı olarak dış ticaret yapan işadamlarından müteşekkil TUSKON’a polis baskını iç ve dış sermaye gruplarında kaygıları artırdı.
Ahmet Davutoğlu ve kuracağı hükümeti bekleyen ciddi yapısal problemler var. Önümüzdeki günlerde daha çok tartışılacak bu konulara bir göz atmakta fayda var:
Sivil Anayasa: Davutoğlu, toplumsal ve siyasi uzlaşma ile yeni, sivil bir anayasayı gündemine alacak. Ancak tek başına anayasayı değiştirecek 367 sandalye sayısına ulaşamadığı için muhalefetin desteğini arayacak. Muhalefet partileri parlamenter rejimin güçlendirilmesini istiyor. Bütün yetkileri bir kişinin elinde toplayan “Türk tipi başkanlık” dayatması yeniden masaya getirilirse fırsat yine kaçabilir.
Bağımsız Yargı: Yargı hükümetin güdümünde. Olağanüstü yetkiler verilen Sulh ceza hâkimlikleri iktidarın elinde bir sopaya dönüştü. Açılan davalar, gözaltı ve tutuklama kararları siyasi iktidarın talepleriyle uyumlu. Hâkim ve savcıların dokunulmazlığını sağlaması gereken HSYK, iktidara bağlandı.
Özgür Basın: Basın üzerindeki baskı inanılmaz boyutlara ulaştı. Gazeteciler tehdit altında. Hükümeti eleştirenler, haklarında soruşturmalar açılarak tutuklanıyor. Muhalif ve özgür basın üzerindeki baskılar bu şekilde sürerse, farklı ses kalmayacak. Otoriter rejimlerde görülen bir medya düzeni hâkim olacak. Avrupa standartlarında bir demokrasi için basın özgürlüğü teminat altına alınmalı.
Güvenlik ve terör: Çözüm süreci adı altında yürütülen görüşmeler, buzdolabına kaldırıldı. TSK’nın örgüte karşı operasyonları sürüyor. Çatışmasızlık sürecini değerlendiren örgüt, dağdan indi, şehir merkezlerini silah deposu hâline getirdi. Güneydoğu’da özerk bölgeler ilan ederek kantonlar oluşturma çabasına girişti. Halkla PKK’nın ayırt edilerek mücadelenin kararlılıkla yürütülmesi; kapalı kapılar ardında pazarlıklarla değil, Meclis’te bütün partilerin iştiraki ile çözüm süreci için adımlar atılması gerekiyor. Ayrıca IŞİD’e karşı kararlı bir mücadele başlatılması şart. Ankara’nın göbeğinde patlayan canlı bombalar, güvenlik zaaflarını gündeme getirmişti.
Dış politika: Türkiye, bugün dostları tarafından bile dışlanan, sözü dinlenmeyen, ne yapacağı öngörülemeyen, çevresiyle kavgalı bir ülkeye dönüştü. Bozulan siyasi ilişkiler nedeniyle; ticaret, turizm, taşımacılık gibi birçok alanda ülkemiz zarara uğruyor. 2 milyon Suriyeli mülteci sorunu çözüm bekliyor. Gerçekçi olmayan hedefler, Türkiye’yi yalnızlaştırdı. Ankara’nın uluslararası hukuk ve teamüllere saygılı dış politika anlayışına dönmesi gerekiyor.

6 Ağustos 2015 Perşembe

BEDİÜZZAMAN HAKKINDA EN ÇOK KUMPAS DAVASI AÇILAN ALİMLERDEN BİRİYDİ


Zulmün dönme dolabı



Zulmün dönme dolabı
 
İDRİS GÜRSOY, 23 MART 2015, AKSİYON 
 
Masum insanlara karşı dolap çevirme anlayışı yeni değil. Sadece aktörleri değişti. Bediüzzaman Said Nursi, hakkında en çok kumpas dava açılan Âlimlerden biriydi. son dava vefatından 2 yıl önce açılmak istendi. Nazilli bahane edilerek talebeleri gözaltına alınmıştı.
Twitter fenomeni Fuat Avni, 7 Haziran seçimleri öncesi Hizmet Hareketi’ne yönelik yeni bir planı deşifre etti: Hizmet Hareketi, ev ve müesseslerine silah ve mühimmat konularak silahlı örgüt kapsamına sokulacak. Ardından da 7 Haziran seçimleri öncesi silahlı terör örgütü ilan edilecek.
Masum insanlara kumpas kurma anlayışı yeni değil. Sadece aktörler değişti. Bugün cemaat evlerine silah ve mühimmat koymayı planlayanlar dün o evlere, Nur talebelerini tahrik için İslam’a hakaretle dolu gazeteleri postalıyorlardı. 23 Mart 1960’ta hayata gözlerini yuman Bediüzzaman Said Nursi, dünyada hakkında en çok kumpas kurulan ve dava açılan âlimlerden biriydi. 700 davanın 200’ü DP dönemindeydi. Tek parti dönemindeki bütün davalardan beraat etmişti.
Ölümünden önceki son dava 1958 Ankara davasıydı. Nazilli’de Nur talebelerine bir kumpas kurulmuş, onun üzerinden İstanbul, Ankara ve Isparta’da 10 Nur talebesi gözaltına alınmıştı. Asıl hedef Bediüzzaman’dı.
Ege bölgesinde mahalli bazı gazetelerde İslam aleyhine hakaretlerle dolu tahrik edici yazılar yayımlandı. Bunlar Risale-i Nur satan bazı dükkânlara gönderilerek Nur talebeleri galeyana getirilmek istendi. Nazilli’nin Güneyköy ilçesinde iki Nur talebesine ‘din propagandası’ yapıyorlar diye saldırıldı. Bir masum vatandaşa tuzak kurularak ifadesi çarpıtıldı. Adliyeye suç duyurusunda bulunularak gözaltına aldırıldı. Mahalli gazetelerde çıkan Nur talebeleri ile ilgili yalan haberler daha sonra Ankara ve İstanbul’daki bazı gazetelerde yayımlandı. Bediüzzaman için, “Yeniden tarikat kuruyor” deniliyordu.
Said Nursi, talebeleri Zübeyir Gündüzalp ve Ceylan Çalışkan’a bütün bu iddialara cevap olacak bir yazı yazdırarak Ankara’da dağıtılmasını istedi. 5 bin adet basılan açıklamada, Bediüzzaman’ın Nazilli’ye hiç gitmediği belirtiliyordu. Üstad’ın talebeleri ayrıca Başbakan Adnan Menderes’e de bir mektup yazarak DP iktidarını ‘tuzağa düşmemesi’ konusunda uyardılar. Ancak kumpas etkili olmuş, gazetelerde çıkan haberler üzerine adliye ve idare harekete geçirilmişti bile. Ankara’da dağıtılan bildiride ismi bulunan Tahiri Mutlu, Zübeyr Gündüzalp, Bayram Ceylan, Mustafa Çalışkan, Mustafa Sungur tevkif edilip Ankara Cezaevi’ne gönderildi. ‘Ankara Davası’ beraatle sonuçlandı. 65 gün cezaevinde kalan Nur talebeleri tahliye edildi.
Said Nursi ve talebeleri, ‘şeytani ve zalimane’ dedikleri saldırılara hukuk çerçevesinde cevap verdiler. Başbakan Adnan Menderes’e ve kamuoyuna Nazilli’de nasıl kumpas kurulduğunu anlatmaya çalıştılar. 1958 yılı Mayıs ayında Nazilli Nur talebelerinden Ahmet Feyzi Kul, Mehmet Yavuz ve Yusuf Özdin imzası ile Başbakan Adnan Menderes’e yazılan mektupta; “İslam’a ve Nur talebelerine hakaretlerin olduğu bir yayınla bazı kişiler kışkırtılmak istenmiş, yalan yanlış bilgilerle tanzim edilen bir şikâyet dilekçesi ile idare ve adliye harekete geçirilmiştir.” deniyordu. Mektupta, Akis, Ege Ekspres, Vatan ve Dünya gibi gazetelerin isimleri verilerek; “Son günlerde gazetelerin memleketi velveleye verecek tarzda yaptıkları yaygaralı neşriyatta haber verdikleri Nazilli hadisesi bir tertip ve komplodur.” ifadesi de dikkat çekiyordu.
Nur talebeleri Menderes’e yazdıkları mektupta ise Nazilli’de kurulan ‘kumpas’ı aşama aşama deşifre ediyorlardı. Devletle vatandaşın arasının açılmak istendiğine dikkat çekiyor ve Menderes’i uyarıyorlardı:
“Muhterem Başvekil, bu hareketlerden takip edilen maksat malum. Nurcu denilen ve memleketine ve bugünkü samimi ve vatanperver idareye ciddiyetle bağlı bulunan bu temiz insanlarla devlet iradesinin arasını açmak ve bu suretle DP idaresi saflarından bu vatandaşları ayırarak DP’yi zayıflatmak hem de düşmanları olan bu temiz niyetli insanları çalışmaz hâle getirmek suretiyle gelişmekte olan iman cephesinin kuvvetlenmesine mâni olmak, malum ve mahut gazetelerin hadiseyi ne kadar şişirdikleri ve müdafaasız olan zavallı Müslüman halkı ne kadar ağır ittiham ve hakaretlerin tazyikine maruz bıraktıkları ve hükümeti harekete getirmek için ne kadar gayret sarf ettikleri hadisenin ne derece mürettep olduğunu gösterir.

Muhterem Başvekil, biz sizi bu masum ve bu aziz memleketin hayrına ve hizmetine nefsini vakfeden bir kahraman biliyoruz. Hasımlarınız ne derse desin sizi Cenab-ı Hakk’ın bu millete ihsan ettiği, bu mazlum millete acıdığı için bahşettiği bir İlahi atıfet olarak kabul ediyoruz. Şimdiye kadar bu milletin lisanını ve davasını ve bu milletin istikbalinin ifade ettiği mana ve istikameti sizin kadar hazakat ve kiyaseyle kimse anlamadı. Bu memleketi ve bu aziz milleti hakiki manası ile seven bir halisiyeti mücesseme olduğunuz ve hakiki bir vatanperverlik timsali bulunduğunuz hakkında kanaatimize samimiyiz. Bizi zalimlerin suikastları ile baş başa bırakmayacağınıza eminiz.
Derin saygılarımızla.” 7.4.1958 Nazilli Nur talebelerinden. Ahmet Feyzi Kul, Mehmet Yavuz, Yusuf Özdin.
Bediüzzaman Said Nursi, hayatını sürgünler ve hapishanelerde geçirdi. Üstad, çok sıkıntılı şartlar altında Risâle-i Nurları yazdı. Eskişehir, Denizli ve Afyon mahkemelerinde yargılandı ve beraat etti. İftiralar atıldı. Talebeleri tutuklandı. Bediüzzaman, bütün bu saldırılara boyun eğmedi.
1929-30’larda Barla’da Hz. Üstad’ın kendi tamir ettiği mescidine yapılan saldırıdan sonra şöyle demişti:
“Ölümüm sizin başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumun yüzer sümbüller vermesi gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakikati haykıracaktır. Ey din ve ahiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlahi’den ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var. Ben bütün tahdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu ayeti okuyorum: (Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara ‘Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun’ dedikleri zaman onların imanı ziyadeleşti ve ‘Allah bize yeter; O ne güzel vekildir’ dediler.) (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)”

MEHMET BARANSU'NUN HİKAYESİ HENÜZ BİTMEDİ

Baransu, Samet Kuşçu'ya benzer mi?


Baransu, Samet Kuşçu'ya benzer mi?
Balyoz Davası’nı başlatan gazeteci Mehmet Baransu’nun tutuklanıp darbeye adı karışan subayların tamamının serbest bırakılması, tarihe ikinci Samet Kuşçu vak’ası olarak geçebilir. Ancak hemen belirtelim ki Kuşçu’nun hikâyesi tutuklanmakla bitmemişti.
Gazeteci Mehmet Baransu’nun ellerine kelepçe vurulması haberini CNNTürk, ‘Balyoz’un tek tutuklusu’ başlığı altında, ‘Davada herkes tahliye oldu, süreci başlatan Taraf yazarı cezaevinde’ alt yazısı ile verdi. Balyoz, Yargıtay tarafından da onanmış, cezaları kesinleşmiş bir darbe davasıydı. Darbe gerçekleşse pek çok AK Partili siyasetçi ile çok sayıda sivil, senaryoda zikredildiğine göre tutuklanacaktı. Baransu, 2010 yılında 1. Ordu’daki ‘plan semineri’ni haber yaptı ve Ergenekon davalarıyla birlikte Balyoz da yargılama konusu oldu. AKP’ye muktedir olma yolu bu davalardan sonra açıldı.
Balyoz davalarını başlatan Baransu’ya yapılan, 27 Mayıs 1960 öncesi Binbaşı Samet Kuşçu’ya yapılandan farklı değil. 1957’de DP’ye ‘darbe planlarını’ haber verip  bir soruşturmanın önünü açan Binbaşı Kuşçu da Baransu gibi yargılanmıştı. 9 Subay’dan 8’i tahliye olurken bir tek Kuşçu mahkûm edilmişti. Kuşçu, cezaevine giderken, “Ben sadece görevimi yaptım.” diyordu.
Ancak Samet Kuşçu’nun hikâyesi tutuklanmasıyla sona ermedi. Tarihe ‘9 Subay Olayı’ olarak geçen davadan yaklaşık üç yıl sonra, 27 Mayıs 1960’ta Kuşçu’nun haber verdiği askerî darbe gerçekleşti. DP iktidardan uzaklaştırıldı. Menderes ve iki bakan idam edildi. Kuşçu bir süre sonra cezaevinden çıktı, haklarını kazanabilmek için hukuki mücadele verdi ve kazandı. İtibarı iade edildi. Orduya geri dönebilirdi ancak o memuriyeti seçti. İşte Samet Kuşçu’nun darbeye kadar bilinen ancak daha sonrası çok da bilinmeyen ibretlik hikâyesi. DP Kuşçu’yu nasıl harcadı? Binbaşı hukuk mücadelesini nasıl kazandı?
En başarılı subay
DP’nin iktidara geldiği 1950’li yıllardan itibaren ordu içinde cuntalar kurulmaya başlamıştı. 1957 seçimleri öncesinde darbe için hazır hâle gelinmişti. Fakat kendilerini destekleyecek sivil bir kadro ve bir lidere ihtiyaçları vardı. İsmet İnönü seçimi kazanacağına inanıyordu, müdahaleye sıcak bakmadı. DP, 1957’de üçüncü defa seçimi kazanınca cuntalar faaliyetlerini artırdı. Darbe planları güncellendi. İstanbul’da pek çok subay cuntaya dâhil edildi. Teklif götürülenlerden biri de İstanbul Temsil Bürosu Başkanı Binbaşı Samet Kuşçu’ydu.

Kuşçu, Türk ordusunun en başarılı ve istikbal vadeden subaylarından biriydi. Darbe fikrini açtılar. Demokrat bir subay olan Kuşçu, DP ve Başbakan Adnan Menderes’e darbe planlarını öğrenince dehşete kapıldı. Kariyerini ve hayatını tehlikeye attı.  Ulaşabildiği DP’li milletvekili Mithat Perin ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’e ordu içindeki oluşumları haber verdi. “Herkesin bildiği faaliyetlerle ilgili bir soruşturma açılmasını istedim. Sadece görevimin gereğini yaptım.” diyecekti.
Başbakan Menderes, önce darbe ihbarının üzerine gidilmesi için emir verdi. Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin, Orgeneral Fazıl Bilge, İçişleri Bakanı Namık Gedik, İstanbul’da gizli bir toplantı yaptı. Kuşçu’nun ifadesine başvuruldu. Bakan Gedik, durumun ciddiyetini anlayınca adı geçen subayların derhal tutuklanmasını istedi ancak Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin buna karşı çıktı. Ortada delil olmadan bunun yapılamayacağını belirtti. İçişleri Bakanı Namık Gedik, Savunma Bakanı Şemi Ergin’in soruşturmayı savsakladığını görmüştü. Bizzat olaya el koydu. Samet Kuşçu’nun da aralarında olduğu 9 subay gözaltına alındı. Ankara’da olayı soruşturmak için Hâkim General Arif Onat görevlendirildi. Bu arada cuntacılar soruşturmayı haber almış, gerekli tedbirleri alarak yeraltına çekilmişlerdi.
Darbe soruşturması sürerken Çanka-ya’da Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın başkanlığında bir toplantı yapıldı. Menderes, Gedik ve toplantıya katılan herkes DP’yi devirmeyi hedef alan bir hareketin derhal ve şiddetle cezalandırılması fikrinde mutabık kaldı. Hükümetin gelişmeleri takip edip aynı heyete bilgi vermesi istendi.
Gedik başkanlığında emniyetten bir heyet, cunta soruşturmasını sürdürüyordu. Delil toplayabilmek için Kuşçu’nun evine gizli bir mikrofon yerleştirdiler. Ancak, cuntacılar hep bir adım öndeydi. Emniyet içindeki elemanları ile yeterli delillere ulaşılmasını engellediler. Ses kayıtları da silindi. Basına Samet Kuşçu adını sızdırarak itibarsızlaştıran yayınlar yaptılar. Kuşçu’dan, “Akli melekelerini kaybetmiş.” diye söz ediliyor, ‘casusluk yapmakla’ suçlanıyordu. Kuşçu’nun etrafı kuşatılmıştı.
Hava kısa sürede cuntacıların lehine döndü. Menderes’i kuşatan dar bir kadro; “Darbe söylentileri ile ordu yıpratılıyor, her şey kontrolümüzde.” telkinleri yapıyordu. Aynı ekip, Kuşçu’nun Menderes’e ulaşmasını da engelledi. Bakanlar Kurulu bir hafta sonra tekrar toplandı. Hükümetin hiç kuşkusu kalmamıştı. Hadise iktidarı devirmeye matuf bir hareketti. Subaylar belirlenmişti. Fakat ordudaki yüksek rütbeli subaylar rahatsızdı. Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin; “Bu soruşturma ordunun haysiyetini rencide etmektedir.” dedi. Cuntanın kuyruğunu yakalayan DP, tarihî bir hata yaparak işin sonuna kadar gitmedi. Cuntayı ihbar eden Binbaşı Samet Kuşçu, bir anda yalnız ve sahipsiz, ortada bırakıldı.
9 Subay Davası’na askerî mahkeme baktı. Cuntacı olduğu bilinen Cemal Tural, özellikle bu dava için ayarlanmıştı. 26 Mayıs 1958’de duruşma başladı ve 6 ay sürdü. Darbe ile suçlanan subaylar kendilerine isnat edilen suçları reddetti. Cuntacıları bir avukatlar ordusu savunuyordu. Askerî Mahkeme, 25.11.1958’de Samet Kuşçu’nun dışındaki sanıkları beraat ettirdi. Gerekçede suçu ispat edecek kanıt bulunamadığı belirtildi. Kuşçu ise, orduyu isyana teşvikten suçlu bulundu. Cezaevine giderken sarf ettiği; “Tek başıma ben koskoca TSK’yı nasıl isyana teşvik ederim? Nasıl nifak sokarım? Ben sadece görevimi yaptım.” sözleri duyulmadı bile.
8 subay elini kolunu sallayarak dışarı çıkarken Binbaşı Kuşçu, 2 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Rütbesi elinden alındı. Samet Kuşçu için kâbus daha bitmemişti. 1959 Temmuz’unda DP’yi ‘darbeden kurtarmak isteyen’ Binbaşı Samet Kuşçu, ordudan da ihraç edildi. İhraç kararının altında Reisicumhur Celal Bayar, Başvekil Adnan Menderes ve Millî Müdafaa Vekili Ethem Menderes’in imzası vardı. DP, 1958’de sonuçlanan 9 Subay Olayı ile iktidarın temellerinde meydana gelen çatlağı sıvayarak kapattığını düşünmüştü. Kuşçu’nun harcanmasıyla dosyanın kapandığı zannedildi. Ama daha sonra gelen büyük depremin altında kaldılar. Samet Kuşçu cezaevindeyken, cunta elemanları, takip edilmediklerinden emin olduktan sonra daha güçlü bir şekilde bir araya geldi, darbe planlarını yeniden yaptılar. 27 Mayıs 1960’ta DP’yi devirdiler.
Kuşçu, askerî darbeden sonra serbest bırakıldı. Memleketi Hatay’a döndü. Eğitim faaliyetlerinde bulundu. Uzun süre haklarını kazanmak ve devlet memuriyetine dönmek için hukuk mücadelesi verdi ve kazandı. İtibarı iade edildi.
2004’te hayata gözlerini yumdu. Ömrünün sonuna kadar kendisini yalnız bırakan ve kendisine büyük acılar yaşatan Adnan Menderes’i hiç affetmedi. Vefatından hemen önce Menderes için, “Hem beni hem kendisini yaktı.” diyecekti.
27 Mayıs, Türk demokrasisinin sırtında bir hançer olarak kaldı. Cuntacılar, ‘demokrat subayları’ Samet Kuşçu’yu örnek gösterip korkuttular.
27 Mayıs öncesi Menderes, ordudan herhangi bir hareket gelmeyeceğine inandırılmıştı. Cunta faaliyetlerinin üzerine gitmedi. 17-25 Aralık’tan sonra AKP ise, yolsuzluklarının üzerini örtebilmek için Ergenekon’la işbirliğine gidiyor. Darbe soruşturmalarını yürüten polisler ile, davalara bakan hâkim ve savcıları görevlerinden alıyor. Meslekten ihraç ediyor. Mehmet Baransu kendi deyimi ile ‘tankların önüne yattığı için’ tutuklanıyor.
Ancak hikâye henüz bitmedi…

ESKİ BURDUR MİLLETVEKİLİ HASAN HAMİ YILDIRIM'IN SİLİVRİ İZLENİMLERİ

Emniyet mensuplarına terörist muamelesi yapılıyor


Emniyet mensuplarına terörist muamelesi yapılıyor 

 İdris Gürsoy, 10 Mart 201, Ankara, Aksiyon

Silivri Cezaevi’nde Hidayet Karaca ve tutuklu polisleri ziyaret eden Burdur Milletvekili Hasan Hami Yıldırım, hukuk dışı uygulamaları anlattı: “Savunma hakkından mahrum bırakılıyorlar. Mahrem görüşmeleri, koğuşlarındaki günlük hayatları kayıt altına alınıyor.  Tecrit var.”
22 Temmuz’da sahur operasyonuyla gözaltına alınan polis müdürleri yaklaşık 7 aydır iddianame bekliyor. Neyle suçlandıklarını bilmiyorlar. 14 Aralık’ta tutuklanan Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca da Silivri’de. Kervana enson Ramazan Akyürek eklendi. Türkiye, anayasa ve hukukun askıya alındığı olağanüstü bir süreçten geçiyor. Temel insan hakkı ihlalleri yaşanıyor. Burdur Milletvekili Dr. Hasan Hami Yıldırım, geçen günlerde bir grup milletvekiliyle Silivri Cezaevi’ni ziyaret etti. Hidayet Karaca’nın yanı sıra Tufan Ergüder ve diğer polis müdürleriyle görüştü. İnsan hakkı ihlallerini Meclis’e bir soru önergesiyle taşıdı. Yıldırım, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’a hukuksuzlukların sona erdirilmesi çağrısında bulundu.
-Tutukluları ziyaret ettiniz. Bir zorlukla karşılaştınız mı?
Diğer ziyaretçiler için zorluklar, kısıtlayıcı uygulamalar var tabii ama bizim için usul şöyle: Bakan izniyle gidiyoruz. İki tür ziyaretçi sistemi var. Bir; kapalı görüşme. Bu ziyaretler haftada iki defa oluyor. İki; açık görüşme. Bu da haftada bir oluyor. Aslında tutuklu veya hükümlü ayrımı yok burada anladığım kadarıyla. Cezaevinde bulunan herkes için bu uygulama genel bir durum, yönetmelikler gereğince. Ama mesela orada görüşmelerimizde fark ettiğimiz, kamuoyuna pek yansımayan bir husus var; 17 Aralık operasyonu sonrasında gözaltına alınan, tutuklanan insanlara ciddi bir ayrımcılık yapılıyor.
-Ne tür ayrımcılıklar?
Silivri’de uyuşturucudan tutuklu hükümlüler de var. Ama onlara kanun ve yönetmelik gereği tanınan haklar, eski emniyetçilere tanınmıyor.  İyi hâlden dolayı ödüllendirmeyle ilgili hüküm var kanunda. Mesela, ziyaretçi sayısı, açık görüşme sayısı artırılabiliyor veya cezaevi şartlarında iyileştirme yapılabiliyor. Bunlar bu kişilere uygulanmamış bugüne kadar ama diğerlerine, mesela uyuşturucudan yatanlara uygulanıyor. Onun dışında zannediyorum bütün cezaevlerinde benzer tutuklu ve hükümlülere uygulanan genel hususlar var. Mesela, ziyaretçileri sordunuz ya, bu tutukluların ziyaretçilerine zaman zaman yasaklar koymuşlar. Niye? Cezaevi kurallarını ihlal ediyorlar diye. Mesela, birinin eşine yasak koymuşlar. Böyle bir şey olabilir mi? Yani ne yapacak eşi orada? Bu kişi yakın zamana kadar kamu görevlisiydi. Cezaevi müdürlüğünün veya adli kolluğun içinde yer almış, cezaevi müdürlükleriyle zaman zaman birlikte çalışmış kişiler.
-Ziyarete gelenlere de eziyet mi ediliyor?
Yakınlarına veya akrabalarına görüşme yasağı koyuyorlar, geliyorlar, olay çıkarıyorlar diye. Hâlbuki benim orada dinlediğim şu: Bu insanlara, mesela ziyarete geldiklerinde normal olmayan tutumlar sergiliyorlar. İşte ziyarete gelmiş kişilere onur kırıcı birtakım ifadelerde bulunuyorlar. Onlar da bu duruma tepki gösteriyor. Zaten hassas bir ruh haleti içinde yakınlarını görmeye geliyorlar. Tabii bunları da hemen gerekçe gösterip cezai işlem yapıyorlar. Görüşmeleri kayıt altına alıyorlar; hem kamera hem ses...
-Kamerayla kayıt altına alınıyor diye bir ibare var mı?
Hayır, yok. Mahrem görüşmeyi kayıt altına alıyorlar. Normalde bunun kayıt altına alınacağına dair hiçbir hüküm yok. Sadece görüşmenin cezaevindeki görevlilerin nezaretinde olacağına dair hüküm var. Zaten onlar da orada bekliyor bir olay çıkabilir veya tutuklu kıyafet değiştirip çıkabilir vesaire diye.
-Kayıt yasal mı?
Yapılan işlem şu: Kapalı görüşmeyi -arada cam var, iki taraftan telefonla görüşüyorsunuz- kayıt altına alıyorlar, bunu saklıyorlar. Bu yasa dışı bir kayıt. Eşiyle konuşuyor adam yani. Üstelik bu yasa dışı kaydı, bu kişileri suçlamak için, kişilerin aleyhlerinde işlem yapmak için delil olarak dosyaya koyuyorlar. Bu kadar açık bir şekilde hukuka aykırı bir işlem yapmakta bir beis görmüyorlar. Çok rahat hareket ediyorlar. Ben şaşıyorum, bu kadar hukuka aykırı işlemleri yapmakta nasıl rahat olduklarına. Buradan hareketle düşünüyorum ki herhâlde bunların amirleri, üstleri, bakanı veya her kimse artık, bunlara ‘Kardeşim, siz istediğinizi yapın’ diyor. Tuhaf bir durum. Adamlara ‘Siz kamu görevlilerine hakarette bulundunuz’ diye soruşturma açtılar bu aralarındaki görüşmeden dolayı. Ya da hanımıyla veya çocuğuyla görüşmesinde bir ifade geçmiş, ‘Sen burada hakarette bulunmuşsun’ diye. Yani umuma açık bir görüşme değil, mahrem bir görüşme, hem kayıt alıyorlar hem de bunu kullanıyorlar.
-Koğuşlarda durum nasıl?
Tutukluların kaldıkları yerler de sürekli kamera kaydı altında, koğuşları da. Yani zaten ya iki kişi ya da üç kişi kalıyor. Bunlar hiçbir şekil ve surette, yemek yerken, havalandırmaya çıktığında dahi başka birileriyle asla karşılaştırılmıyorlar. Yani mesela yedi aydır, iki kişi sadece birbirini görüyor. Girip çıkarken dahi birbirleriyle, diğer koğuştakilerle karşılaştırılmıyorlar. Havalandırmalar da kendi içlerinde. Bu insanlar hem tecrit ediliyorlar hem de kendi kaldıkları koğuşta, yattıkları yerde de kamera altındalar. Bu ciddi bir hak ihlalidir. Dünyanın hiçbir yerinde insanların koğuşları da gözaltında olmaz. Orada yatıp kalkıyor adam ya.
-Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ettiler. Sonuç ne oldu?
İşin o tarafı daha önemli. Kamuoyunun çok yakından bildiği Ergenekon, Balyoz gibi davalarda tutuklular,  mevzuat değiştikten sonra, hak ihlali gerekçesiyle, uzun tutukluluk süreleriyle alakalı Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuruda bulundular. Bir ile iki ay arasında hemen Anayasa Mahkemesi toplandı ve karar verdi. AYM’nin ‘hak ihlali var’ kararı doğrultusunda mahkemeler, ilgili işlemleri tekemmül ettirdiler ve tutuklular serbest bırakıldı.  Şimdi 22 Temmuz’dan bu yana tutuklu bulunanların içinde, AYM’ye müracaat ettiği tarih altı ayı geçenler var. Hâlâ daha hiçbiriyle ilgili karar vermiş değil Anayasa Mahkemesi. Öbüründe bir ayda karar veriyorsun. Yedi ayı geçmiş, sekiz aya yaklaşmış karar vermiyorsun.
-İddianame hazırlandı mı?
Şimdi iddianame olmadığı gibi bu tutuklularla ilgili aylık, tutukluluk hallerinin devamına ilişkin kararlar veriliyor mahkemece. Savunmaları isteniyor.  Savunmalarını yapacaklar, ellerinde hiçbir şey yok. Çünkü dosyalara ulaşmalarına yasak konulmuş.
-Neyle suçlandıklarını bilmiyorlar mı?
Bilmiyorlar.
-Neye göre savunma yapıyorlar?
Yapamıyorlar. ‘Tutukluluk hâline neye göre karar veriyorsunuz?’ ‘İçişleri Bakanlığı’nın veya Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, müfettişlerin yazdığı raporlara göre.’ ‘Peki, o raporları biz görelim.’ ‘Vermeyiz.’ ‘E ne yapacağız?’ Bilgi edinme kanununa göre bir sürü para ödüyorlar. Bin ile bin beş yüz lirayı bulan miktarlarda dosya başına para ödüyorlar. Ondan sonra bilgi edinme kanunu çerçevesinde, sıradan bir vatandaşa, kendini savunmak durumunda kalmayan, herhangi bir şekilde bilgi isteyen bir vatandaşa yapılan işlem gibi bir işlem yapıyorlar. Şimdi bunu istiyorlar ama mesela bir hafta kala diyorlar ki ‘Bir hafta içinde savunmanızı verin.’ Bir hafta süre veriyorlar. Parayı yatırıyor adam, dosya gelene kadar 15-20 gün geçiyor. Ya savunmayı veremiyorlar veya kendileri artık tahminen, bizi böyle suçluyorlar deyip basından, televizyon haberlerinden takip ederek -internet yok çünkü- oradan savunma yazıyorlar. Neticede bütün bunlar her biri birer insan hakları ihlali.
-Anayasa Mahkemesi neden karar vermiyor?  
Ben burada mahkemeye ciddi baskıların olduğunu tahmin ediyorum. Hak ihlali yönünde veya değil ama bir şekilde dosyayı görüşüp karar vermesi lazım ki, bir sonraki adıma geçebilsin. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidemiyorlar bu yüzden.
-AYM karar vermediği için hukuksuzluk sürüyor öyle mi?
Bu insanlar tutukluluklarına itiraz edecekler, değil mi? Nereye itiraz edecekler? Yok. Yani hukuk sisteminde, bizim anayasamız gereği, bir üst mahkeme yok. Bir başka Sulh Ceza Hâkimliğine itiraz ediyorlar. Kendi içinde dönüyor. Şimdi bu da bir anayasa ihlali. Tabii hâkimlik ilkesinin ihlali. Sulh Ceza Hâkimliklerinin oluşturulmasında davaya ve kişiye özel hâkimlik kurdular. Ama onun ötesinde bir üst mercie şikâyet hakkı da ortadan kalktı. Temyiz hakkı bir anlamda ortadan kaldırılıyor. Böyle bir sorun var. Muhalefet partileri Anayasa Mahkemesi’ne götürdü bu durumu. Bakın bu da görüşülmedi daha, aylar geçti. Neyi bekliyor Anayasa Mahkemesi? Anlaşılır bir şey değil. Başka bir ihlal daha var. Şimdi bu insanlar tutukluluk sürelerinin devamıyla ilgili itirazlarında, mahkeme, kanun gereği ayrıntılı olarak gerekçe yazmak zorunda. Çünkü esas olan tutuksuz yargılanmadır. Tutuklu yargılanması ile ilgili bir gerekçe göstermesi lazım. Şablon ifadelerle her ay yeniden karar veriyorlar tutukluluklarının devamına diye.
-Yani ne diyor?
Tutukluluk gerekçelerinin hukuka uygun olduğu gibi bir ifade geçiyor. Böyle bir şey olabilir mi? Şimdi burada konuyla ilgili bir başka husus var. Mesela Türkiye’de 400 civarında veya daha fazla insan aynı suçlamalarla farklı illerde gözaltına alınmış.  Ve bu insanların tamamı serbest bırakılmış durumda. Aynı suçlamalar yöneltilmiş. Tutuksuz yargılanıyorlar. Ya diğer hâkimler savcılar yanlış yapıyor ya buradakiler... Bu da anlaşılır bir şey değil. Antalya’da, Adana’da, Erzurum’da farklı hukuk, İstanbul’da farklı hukuk işlemiyor. Tek hukuk sistemi var.
-Cezaevi koşulları nasıl? Şikâyetleri dikkate alınıyor mu?
Dilekçeyle talepte bulunuyorlar cezaevi koşullarıyla ilgili veya hukuki haklarıyla ilgili cezaevi müdürlüğüne. Diyorlar ki, şunların düzeltilmesini istiyoruz. Bunlar yanlış uygulamalar. Veya şu konuda sıkıntılarımız var, şu bilgilerin bize verilmesini talep ediyoruz diye. Dilekçelerin çoğuna hiç cevap verilmiyor. Bazılarına 40 gün sonra cevap veriliyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bazen de herhangi bir konuda şikâyetlerini dile getirdiklerinde yazılı olarak, o şikâyet ettikleri konu ağırlaştırılmış olarak kendilerine dönüyor. Bu insanların her biri kamuoyunun 17 Aralık’tan sonra yakından tanıdığı isimler, geçmişleriyle, her şeyleriyle basının didik didik incelediği, bildiği isimler, yani her biri bu memlekette çok önemli görevlerde bulunmuş, içinde pek çoğu kahramanlık derecesinde önemli vazifeler yapmış, dönemin başbakanı tarafından birçok taltife mazhar olmuş ve ödüller verilmiş insanlar. Ama bu insanlara terörist muamelesi yapılıyor orada.
-Haklarında soruşturma açılan bazı polis müdürleri görevlerinden alındı. Danıştay’a başvurup göreve iade edilenler bulunuyor. Ancak görevlerine iade edilmiyorlar. Bu konuda da bir hak ihlali var mı?
Şimdi şöyle yapılıyor: Bu kişilere müfettiş raporlarına dayanarak sık sık cezai işleme konu idari cezalar veriyorlar, ya da görevden el çektiriyorlar. İdari cezalar veriyorlar memuriyetle ilgili. Hâkimler tutukluluk haliyle ilgili kararlar almadan önce, İçişleri Bakanlığı sürekli belge gönderiyor.  Verilen idari cezaları bu tutuklular, Emniyet mensupları yargıya taşıyorlar, ‘Bizim böyle bir durumumuz yok.’ diyorlar. Yani mesela yasa dışı dinleme diyor, sahtecilik diyor vs. Ama bunun hiçbir delili yok. Bundan hareketle verilen idari cezaların iptali için yargıya başvuruyorlar, yargı kaldırıyor. Doğru, diyor ama o kaldırıyor. Malum 30 gün içinde idari yargının kararına uymak zorunda idareler ama bu karar alınırken veya alındıktan hemen sonra daha o kararın uygulamasını yapmadan,  o cezai işlemi kaldırmadan, başka bir cezai işlem tesis ediyorlar. Bunu hemen mahkemeye gönderiyorlar. Mesela bazılarıyla ilgili 17 tane idari ceza olduğunu söylediler.
-Amaçları ne?
Mahkemeden kazandıkça yeni bir işlem tesis ediliyor. Hem tutukluluk hâlinin devamını sağlıyorlar hem de idari yargının verdiği kararları boşa çıkarmaya çalışıyorlar.
-Dinleme kararlarının altında imzası olanlar değil, belli kişiler alınıp suçlanıyor. Bu kişiler nasıl seçilmiş?
Bunlar KCK, PKK’yla ilgili, PKK’nın birtakım uzantılarıyla ilgili soruşturmalarda ve yolsuzluk soruşturmalarında aktif görev almış insanlar. Başka hiçbir özellikleri yok. Hakikaten bu insanların hepsi işlerinde yetkin kişiler. Ve belki de bunların başlarına geleceğini büyük ihtimalle bilerek, son derece de tedbirli ve sağlam adım atmışlar. En küçük bir boşluk yok. Süreç tam olarak işlemiş ve kanunda ön görülmemesine rağmen mesela genel müdürlüğün de iznini almışlar.
-Nasıl geçiriyorlar vakitlerini orada?
Gazetelerin kendilerine ulaştığını, televizyonlardan istifade ettiklerini söylediler. 28 kişilik koğuşta iki kişi kalıyor veya üç kişi kalıyor. Her biri ayrı ayrı tecrit edilmiş vaziyette içeride tutuluyorlar. Mesela onların havalandırma zamanları var. Bununla ilgili yönetmelikte, bu işin mevzuatında güneşin doğuşuyla batışı arasında diyor. O avluya çıkıp -o avlu koğuşun içinde bir avlu- başkalarıyla karşılaştıkları bir ortam yok. Metris’ten buraya aktarılan tutuklular var bu grubun içerisinde. Onlar diyor ki Metris’te çok daha insaniydi. Çünkü başkalarıyla karşılaşıyoruz, görüşüyoruz, havalandırma, yemek ortamlarında. Burada ona imkân yok. Hava almaları gereken yerler koğuşlarının içinden açılıyor kapanıyor.
-Moralleri nasıl bunca baskıya karşı?
Ben morallerin hepsinde düzgün olduğunu gördüm. Bütün bunları ben sorduğum için anlatıyorlar. Burada ayrımcı bir uygulamaya tabi tutuluyor musunuz? Nelerle karşılaşıyorsunuz? Bu hususları sordukça söylüyorlar ama bütün bunlara rağmen sonuçta söyledikleri şu; ‘Biz inanıyoruz ki, bu memlekette hâlâ vicdanlı, hukuka uygun hareket eden yargıçlar, hâkimler, savcılar var.’ İddiaların mesnetsiz olduğu o kadar açık ki, bu iddialarını destekleyecek en küçük bir delil hâlâ ortaya koyabilmiş değiller. Koyamıyorlar, çünkü hakikaten yok. Bu kadar altı boş suçlamaları görüyorlar ve diyorlar ki, ‘Yaptığımız her şey hukuka uygun, amirlerimizin bilgisi dâhilinde, savcı ve hâkimlerin imzalarıyla yapılan işlemler. Dolayısıyla hukuka uygun hareket etmenin rahatlığı var bizde.’ Bunu birçok kişi bu şekilde dillendirdi. Onun için eninde sonunda hak, adalet yerini bulacak. Bunların iddialarının hepsinin saçmalığı zaman içinde daha net ortaya çıkacak.

PROF CİHAT GÖKTEPE'NİN SON KİTABI

'Fişlenen Cumhuriyet' hareme kimin nasıl girdiğini gösteriyor

 Fişlemeler neredeyse tarih kadar eski. Prof. Dr. Cihat Göktepe İngiliz istihbaratının tuttuğu gizli kayıtları, “Fişlenen Cumhuriyet” kitabında bir araya getirdi. Kitap bugüne de ışık tutacak nitelikte.



 3 MART 2015, ANTALYA,  İDRİS GÜRSOY, AKSİYON

 Çalışkan ve etkileyici ama çoğu zaman aceleci, kışkırtıcı bir konuşmacı. Bay Menderes, Bay Bayar’ın güvenini kazanmanın keyfini sürer. Diğer taraftan takipçileri arasında sorumsuz ve hırslı olanları kontrol etmekte zorlanmaktadır.”
İngilizlerin gizli belgelerinde Başbakan Adnan Menderes bu şekilde fişlenmiş. Sadece Menderes değil. Sultan Vahdeddin’den Mustafa Kemal Atatürk’e, İsmet İnönü’den Şükrü Saraçoğlu’na kadar birçok ünlü siyaset adamının kişiliği, karakteristik ve fiziksel özellikleri, geçmişi, başarıları, özel hayatları, zaafları, İngiltere hakkındaki düşünceleri ve fişleyenlerin şahsi yorumları not edilmiş. İsmet İnönü için “Başbakan olmasından sonra Ağustos 1925’te Latife Hanım’dan boşanmasına karşı çıkması sebebiyle Gazi ile ilişkilerinin gerildiği söylendi. Bu söylenti asılsız çıktı ve mevkisi eskiden olduğu gibi güçlü kaldı. Lozan’da, kendisinin inatçı ama yetenekli bir delege olduğunu gösterdi. Kibar ve kızgınlığını hiç göstermez. Ama yenilgiden hoşnut olmaz.” deniyor.
İngiliz istihbaratının tuttuğu gizli kayıtları “Fişlenen Cumhuriyet” kitabında bir araya getiren Prof. Dr. Cihat Göktepe, arşivlerde Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit ile ilgili notların da bulunduğunu belirtiyor. “Fişlenen Cumhuriyet”, “Haremime girdiler” diye feryat eden Recep Tayyip Erdoğan’ın haklı olduğunun da bir kanıtı. “Türkiye’yi dinledik” itirafı ile birlikte yüzlerce kişinin ‘özel hayatına’ ilişkin bilgilerinin de yer aldığı bu kayıtlar, adrese de işaret ediyor. Göktepe, kimlerin nasıl ve neden fişlendiğini anlattı.
-Fişlenen Cumhuriyet kitabında 1930-50 arasında İngiliz istihbaratının Türkiye’de yaptığı fişlemeler konu ediliyor. İngilizler fişlemeleri nasıl yapıyor? Teknik olarak ayrıntı verebilir misiniz? Kimler kullanılıyor? Açık ve gizli istihbarat kaynakları neler?
Bizim ulaştığımız belgeler dışişleri belgeleridir. Bunlar usul olarak Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliği marifetiyle Londra’daki dışişleri merkezine gönderiliyor, orada ilgili departman bunları değerlendiriyor. İhtiyaç hâlinde daha üst birimlere gönderiliyor. Orada, politika yapım sürecinde, bu verilerden istifade ediliyor. Bilgilerin toplanma sürecine bakılacak olursa, elçilik marifetiyle gittiğine göre buradaki elçilik mensuplarının çeşitli şekillerde, gerek açık istihbarat, gerekse diğer formatlarla bilgi topladığı anlaşılıyor. Bu bilgiler de büyük ölçüde etüt edildikten sonra merkeze gönderiliyor. Çünkü burada güvenilirlik esastır. Zira merkez bu veriler üzerinden işlem yapacağına göre, burada da bilgiler büyük ölçüde test edilmiş anlamı çıkıyor.
- Türk kamuoyunun bile yakından tanımadığı bazı asker, sivil, bürokrat, işadamı, gazeteci, yazar ve sanatçıların lügatleri İngiliz arşivlerinden çıkıyor. Yüzlerce isim nasıl seçiliyor? Daha çok kimler üzerine yoğunlaşıyorlar? Neleri araştırıyorlar?
‘Üst düzey kişiler’ diye bir kavram var. Cemiyetin her tarafından kişiler; devlet yöneticisi, bürokrat, askerî bürokrat, sanatkâr, sanat erbabı, işadamı, akademisyen, gazeteci gibi toplumun önde görülen kişileri seçiliyor. Tabii burada yaptıkları işin ehemmiyeti ve ülke yönetimindeki etkileri esas alınmıştır. Bu sadece İngilizler tarafından değil, dünya çapında süper güç ya da büyük güç olan ülkelerin hemen hemen çoğu tarafından yapılan, aslında olağan bir icraat.
-İçki içmeleri, briç oynamaları gibi özel hayatlara ilişkin notların yer alması, kişilerin mahremiyetlerine bile girildiğini mi gösteriyor? Buradaki amaç nedir?
Buradaki amaç, anladığım kadarıyla kişilerin her türlü özelliği not edilerek ihtiyaç hâlinde bu özelliklerinden istifade edilmesi, fazlalıkları varsa onların kullanılması, eksiklikleri varsa onların da ihtiyaç hâlinde değerlendirilmesine yöneliktir. Zira diplomaside, insanların artı tarafları da eksi tarafları da bilindiği zaman, işlemler, muameleler ona göre yapılıyor. Mesela, Churchill’in diplomaside soğukkanlılığı herkesi etkiliyor. Soğukkanlılığını yitirdiğini ya da gerildiğini purosunu daha sık çekmesinden anlayabiliyorlar. Dolayısıyla diplomaside bu tip manevralar, özellikle müzakere sürecinde önemlidir. Bunlar da dikkate alınıyor.
-Londra’ya rapor edilen fişlemeler dış politikada nasıl kullanılıyor? Ortadoğu’da, Türkiye’deki toplumsal, siyasi gelişmelerde Londra’nın etkisi ne kadar?
Bu bilgiler direkt kullanılabiliyor ihtiyaca göre. Mesela, 1960 Darbesi’nden sonra Selim Sarper dışişleri bakanı olarak atandığı zaman, dönemin müsteşarıyla geçmişte diplomat olarak NATO toplantılarında bir arada bulunmuşlar. Aralarında bir tanışıklık, bir diyalog var. Mesela, ilk diyalog, selamlaşma ve yazışmalar onun üzerinden yapılıyor. Bu tür etkileşimler, diyaloglar, özel ilişkiler de diplomaside kullanılabilen hususlardır. Ortadoğu ve Türkiye’deki toplumsal-siyasal gelişmelerle ilgili Londra doğrudan bilgi edinme çabasında. Zira 1956 Süveyş Krizi’ne kadar İngiltere’nin Ortadoğu’daki etkinliği belirleyicidir. İngiltere birincil aktördür. Dolayısıyla İngiltere’nin bu bölgeyle olan ilişkileri fevkalade sıkıdır, yakındır. Her ne kadar sonraki süreçte birincil aktör Amerika gibi gözükse de İngiltere bu bölgedeki etkinliğini hiçbir zaman minimize etmemiştir. Bölgenin stratejik önemi devam etmektedir. Petrol kaynakları, toplumsal olaylar İngiltere’nin sıkı takibi altındadır. Ancak İngiltere’nin Amerika’ya göre bu ülkelerle olan ilişkilerinde metot farkı vardır. Ciddi bir de bilgi birikimi vardır. Ta 19. yüzyıldan itibaren bu bölgeyle ilgili gerek toplumsal gerek ekonomik gerekse dinî konularla ilgili çok ciddi bilgi birikimleri ya da devlet hafızası mevcuttur.
-Bayar’dan Menderes ve İnönü’ye kadar birçok siyasiyle ilgili fişlemeler, İngilizlerin siyaset adamlarını yakın takibe aldığını gösteriyor. Demirel, Ecevit, Özal, Gül ve Erdoğan’a ilişkin notlar da bulunuyor mu?
Bu bahsettiğiniz kişilerin tamamı üst düzey devlet yöneticileri. Dolayısıyla bunlarla ilgili bilgilerin olması gayet tabiidir.
-“Washington’un beyni Londra’dır” diyorsunuz. Bunu izah edebilir misiniz? Ortadoğu’da İsrail ve Amerika hep ön planda oysa.
İngiliz diplomasisi çok derin bir diplomasidir. Yumuşak gücü çok çok önemser. Ve dünyada hâlâ İngiliz diplomasisinin usulleri, şekilleri, etkisi belirleyicidir. “Washington’un beyni Londra’dır” ifadesiyle bunu söylemek istedik. Özellikle Ortadoğu üzerinden baktığımızda 1960’lara kadar İngiltere’nin bölgedeki etkinliği çok belirgin. Her ne kadar sonradan Amerika ve İsrail ön planda gözükse de İngiliz diplomasisinin etkisini göz ardı etmemek gerekir. İsrail’in kurulmasıyla birlikte Ortadoğu’da yeni bir faktör, yeni bir aktör ortaya çıktı. Oradaki İsrail-Amerika yakınlaşması çok daha somut ve sıkı. Meseleye buradan bakmak lazım. Ama İngiliz diplomasisinin ya da o İncil gücünün Ortadoğu’dan tamamen uzaklaştığını söylemek sağlıklı olmaz.
-Almanya ve Amerika’nın Türkiye’yi dinlediği ortaya çıktı. İngilizlerin de Ankara’yı dinlediğini düşünüyor musunuz?
İngiltere, Birleşmiş Milletler’in beş daimî üyesinden biri. Ortadoğu’yla ilgili genel politikalarda söz sahibi bir ülke. Dolayısıyla İngilizlerin dinlemesi de gayet tabiidir. Kıbrıs’taki İngiliz üsleri, aynı zamanda çok ciddi dinleme istasyonlarıdır.
-Olağanüstü dönemlerde İngilizler nasıl bir yol izliyor?
Öncelikle doğru bilgiye ulaşmayı çok önemsiyorlar ve o doğru bilgiyi de sıcağı sıcağına merkezle paylaşıyorlar. Yani Ankara’daki bilgiler Londra’ya hızlı bir şekilde akıyor, aktarılıyor. Tabii buradaki büyükelçilerin ya da ilgili kişilerin görüş ve analizleriyle birlikte... Olağanüstü dönemlerde İngilizler, mümkün olduğu kadar, önce bir serinkanlılıkla olayı gözlüyorlar ve yönetimin nereye gideceğine bakıyorlar. Dolayısıyla yönetim kendi aleyhlerine işlemeyecekse, ondan sonra normal bir süreçmiş gibi mevcut yönetimi tanıyorlar. Mesela, 27 Mayıs Darbesi’nden yaklaşık 3-4 gün sonra darbecileri tanımışlardı. Ben o dönemde Ankara’da bulunmuş İngiliz büyükelçisiyle 1998’de mülakat yaparken ‘Neden hemen tanıdınız darbecileri?’ diye sordum. Cevap; “Darbe sadece Türkiye’de olmuyor. Darbecilerin ilk beyanatını gördük. Batı’ya yakın olacaklarını, eski anlaşmalara sadık kalacaklarını ifade ettiler. Bizim açımızdan da asıl mesele budur. Biz de fiilî durumu resmileştirdik ve tanıdık.”
-Kitapta yer vermediğiniz ancak önemli gördüğünüz hususlar var mı? Niye bu kitabı yazdınız?
Bu kitabın maksadı, mevcut dışişleri verilerini Türk okuyucuyla buluşturmak, diplomasi sürecinde bilginin önemini vurgulamak. Doğru bilginin nasıl temin edildiğini, nasıl aktarıldığını vurgulamak istedik. Büyük devletlerin mutlaka doğru bilgiden yola çıktığını, siyasi hamle ve icraatları doğru bilgi üzerinden yaptıklarını gözlemledik. Onun için bütün büyük devletler, bu tip verileri temin ediyorlar, edecekler. Geçmişte bu, dışişleri marifetiyle yapılıyordu; ancak bugün belki daha farklı formatlarla, dijital dünyadaki gelişmelerden ötürü farklı uygulamalar yoluyla yapılıyor, yapılacak. Buna karşı yapılacak şey, dinlettirmemek şeklinde olmalıdır. Güçlü ülkeler bu tip icraatları yapıyorlar. Hem de resmî kanalları marifetiyle. Bir de bu tip veriler tarihçiler açısından otantik kaynak olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla hem genel okuyucuya bir katkısı olsun hem de tarih araştırmacıları, özellikle biyografi yazarları tarafından da istifade edilsin diye düşündük. Mesela, bizim pek dikkat etmediğimiz ama burada analiz kısmında gördüğümüz bazı hususlar, devlet adamlarının vasıflarını da yansıtıyor.
-Nasıl?
Mesela, Menderes için çok çalışkan, gayretli ama aceleci bir karakteri olduğu, etrafındaki çıkış yapan arkadaşlarını bastırmakta zorlandığı söyleniyor. Fevzi Çakmak Paşa’nın Panislamist olduğu kadar Panturanist olduğu, Fatin Rüştü Zorlu’nun çok ciddi bir müzakereci olduğu, Hasan Polatkan’ın çok genç yaşına rağmen çok iyi bir bürokrat olduğu ve finans işlerinde de çok başarılı olduğu yazılıp çizilenler arasında. Bir de bu kişilerin etnik kökenleri özellikle vurgulanmaya çalışılmış. Dönme bir aileden geldiğine dair, Kürt kökenli olduğuna dair, böyle örnekleri de gözlemlemeye çalıştık. Dolayısıyla ince ayrıntıların olduğu çok net gözüküyor. Bir de kişiler arası ilişkilere yer verilmiş. Kemal Paşa’yla ilişkisi çok iyi, dirayetli bir adam, müzakereci bir adam ya da İngilizlere yakın, İngilizlere karşıt, Almanlara yakın gibi çok enteresan veriler var. Dolayısıyla biz özellikle o son paragraflardaki değerlendirmelerin çok çok enteresan olduğunu gözlemledik. Bunu da okuyucuyla paylaşmak istedik.  
FİŞLENENLER VE FİŞLERİ
“Fişlenen Cumhuriyet”, kitabında İngilizler tarafından fişlenen bazı kişilerle ilgili bilgiler şöyle:

 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK: “… Arnavut bir baba ve Türk bir anneden 1880’de dünyaya geldi. 1,75 boyunda, solgun bir cilde sahip. Sabit bir yüz ifadesi ile birlikte gri gözleri var. Güçlü, düzenli özelliklere sahip... Etkileyici, akıcı bir hitabeti ve biraz da kişisel cazibesi var…”

 ALİ FETHİ BEY (OKYAR): Moğolları andıran bir simaya sahip. Hoşsohbet biri. İyi Fransızca konuşur ve esas itibariyle ılımlı. Çekici bir eşi var.

 TEVFİK RÜŞTÜ ARAS: İstikrarsız fakat zeki… Büyükelçiliğimiz (İngiltere Büyükelçiliği) ile dostça ilişkilerini sürdürür.

 SAFFET ARIKAN: Muhtemelen bir ‘dön-me’dir. Son derece yetenekli ve birinci sınıf bir Milli Savunma Bakanı’dır. Hızlı kararlar verir ve onların ne getirip ne götüreceklerini bilir. Şimdilerde içmenin ölçüsünü kaçırdı ama halen Cumhurbaşkanı İnönü’nün güvenine ve dostluğuna sahiptir.

 FALİH RIFKI ATAY: Otel vurgunculuğu ve diğer vurgunculuklarla azımsanamayacak bir servet toplayan Atay, aradaki iki yılını İstanbul’da anılarını yazarak geçirdi. Tüm Türk gazetecileri içinde muhtemelen bizim en sürekli ve vefalı destekçimiz olmuştur. İyi Fransızca bilir.

 CİHAT BABAN: Soylu Kürt ailesi Şehrizorlu Babanların genç bir filizi. Cihat Bey Kürt kökleriyle gurur duyar… Cihat, sıkıcı bir kadınla evlidir ve mütevazı bir yaşam sürer. Britanya yanlısı ve Sovyet karşıtıdır. Kalbinde muhtemelen yabancılara karşı düşmanlık besleyenlerdendir… Oldukça güvenilmez biridir. İyi nüktedan.

 OSMAN BÖLÜKBAŞI: Fazlasıyla coşkun ve heyecanlı ama etkili bir konuşmacıdır. Yabancı dil bilmiyor.

 ABDURRAHMAN NAFİZ GÜRMAN: Makedonya kökenlidir ve Makedonya üzerine uzman sayılır. Tamamıyla acımasız bir biçimde davrandığı bildirilen istihbarat işi dışında, büyük bir askerî ünü yoktur. Sessiz ve çekingen bir tavra ve akıllı bir görünüme sahiptir. Fakat söylendiğine göre geçen yıllarla beraber tembelleşmiştir.

 NAZIM HİKMET: Türk Marksistlerin önde gelenlerinden. Bağımsız (Troçkist) eğilimleri olduğu söylenir… General Fuat Cebesoy’un anne tarafından yeğenidir, dolayısıyla Alman ve Polonyalı kanına sahiptir.

 SADİ IRMAK: Nietzsche’nin ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ kitabını Türkçeye çevirdi ve önsözünde ‘üst insan’ öğretisini açıkça savundu… Almanca ve Fransızca bilir ve Alman yanlısıdır.

 KÂZIM KARABEKİR: Doğuştan gelen çabuk ve parlak bir zihne sahiptir. Meslek edindiği her dalın ustasıdır, görevlerini yerine getirmekte çok gayretlidir. Dürüsttür, ulusalcı başarının önemli kısmı onun Doğu Ordusu’nu idare etmekteki başarısına bağlıdır. Modası geçmiş biri hâline gelmiştir

 ŞÜKRÜ KAYA: Kaba ama dinamik bir kişiliktir. Bu kesinlikle onun kafasız olduğu biçiminde anlaşılmamalıdır. Sıkı içicidir ve Atatürk’ün çok yakın bir arkadaşıydı… Ancak gözden düşmüş görünür ve yeniden sahne alması olası değildir.

 REFİK KORALTAN: Evli, dört çocuk sahibi. Çok az Fransızca biliyor. Çok cana yakın birisidir.

 MEHMET FUAT KÖPRÜLÜ: Frenlenemez bir konuşmacı ama yetenekli. Büyükelçilikle dostane ilişkilerini sürdürmüştür. Biraz Almanca konuşabilen kilolu bir eşi var. Kendisi akıcı Fransızcaya sahip.

 NADİR NADİ: Almanya ve Avusturya’da okudu ve Alman kültürünün derin bir hayranıdır. Önceden Nazilerin ılımlı bir destekçisiydi. Şimdi ise İngiliz-Türk ortaklığını destekliyor… Gazetenin yönetimini küçük kardeşi Doğan’a –çok içer ve kötü ün sahibidir; ama rekabetçi bir gazeteci- bırakır.

 KÂZIM ORBAY: Kitabî bir konuşma tarzına sahiptir. Ancak hoş, mantıklı ve karşısındakinin bakış açısını çoğu Türk askerinden daha iyi kavramakta oldukça yeteneklidir. Merhum Enver Paşa’nın kız kardeşlerinden biriyle evlidir. Rus aleyhtarıdır. Erken yaşlarında kuşkusuz Alman yanlısıydı ancak 1939-45 savaşı boyunca gelecekteki Türk dış politikasının kilometre taşı olarak gördüğü İngiliz Türk işbirliğinin yürekten destekçisiydi.

 GENERAL KÂZIM ÖZALP: Azimli ve sağduyulu biri olarak bilinir. Öte yandan güçlü bir karakter olarak öne çıkmamıştır. Sağlığı pek iyi değildir. Son savaş sırasında arkadaşça ve yardımsever davrandı. Britanya’yla ilişkilerin sıkılaşması için çalışır. İnönü ve Bayar ile iyi ilişkiler içindedir. Zenginliğini elde etmek için makamını kullandığı söylenir.

 RECEP PEKER: Peker cumhurbaşkanıyla baş edemez. Uzak ihtimal onun cumhurbaşkanı tarafından açıkça görevden alınma riskine karşın cumhurbaşkanının ısrarla karşısında durması hayalcilik olur gibi gözüküyor.

 HASAN POLATKAN: Hoş, genç bir bekârdır ve biraz Fransızca bilir.

 HASAN SAKA: Laz kökenlidir… Kaynakların yazdığına göre oldukça hileci, iş bilir ve açıkgözdür. Kurnazlığı başarılı kariyerinde işine çok yaradı ama aslında çok da akıllı değil ve bir başbakan olarak başarısızdı. Nazik ve espri anlayışına sahip ama bayağı tavırları var.

 ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU: İletişime hep açıktır ve bize karşı iyi niyetli olmuştur. Rusya’ya ödün verilmesinin her zaman karşısındadır. Artık kendini yalnız hissetmeye başladığı Atatürk kanadının doğrudan laiklik anlayışına da destek vermektedir. Dışarıdaki politik çevrelerde hayli sevilir olmuştur. Eşi yalnızca Türkçe bilir ve mümkün olduğunca az dışarı çıkar.

 ZEKERİYA SERTEL: Pomak (Bulgar Müslümanı) kökenli olduğu söylenir… Ilımlı görüşlere sahip bir adamdır ve Anglo-Sakson tezini destekledi. Buna karşın ateşli bir Marksist olan eşinin etkisinde çok kalmaktadır ve çift 1945 yılı boyunca Türkiye’de Sovyet görüşlerinin satıcısı olarak bilinir oldular.

 SEDAT SİMAVİ: Bize karşı tam anlamıyla yardımsever ve iyi niyetlidir. Ancak kendisine kralla bir röportaj sağlamakta başarısız olduğundan dolayı majestelerinin büyükelçisini henüz tam olarak affetmemiş. Değişken ve çok meraklı bir kişiliktir. Fransızlardan hoşlanmaz ve gazetesinde sert ve ses getirici politikaları savunur. Saldırgan bir milliyetçidir. Evlidir ve Fransızca bilir.

2 Mart 2015 Pazartesi

Ağırlaştırılmış 28 Şubat

28 şubat tarihe postmodern darbe olarak geçmişti. 18 yıl aradan sonra devlet, bu defa hükümet eliyle yine ‘rutin dışı’na çıkıyor. Muhalifleri yok etme, fişleme, hakaret etme ve ekonomik olarak batırma gibi araçlar tekrar kullanımda.
Devletin “ürpertici” yüzüyle karşı karşıya geldiğimiz dönemlerden biriydi 28 Şubat. 9 saat süren tarihî Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısının ardından ‘irticayı önleme’ iddiasıyla başlayan ordu-bürokrasi merkezli süreç çok geçmeden cadı avına dönüşmüş, makul şüpheliler linç edilmişti. Siyasetin yanında ekonomik ve sosyal alana taşınan, hukukun askıya alındığı, her türlü muhalifi imha etmeye matuf süreç ülkeyi onlarca yıl geri götürmüş, ardında devasa bir ekonomik/mali enkaz bırakmıştı.
Devletin hukuk dışına çıktığı, toplumda fay hatları açan süreç tarihe ‘postmodern darbe’ olarak geçti. 18 yıl aradan sonra bugünlerde devlet, hükümet eliyle bir kez daha ‘rutin dışına’ çıkıyor. 28 Şubat’ta yürütülen ‘yok etme’ girişiminin daha ağır hâli eğitim faaliyetleriyle öne çıkan Hizmet Hareketi’ne karşı uygulanıyor. Daha doğru ifadeyle zaman içinde Hizmet Hareketi’nin sadece bir gerekçe ve muhayyel düşman olduğu ortaya çıktı. ‘Ya benimlesin ya da düşmanımsın’ konsepti gittikçe belirginleşiyor. O yüzden ‘İç Güvenlik Paketi’ne siyasal ve sosyal muhalefetin tamamı karşı çıkıyor. İstisnasız bütün barolar ve siyasi partiler paketin Türkiye’yi despotik bir tek parti devletine götüreceği konusunda hemfikir. İktidar mensupları, MHP ile HDP’nin belki de ilk kez aynı şeye karşı çıkmasından komplo teorileri üretedursun; toplumun bir kesiminin gidişatı doğru okuduğu anlaşılıyor. 28 Şubat ve diğer bütün darbeler, olağan şüpheliyi, bir günah keçisini imha etmeye çalışırken aslında diğer bütün kesimlere gözdağı veriyordu. Darbecilerin ‘Ya benim yanımda durursunuz ya da sonunuz bunun gibi olur’ diyebileceği bir örneğe ihtiyacı oluyor. 18 yıl önce bunun adı ‘irtica’ idi, bugün ‘paralel yapı’. O gün irticanın en büyük ve tehlikeli parçası olarak hedefe konan Fethullah Gülen ve Hizmet Hareketi bugün de aynı konumda. 28 Şubat’ın psikolojik harp bülteni gazetelerin manşetleriyle şimdinin ‘devlet kararı’ yansıtıcılarının yazdıkları, fotokopiyle çoğaltılmış gibi. Muktedirlerin dili bile aynı. Postmodern darbenin öncülerinden Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya “İrtica PKK’dan tehlikeli” diyordu. Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan da “Paralel yapı PKK’dan tehlikeli” diyor.
Bir kez daha yurtiçi ve yurtdışından masum vatandaşlar uydurma, mesnetsiz ithamlar ve raporlarla fişleniyor, çalışma hayatından, siyaset alanından tasfiye ediliyor, antidemokratik soruşturmalara,   gözaltılara tabi tutuluyor. İktidar, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını, oluşturduğu ‘paralel’ algısı üzerinden etkisiz kılmaya çalışıyor. Yeni baştan kurguladığı yargıda bunu başardı ancak kamuoyu algısında tam manasıyla aklanmadı. Zihinlerin tehlikeli şeyleri düşünmemesi adına ‘paralelle savaş’ durumunun devamı gerekiyor. AK Parti, kontrolündeki medya üzerinden kara propaganda kampanyası yürütüyor. Camia’yı ‘örgüt’, ‘çete’, ‘in’, ‘virüs’, ‘haşhaşi’ gibi ağır iftiralarla itibarsızlaştırmaya çabalıyor. Karalama kampanyalarıyla toplumu kutuplaştırıyor.
28 ŞUBAT’IN HAYALİNİ HAYATA GEÇİRİYOR
28 Şubat sürecinde cunta, Suriye Baas rejimini inceleyip Türkiye’ye adaptasyonunu tasarlamıştı. Ancak şartlar olgunlaştırılamadığı için proje akim kalmıştı. O günlerde rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu, “Türkiye, İran olmaz. Suriye olmasına da biz müsaade etmeyiz” çıkışıyla bu projeyi deşifre etmişti. Ancak bugün Türk tipi başkanlık projesi adı altında, kolluk gücü ve MİT’e geniş yetkiler tanıyan yasalarla ülke bir çeşit Baas yönetimine doğru götürülüyor. Slogan ‘Yeni Türkiye’ olsa da model İran ve Suriye rejimi.
BÇG’DEN KÇG’YE
Kısa adıyla BÇG, yani Batı Çalışma Grubu, Güven Erkaya’nın komutanı olduğu Deniz Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösterdi. Fikir babası ise dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Çevik Bir’di. İrticai faaliyet içerisinde olduğunu iddia ettiği kişilere karşı kurulan BÇG’nin 28 Şubat sürecinde 6 milyona yakın insanı fişlediği iddia edildi. Yasadışı olarak kurulan bu kurum birkaç yıl sonra lağvedildi. 28 Şubat’ta öncelikli tehdit ‘irtica’ kılıfı altında dinî olan her şeydi. Bugün baktığımızda ise ‘Paralel Devlet Yapılanmaları (PDY)’ adıyla -öncelikli kastedilen Camia olsa da- bütün dinî gruplar, cemaatler risk altında. Takip, istihbarat toplama, eleman sokma, derlenecek bilgilerin merkeze gönderilmesi gibi BÇG çalışma sistematiği bugün de başka bir hâliyle devrede. Kozmik Çalışma Grubu’nun (KÇG) varlığı resmen kabullenilmedi, yapısı ve üyeleri henüz muğlak! Fakat icraatlarıyla kendini belli ediyor. On binlerce memurun sürülmesi, kamuya yeni alınan ve terfi ettirilen herkesin tek ortak özelliğinin iktidar referanslı olması, fişleme merkezinin varlığını kaçınılmaz kılıyor.
FİŞLEME-TASFİYE
28 Şubat’ta BÇG eliyle, mütedeyyin isimlerin yer aldığı listeler oluşturulmuştu. Amaç TSK, MEB, Maliye, Dışişleri ve Emniyet gibi devlet kurumlarında çalışan insanları tasfiye etmekti. Hiçbir şikâyet, somut delil olmadığı hâlde binlerce insan hakkında soruşturmalar açıldı. İrticacı polis, savcı, hâkim yaftası kullanıldı. Darbeye karşı direnecekler iddiasıyla Özel Harekât birimi pasifize edildi ve elindeki ağır silahlar alındı. Bugün de benzer uygulamalar, hatta daha fazlası yapılıyor. Bizzat AKP’li Burhan Kuzu’nun itirafıyla Başbakanlık’ta bilgi havuzu oluşturulduğu, ‘cemaatçi’ diye bilinen kişilere yönelik fişleme listesi hazırlandığı ortaya çıktı. Binlerce emniyet mensubu sürgün edildi. TRT, Maliye ve birçok kamu kurumunda da tasfiyeler yapıldı ve hâlen devam ediyor. Tasfiye edilenlerin pek çoğu ‘cemaat’ dışından ve bu anlaşıldıkça basit bir gerekçeden ibaret olduğu inancı pekişiyor. İç güvenlik paketindeki canhıraş direniş, aslında her kesimin hedefe konulduğu kanaatinin göstergesi. Zaten 2004 MGK kararları gerekçe gösterilerek toplumun önde gelen cemaat ve mütedeyyin kitlelerinin 2008, 2011 ve 2013 yıllarında fişlenerek hedef hâline getirildiği belgeleriyle ortaya çıktı. Kurban Bayramı’nda dana hissesine girenler bile fişleme kapsamına girdi.
KAN EMİCİ VAMPİRLERDEN HAŞHAŞİLERE
28 Şubat darbesi o dönemin üslubuna da yansımıştı. Mesela, dönemin Yargıtay başsavcısı Vural Savaş’ın hazırladığı iddianamede mütedeyyin insanlar için ‘Habis ur, kan emici vampirler’ benzetmesi sıkça dillendirilen hakaretlerden bazılarıydı. İrtica, gerici, imam, örümcek kafa, sıkma baş gibi yaftalamalar da yine o döneme ait. İtibarsızlaştırma taktikleri bugün de Camia merkeze konulmak suretiyle yapılıyor. Camiaya yönelik ‘çete, virüs, in, haşhaşi’ benzetmeleri dile getiriliyor.
28 ŞUBAT DA EĞİTİMİ VURMUŞTU
28 Şubat postmodern darbesinin en büyük mağduru eğitim camiası oldu. İrticanın arka bahçesi olarak gördükleri imam hatip liselerini paravan yaparak bütün eğitim sistemi altüst edildi. ‘İHL’lerin önünü kesiyoruz’ iddiasıyla mesleki eğitime belini doğrultamayacağı şekilde darbe vuruldu. Yine Anadolu çocuklarının sınıf atlamasının yegane yolu Anadolu liseleri işlevsiz hâle getirildi. MEB’e bağlı okullarda binlerce eğitimcinin görevine son verildi. Daha önce denkliği kabul edilen yurtdışı üniversiteleri kapsam dışını çıkarılarak geçmişe doğru mağduriyet oluşturuldu. Dershane ve yurtlar basıldı. Bugünün hedefinde yine eğitim var. Planlanmamış, toplumsal müzakereye açılmamış dönüşüm programlarıyla eğitim tam bir kaosa itiliyor. Okula başlama yaşından müfredata, oradan okul kayıt sistemine kadar her kalem bir kaos vesilesi. İyi eğitim şöyle dursun, gidebileceği bir okula yazılmak büyük başarı sayılmaya başlandı. Eğitim ve sınav sistemi revize edilmeden dershaneler kapatılıyor. Özel ders alamayan ve pahalı okullarda okuyamayan çocuklar nasıl üniversite kazanacak sorusu hâlâ cevapsız.
İç güvenlik paketiyle polis okulları hedef tahtasına alındı. Paketin yasalaşması hâlinde polis kolejleri kapatılacak. 28 Şubat’ta emniyetin elinden ağır silahlar alınmıştı, bugün emniyet teşkilatı yeniden dizayn bahanesiyle kapısına kilit vurulup parti polis teşkilatı kurulmaya çalışılıyor.
DEVLET ELİYLE BANKA BATIRMA
28 Şubat’ta muhafazakâr işadamlarını ekonomik anlamda çökertmek için her türlü boykot uygulandı. Bazı şirketler ‘yeşil sermaye’ adıyla kumpasa alındı, zarar etmeleri için müfettiş gönderildi, sermaye baskısı oluşturuldu. Kombassan, Yimpaş, Petlas gibi şirketler mağduriyetin simgesi hâline geldi. Kredi verilmeyip batırılmak istenen şirketler oldu. Bugünse Hizmet Hareketi’ne yakın işadamları, mütedeyyin çevreler hedefe konuldu. Bunun en somut örneği Bank Asya oldu. Önce İçişleri Bakanı Efkan Ala, bankayı döviz ticaretinden 2 milyar dolar kazanmakla itham etti. “Elimde belge var.” dedi. Ancak bugüne kadar hiçbir belge ortaya konulamadı. Merkez Bankası’nın haftalık döviz alım işlemleri açıklanınca gerçekler ortaya çıktı. Bu taktik tutmayınca büyük şirket sahiplerine bankadan mevduatlarını çekmeleri için baskı yapıldı. Son olarak Bank Asya yönetimine TMSF el koydu ve yönetim değişti. AK Parti ile organik bağı kabul etmeyen büyük küçük bütün firmalar kuşatma altında. Başta Maliye olmak üzere bütün bakanlıkların neredeyse tek gündemi ‘düşman’ şirketleri yok etmek. Zaman zaman hükümeti eleştiren TÜSİAD da tehditlerden nasibini aldı. Sütaş’ın sahibi Muharrem Yılmaz, yandaş medyanın hedefi hâline gelince iflas etmemek için TÜSİAD başkanlığından istifa etti. 28 Şubat’ın sermayeye karşı topyekûn savaşı bire bir bugün de uygulanıyor.  
‘POSTALLI’ MEDYADAN ‘HAVUZCU’ BASINA
28 Şubat sürecinde asker medya gücünü kendine iltisaklı yazar ve yöneticiler üzerinden yürütüyordu. Karargâhta brifing alan yandaş gazeteciler askerlerden aldıkları bilgiler üzerinden provokatif haberlere imza atıyordu. Bu düzene karşı çıkan demokratik kalemlere akreditasyon, baskı uygulanıyordu. Sızdırılan ‘andıç’lar üzerinden Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar gibi gazeteciler hedefe konuldu. O dönemde askerle iş tutan medya organları ihya edildi. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet skandalından sonra gün yüzüne çıkan yeni medya düzeni 28 Şubat’ı aratmıyor. Adrese teslim ihale ve rant taksimiyle oluşturulduğu iddia edilen yandaş medya her şartta iktidarı kollamanın yanında, başta Hizmet Hareketi olmak üzere muhalif kesimleri yalan haberlerle hedefe koyuyor. MİT ve Başbakanlık’tan servis edildiği iddia edilen haberler üzerinden kamuoyunun manipüle edilmeye çalışıldığı görülüyor. Hükümet, kara propaganda ve iftira içerikli haber ve köşe yazılarına imza atan kalemşorları kollarken; demokrat, muhalif gazetecilere ambargo uyguluyor. “Yandaş medya” kamu ilanlarıyla ihya edilirken muhalif medya devasa RTÜK cezalarıyla yıldırılmaya çalışılıyor. Başbakan ve bakanların programlarını izlemeleri engelleniyor. Hatta işten atılmaları için medya patronlarına baskı uygulanıyor. Nazlı Ilıcak, Murat Aksoy, Nur Batur, Hasan Cemal, Can Dündar, Mehmet Altan, Eser Karakaş, Mustafa Akyol, iktidar baskısı ile işinden olan gazetecilerin başında geliyor.
ALGI OPERASYONLARI
Basın-yayın organlarına kilit vurulmaya çalışılıyor. Bu çabanın en somut örneği 14 Aralık’ta yaşandı. Bir dizi senaryosu üzerinden Samanyolu TV ile Zaman Gazetesi’ne baskın düzenlendi, yöneticileri Hidayet Karaca ile Ekrem Dumanlı gözaltına alındı. Ortada somut suç ve delil olmamasına rağmen terör örgütü üyeliğinden suçlanan gazeteciler Karaca ve Dumanlı yaklaşık 4 gün boyunca alıkondu. Çıkarıldıkları mahkemede iddia edilen suç ve örgüt üyelikleri dillendirilemese de dava düşürülmedi. Masum olmasına rağmen Hidayet Karaca hapse kondu, Ekrem Dumanlı da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. 14 Aralık medya baskını başta AB olmak üzere tüm dünyada yankılandı. Geçmişteki kupür iddianameleri üzerinden yürütülen yargı süreçlerini anımsattı.
DAVADAN KIRMIZI BÜLTENE
Fethullah Gülen Hocaefendi 28 Şubat sürecinde “irtica, örgüt ve devleti ele geçirme” suçlamasıyla hakkında dava açılanlardandı. Dava öncesinde Gülen’in yasa dışı dinleme ve istihbarat faaliyetleriyle elde edilen konuşmaları, görüntüleri özüne aykırı şekilde montajlanıp ekranlara taşındı. Algı operasyonu üzerinden harekete geçen Savcı Nuh Mete Yüksel’in Gülen hakkında 1999’da açtığı dava 8 yıl sonra beraatla sonuçlandı. Bugün mevcut iktidar Fethullah Gülen hakkında benzer bir kupür davası açmaya çalışıyor. Yargıtay’ın beraat kararını göz ardı ediyor. Hakkında arama kararı, kırmızı bülten çıkarılmaya çalışılıyor. Pasaportu iptal ediliyor. AK Parti, 28 Şubatçıların hukuk duvarına çarpıp dönen projesini hayata geçirmeye uğraşıyor.  
28 Şubat’ta yargı mensupları Genel-kurmay’a çağrılıp brifing veriliyordu. Bugün özel mahkemelere atanan hâkim ve savcılar Ak Saray’da ağırlanıyor. Generalleri ayakta alkışlayan yargı mensuplarının yerini, Cumhurbaşkanı’na ‘uzun adam seni seviyoruz’ diyen ve önünde eğilenler alıyor. Sulh Ceza Hâkimlikleri eliyle müfettiş raporlarına dayanılarak gözaltı kararları veriliyor. Çevik Bir’in emirlerinin yerini Adalet Bakanlığı’nın talimatları alıyor.
TETİKÇİ YENİ STK’LAR İŞBAŞINDA
28 Şubat aktörlerinin bile el uzatmadığı Risale-i Nurlar bu süreçte tahrif edildi. Basımı devlet tekeli altına alınan Risaleler’de bazı bölümler sansürlenerek yayımlandı. Hükümetin Risaleler üzerindeki operasyonu mevcut sürecin sadece Hizmet Hareketi ile sınırlı olmadığını, vakti geldiğinde diğer cemaatlere de uzanacağının işaret fişeği âdeta.
Postmodern darbe günlerinde kendisine 5’li çete diyen sendikaların yerini bugün adı duyulmayan tabela STK’ları aldı. Resmî kalemlerden çıkan ortak metinlerin altına imza atan STK’lara havuz kanalları açılıyor.
Velhasıl, bugünkü baskı ve zulümler, 28 Şubat’a rahmet okutuyor. Üstelik öykünme sadece 28 Şubat’a da değil. 1960’ta öğrenciler hayalî kıyma makinalarında toz hâline getiriliyordu, bugün ise hayalî suikastlar gazete manşetlerini süslüyor.