15 Kasım 2012 Perşembe

ADALET MASASI'NDA ÖZAL'IN ÖLÜMÜ İLE İLGİLİ ŞÜPHELERİ GÜNDEME GETİRDİK



Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümü ile ilgili şüpheler giderek artıyor.

Özal ölümünde suikast şüphesini artıran ve cevaplanmayı bekleyen çok sayıda soru işareti bulunurken, Rasim Ozan Kütahyalı Beyaz TV ekranlarında yayınlanan “Adalet Masası” programında “Turgut Özal” dosyasını açtı.

Özal 'ın üçüncü vitese geçmeyen, içinde tek bir tıbbı malzeme olmayan hasta taşıma aracı ile Hacettepe 'ye götürülmesi bunlardan biri. Bu sorular hala yanıt beklerken Aksiyon Dergisi Ankara Temsilcisi İdris Gürsoy canlı yayında DDK 'nın raporunda yer alan bu ayrıntılar Beyaz Tv canlı yayınında anlattı.

PORTAKAL SUYUNU KİMİN VERDİĞİ BELLİ DEĞİL
Portakal suyunu kimin verdiğinin belli olmadığını kaydeden İdris Gürsoy “Köşkte cerede defteri yok. Özal 'ın köşkte ne yaptığı belli değil. O gün sağlık personeline izin verilmiş. Bu izni kim verdi? Kriz geldiğinde ilk müdahale eden doktor değil, yaver yardımcısı. Doktoru ise açıklamasında “Bizi kimse aramadı” diyor. DDK 'da bunların hepsi yazıyor. Kriz geldiğinde ambulans bile yok. Araç 3. vitese geçmiyor.” dedi.

O KOMUTAN HASAN IĞSIZ 'DI
Muhafız alayı komutanlığı 'nda sağlık personeli var, ambulans var. Kriz anında bunlar neden tahsis edilmiyor? Muhafız alayı komutanı ise Ergenekon 'dan tutuklu Hasan Iğsız. Suikast olayında karşımıza çıkanlar, daha sonra da başka davalarda karşımıza çıkıyorlar. Bir gün önce GATA 'da kontrol için hazırlık yapılmış. GATA 'ya gideceği haber veriliyor ama bir anda Hacettepe 'ye gidiyor. Peki bu emri kim veriyor? Aslan Güner…

YENİ PARTİ KURACAKTI
Canlı yayına telefonla bağlanan Turgut Özal 'ın Ahmet Özal ise babasıyla son kez Türkmenistan 'da bir otelde kahvaltıda görüştüğünü kaydederek “Bana orada iki şey söyledi. 'Ahmet ben Türkiye 'ye döndüğümde çok büyük bir risk alacağım ' dedi ve 'Kürt meselesini tamamen çözeceğim ' dedi. 'Ben 19 Mayıs 'ta resmi konuşmamı yapıp istifa edeceğim ve siyasete geri döneceğim ' dedi. Zaten o partiyi rahmetli Yusuf amcama kurdurmuştu. 'Anavatan Partisi 'nin başına bir daha ben geçmem ' dedi. 'Çünkü Anavatan Partisi benim partim değil dedi ondan dolayı yeni bir parti kuruyorum ' dedi. 'Yeni insanlarla, yeni heyecanlarla… Çünkü Anavatan partisi benim çizgimden çıktı ' dedi. 'Ben maddi ve manevi bağlarımı kopardım Anavatan Partisi 'yle ' dedi. Sonra Anavatan partisi bir daha iflah olmadı. kaynak BEYAZ GAZETE

izleyebilirsiniz:
http://tvarsivi.com/aksiyon-dergisi-ankara-temsilcisi-idris-gursoy-ile-8-cumhurbaskani-ozalin-olumu-konusuluyor-09-11-2012-izle-i_2012110258022.html

19 Ekim 2012 Cuma

Suikasta otopsi


8 Ekim 2012 / İDRİS GÜRSOY, AKSİYON DERGİSİ KAPAK


Kabri açılarak ani ölüm sebebi araştırılan merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 1988’de uğradığı suikast girişiminde savcı, bir örgütün varlığına dikkat çekmişti. Özal, 93’te yine aynı örgütün hedefi mi oldu? Suikast iddianamesindeki örgüt izini ve soruşturma/yargılamadaki soru işaretlerini araştırdık.



Dönemin başbakanı Turgut Özal’ı hedef alan 1988’deki suikastın iddianamesinde derin şüpheler ve şoke edici ayrıntılar var. Tek sanıklı davada savcılar bir örgütün varlığına işaret edip tarif de veriyor; ancak örgütün üzerine gidilmiyor. Olaydaki üçüncü kişilerin takip ve tespiti ile soruşturmanın sürdürülmesi için evrak tefrik ediliyor. Soruşturma ve yargılama sürecindeki soru işaretleri ise kafaları karıştırıyor. Müdahil avukat Mehmet Yaşar Sevük, “Örgüt yok demek, örgütün olmadığı anlamına gelmez.” diyor. Peki, dönemin DGM Başsavcısı Nusret Demiral ve iki yardımcısının hazırladığı 54 sayfalık iddianamede hangi ayrıntılar var? Tetikçi Kartal Demirağ’ın ilişkileri, tanık ifadeleri ve maddi delillerle şoke edici ayrıntılar, Özal’ın 1993’te ani ölümündeki şüpheleri derinleştirecek nitelikte.



Kartal Demirağ, tabanca bulundurmak ve taşımak, ideolojik amaçla Başbakan Turgut Özal’ı tasarlayarak iki el ateş etmek suretiyle öldürmeye tam teşebbüs ve nüfus tezkeresinde sahtekârlık yapmakla suçlanıyor. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nusret Demiral ve yardımcılarının hazırladığı iddianame, 30 Eylül 1988 tarihini taşıyor. Savcılar, başbakana suikast soruşturmasını üç buçuk ay gibi kısa sürede sonuçlandırıyor.



Demirağ’a yardım ve yataklık yaptığı hâlde iddianamede adı geçen pek çok sanık hakkında suç duyurusunda bile bulunulmuyor. Dosyanın ‘tefrik edildiği’ söyleniyor ama akıbeti hakkında hâlâ bir haber yok. Demirağ tek sanık olarak hâkim karşısına çıkarılıyor. ‘Genel anlatım’ başlığı altında Özal’ın seçimle işbaşına gelmiş bir başbakan olduğu anlatıldıktan sonra ‘olayda genel gaye ve kastın açıklanması’ bölümünde; “Devlet büyüklerine saldırı öteden beri görülmektedir. Faillerin tasarladıkları ve icra ettikleri eylem içinde kendilerini çok kez gizli tuttukları, bu yüzden yapılan geniş çaptaki araştırma ve soruşturmalarda hüviyetleri dahi tespit edilemediği gözlenmektedir.” deniyor.



Örnek olarak da Pakistan Devlet Başkanı Ziya-ül Hak, İsveç Başbakanı Olof Palme, ABD Başkanı John F. Kenndy, Hindistan Devlet Başkanı İndira Gangi, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ve eski Başbakan Nihat Erim’i hedef alan suikastlar gösteriliyor.



Amaç, makamından uzaklaştırmak



Peki sonuca gidilsin veya gidilmesin, suikastların amacı ne? İddianamede şu çarpıcı tespitler yapılıyor: “Özellikle bu tür eylemlerde görevlilerin öldürülmesi ve görev dışı kalmasının sağlanmasında kasıt, eylemi gerçekleştiren kişi veya kişiler için bir manevi haz veya maddi çıkarların önde gelmesidir. Yine eylemi gerçekleştiren kişi veya kişilerin politik çıkarları ve illegal kuruluş ve örgütlerin şahsi çıkarlarının rolü büyüktür.



Yukarıda verdiğimiz misallerde çok kez kişinin düşünce ve maksadın dışında illegal örgüt ve kuruluşların ve politik çevrelerin tasarladıkları girişimler yakın ve çok az ihtimal olsa da uzak zamana yatırımlar şeklinde tecelli etmektedir. Bu tür eylemlerin varoluşunda gaye, görevliye karşı özel bir fiili gerçekleştirmek düşüncesinden ziyade şahsın o makamdan uzaklaşmasını sağlamak ve bu boşluk dolayısıyla o makamı ele geçirmek maksadının daha ağır bastığını da söylemek kabildir.”



Özal neden hedefti? Savcılar bu soruya cevap ararken 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yapılan ilk seçimde (1983) iktidar olan Turgut Özal’ın icraatlarına dikkat çekiyor: “ANAP’ın iktidarı sırasında görülebilen önemli faaliyetlerden biri 12 Eylül 1980’den önce sıkıntısı duyulan bazı tüketim mallarındaki ferahlama ortamıdır.



Bugün için denilebilir ki; gayrimeşru ve yasadışı ortam içinde piyasada karaborsa olarak tanımlanan ortam mümkün olduğunca ortadan kaldırılmışsa; bu yönüyle bazı çıkar sahiplerinin iktidarda bulunan partinin genel başkanına elbette sempati duymayacakları ve kısa zaman içinde her ne şekil ve şartta olursa olsun iktidardan uzaklaştırılması için faaliyete geçecekleri açıktır. Sonuç itibarıyla devlet büyüklerine yapılan suikast girişimindeki kişi ve kişilerin amacı, 1- Demokratik düzen içinde seçim yoluyla elde edemeyecekleri politik çıkarlarını, 2- Ekonomik düzen içinde meşru yollar dışında elde etmeye alıştıkları menfaatlerini sağlamaktır.”



Savcı Nusret Demiral, kongre günü gerçekleştirilen suikast girişiminin nasıl olduğunu aktarırken, herkesin aranmadan salona girdiğini belirtiyor: “Ankara Atatürk Spor Salonu’nda yapılması kararlaştırılmış ve herkesin aranmadan girdiği genel toplantının ilk gününde saat 12.00-12.30 arasında parti kongresine iştirak edecek üyelerin dışında sanık Kartal Demirağ’ın da girdiği ve olay anında taşınması ve bu bulundurulması yasak Webley-Scott marka 7.65 çapındaki tabancasını ateşleyerek Başbakan Turgut Özal’a ateş ettiği, tabanca mermilerinin ilkinin Özal’ın sağ eline, ikincisinin de mikrofon ayak borusuna çarptığı, bu olayda ateş edilmeyle sanığın yakalanma anına kadar geçen zamanın 18 saniye kadar olduğu video kamerasından tespit edilmiştir...



Failin yanında ikinci bir kişinin olup olmadığı, bu olayı kendisine azmettiren bir grubun bulunup bulunmadığı, keza sanığın eylemini işlemesinden önce bu eylemin gerçekleştirilmesi için kendisine yol gösteren ve yardım eden kişi veya kişilerin olup olmadığı, yukarıdaki düşünceler içinde araştırılmasına, soruşturma anında ayrıca tevessül olunmuştur. Sanık Kartal Demirağ’ın, olaydan sonra hastanedeki tedavisi bitiminden itibaren soruşturma sırasında ifadesine müracaat olunmuş ve beyanının doğruluğu her şekliyle araştırılmıştır.”



‘Polis beni aramadı’



İddianamede suikastçının yalnız olmadığını gösteren pek çok bilgi yer alıyor. Ayrıca Demirağ’ın özgeçmişi onu kimlerin kullanmış olabileceğine ilişkin fikir veriyor. Demirağ ifadesinde, 12 Eylül öncesi eylemlere katıldığını, defalarca cezaevine girdiğini, bazı kamplarda eğitim aldığını anlatıyor. Sanık, suikasttan beş ay önce cezaevinden kolaylıkla kaçıyor. “Dazkırı’ya gittim. Polis beni aramadı.” diyor. Suikast sonrası gideceği yurtiçi ve yurtdışındaki adresleri belirleniyor. Pasaport için fotoğrafını Osman Atay’a veriyor.



Demirağ, iddianameye yansıyan ifadesinde, 1978-1979 yıllarında Dazkırı’da Kemal Duruhan’ın başkanlığında (kendisi ikinci başkan) Ülkücü Gençlik Derneği’ni kurduklarını, derneğin amacının Türk milliyetçiliğinin ve Türk devletinin güçlülüğüne çalışmak olduğunu, aslında silahlı mücadeleyi benimsemediklerini ancak solcu grupların silahlanması üzerine bazı üyelerinin de bu harekete silahlanmak suretiyle karşılık verdiklerini, görevinin 1980 yılı başlarına, eğitim enstitüsüne tekrar kayıt oluncaya kadar devam ettiğini ve okuma sırasında ülkücü faaliyetleri bıraktığını söylüyor.



Yine 1971-72 yılları arasında Denizli Güney ilçesinde Kanlıgöl denen bölgede Ülkücü Gençlik olarak topluca jimnastik ve spor yaptıklarını, Ankara Ticaret İlimler Akademisi’nde okuyan Şevki Acaroğlu’ndan da karate dersleri aldığını, 1978-79 yıllarında Dazkırı’da Ülkücü Gençlik Derneği ikinci başkanlığı yaptığı dönemde silahlı eğitim atışları yaptığını anlatıyor.



‘Cezaevinde çürüyorsun’



Kartal Demirağ, Kemal Horzum’un adamı olarak bilinen Osman Atay’la Dalaman Cezaevi’nde görüştüğünü anlatıyor. Atay, Demirağ’a para veriyor ve “İsviçre’ye gelseydin bu işler başına gelmezdi, rahat ederdin.” diyor. Atay, 1987 yaz aylarında bir Kurban Bayramı gününde tekrar cezaevine geliyor. Cezaevinden kaçacağını söyleyen Demirağ’a, İsviçre Basel şehrinde Uzvil Otel adresini veriyor.



Pasaport çıkarmak için bir fotoğrafını alıyor. Demirağ’a, Horzum ve ekibinin Özal hükümetinin uygulamalarından şikâyetçi olduklarını anlatıyor ve “Sen ufak işlerle cezaevinde çürüyorsun, yapacaksan büyük iş yap.” dediğini aktarıyor. Demirağ, cezaevinden çıktıktan sonra gittiği illeri, görüştüğü kişileri, para, sahte kimlik ve silahı nereden nasıl aldığını, hastane tetkiklerini, kongre salonuna nasıl girdiğini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Suikastı cezaevi şartları kötü olduğu ve af çıkmadığı için tek başına, hiçbir yardım almadan tasarlayıp işlediğini ısrarla vurguluyor.



İddianamede iki gazeteci, sağlık çalışanı ve Demirağ’ı elinden yaralayan koruma polisi Ziya Ayaz’ın da aralarında olduğu 10 tanığın ifadelerine yer veriliyor. Bazı tanıklar, Demirağ’ı salonda olay öncesinden çok önce gördüklerini ve yanında başka birilerinin de olduğunu söylüyor.



Kartal Demirağ’ın üzerinden çıkan notlara ve Semra Özal’a yazdığı tehdit mektuplarına da yer veriliyor. Demirağ, mektuplarda Semra Özal’a “Sayın Yeğinmen” diye kızlık soy ismi ile hitap ediyor ve bir yerde, “Af çıkarılmazsa örgütümüz sizi öldürecek.” ifadesi yer alıyor.



Delillerin değerlendirilmesi



Savcılar, delil değerlendirmesinde sanığın ülkücü düşüncede ve kendi tanımıyla ‘Atatürk milliyetçisi’ görüşlere sahip olduğuna dikkat çekiyor. Demirağ’ın kullanılmaya açık karakterde olduğu ise şöyle anlatılıyor:



“Sanık Kartal Demirağ’ın çoğu suçlu tipinin dışında bir benliğe diğer suçlulardan farklılıklar gösteren bir kişiliğe sahip olduğu görülmüş ve öğrenilmiştir. Diğer bir anlatımla sanık Kartal Demirağ’ın soğukkanlı yaptığı eylemin bilincinde taviz vermekten kaçınan katı insanca olan merhametten yoksun suçlu örneğini verdiği müşahede edilmektedir. Bu suçlu tipinde bir yasal veya yasadışı örgüte sığınma şartı olmadığı yalnız tasarladığı eylemi düşüncesi ve yapacağı fiili kabul etmesinin yeterli olacağı bilinmektedir. Bu tür suçlu tipinin üçüncü kişilerce elde edilmesi sevk ve idare edilmesi de kolaydır. Hatta üçüncü kişiler olayda görülmeksizin suçlunun yapacağı eylemden her zaman çıkar sağlayabilir.



“İşte sanık Kartal Demirağ ifadesinde bildirdiği Osman Atay da sanığın bu karakterlerinden faydalanmaya eylemini çabuklaştırmaya ileriye açık vaatlerde de bulunarak sanığın fiilini öncelikle işlemesine dolaylı olarak iknaya çalıştığı sezilmiştir. Eylemin geciktirilmeksizin ifasında suçluya kolaylık ve vaadin önem taşıdığını çok iyi bilen Osman Atay bunu her hareketi ile göstermiştir. Yine sanık Kartal Demirağ’ın ideolojik fikirlerinden hareketle bu durumdan faydalanmaya kalkışan yasal veya yasadışı örgütlerin yöneticileri fertler olabileceği varsayımıyla soruşturmanın bu yönünün araştırılması ve bu yönden sürdürülmesi cihetine gidilmiştir.



Sanık hakkında kendisine isnad edilen suç için kamu davasının açılmasına yeterli deliller ve emareler vardır. Bu hal içinde sanık hakkında kamu davası açılarak üçüncü kişilerin eylemdeki ilişkilerinin araştırılmasına ve tespitine devam edilmesi için evrakın tefrik edilmesinde bir sakınca görülmemiştir.”



Savcılar, Demirağ’ın, Başbakan Turgut Özal’ı öldürmeye tam teşebbüs suçundan dolayı TCK’nın 450/2-4, 62, 31, 33; suç mevzuu tabancayı ruhsatsız bulundurmak ve taşımaktan dolayı 6136 sayılı kanunun 13; TCK’nın 36; Hayati İpek isimli kişinin nüfus tezkeresini alarak kendi fotoğrafını yapıştırmak ve doğum tarihini değiştirmek suretiyle kullanmak, bu nedenle nüfus tezkeresinde sahtekarlık yapmak suçundan dolayı TCK’nın 350/1, 40, 69, 71’inci maddelerine göre ayrı ayrı cezalandırılmasına karar verilmesi için muhakemesini istiyor (30.9.1988). İddianamede Nusret Demiral Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcısı Tevfik Hancılar, Ankara DGM Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Ülkü Coşkun ve Ankara DGM cumhuriyet savcı yardımcısının imzası bulunuyor.



Cevap bekleyen sorular



Kartal Demirağ, 18 Haziran 1988’de Ankara Spor Salonu’ndaki ANAP kongresinde iki el ateş ederek Özal’ı yaraladı. 15 gün sorgulandıktan sonra Ankara DGM’de hâkim huzuruna çıkarıldı. 30 Eylül 1988’de Nusret Demiral, Tevfik Hancılar ve Ülkü Coşkun’dan oluşan DGM’nin 3 savcısı iddianameyi hazırladılar. Demirağ, 1 Kasım 1988’de Ankara DGM’de yargılanmaya başladı. 27 Ocak 1989’da 20 yıl hapse mahkûm edildi. 16 Nisan 1992’de şartlı tahliye yasasından yararlanarak serbest kaldı. Başka bir suçtan tutuklanarak cezaevine gönderildi. Peki, soruşturma ve dava sürecinde neler yaşandı? Dava dosyası, tanık ifadeleri ve hukukçuların değerlendirmelerine göre Özal suikastı dosyasında cevap bekleyen çok sayıda soru vardı:



1. Demirağ, Sandıklı Cezaevi’nden Dalaman Cezaevi’ne 20 Ocak 1988’de getirildi, 22 Ocak’ta da elini kolunu sallayarak kaçtı. Demirağ’ı Sandıklı’da kimler ziyaret etti? Dalaman açık hava cezaevine kolayca niçin nakledildi? Yakalanması için ne gibi girişimlerde bulunuldu?

2. Cezaevinden firar ettikten sonraki 5 ay ne yaptığı karanlık. İfadesine göre; memleketi Dazkırı’ya gitti, silah aldı. Adana’da bir süre kaldı. Hastaneye, psikiyatri servisine gitti. Firari bir kişi yakalanmadan nasıl bu kadar rahat hareket edebildi?

3. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, gazetecilerin sorularını cevaplarken, suikast görüntülerini izlediğini belirterek, “O kişi komando eğitimi almış.” diyordu. Demirağ’a komando eğitimi nerede, kim tarafından verildi? Demirağ bir röportajında 12 Eylül öncesi Dazkırı’da emekli bir askerden eğitim aldığını açıklamıştı. Kimdi bu kişiler?

4. Delege kartı olmayanlar salona alınmıyordu. Demirağ, salona nasıl girdi? Güvenlik duvarını geçerken yardım eden oldu mu? Silah salona nasıl sokuldu? İçeride biri mi verdi? Emekli Savcı Uğur Tönük, “İçeriden birinin verdiğini tespit ettik.” diyordu. Bu iddianın üzerine gidildi mi?

5. Kongrede genel başkanlar tribünlerde, delegelerin arasında oturur. O gün kongre salonuna herkesin dolaştığı yerde neden koltuk ayrıldı? Özal’ın nereye oturacağını Demirağ önceden biliyor muydu? Koltuklar neden ve kim tarafından suikastçı ile burun buruna gelebileceği bir yere kondu?

6. Eski Bakan Vehbi Dinçerler gibi bazı tanıkların salondaki ikinci-üçüncü silahlı kişilerle ilgili ifadeleri zabıtlara neden girmedi? İddianamede niçin yer almadı?

7. Demirağ ilk ifadesinde ısrarla Özal’a rastgele ateş ettiğini söyledi. Görgü tanıkları Demirağ’ın önündeki bir kişinin omzundan destekli atış pozisyonu ile ateş ettiğini söyledi. Demirağ neden rastgele ateş ettiğini söyledi? Önünde omzuna dayanak yaptığı kişi kimdi?

8. Demirağ’ın suikastta kullandığı İngiliz Weber-Scott marka silahın yapılan balistik incelemesi sonucu daha önce herhangi bir olayda kullanılmadığı ve üçüncü kurşunda tutukluk yaptığı saptandı. Silahın ruhsatının Kars Emniyet Müdürlüğü’nden alındığı ortaya çıkarıldı. Demirağ’ın tabancayı nasıl aldığı araştırıldı mı?

9. Kardeşi Ali Demirağ, “Kartal’ın bütün ilişkilerini anlattım.” dedi. Babası ve onu tanıyanlar “Tek başına yapamaz. Birilerini saklıyor.” ifadelerini kullandı. Bu ilişkilerin üzerine neden gidilmedi? MİT soruşturmaya nasıl girdi? Demirağ’ın bir röportajında söylediği “Horzum konusunda yönlendirildim.” iddiası araştırıldı mı? MİT, hangi bilgi ve belgeleri savcılığa intikal ettirdi?

10. Özal, ‘Başbakanı öldürme amaçlı bir saldırı düzenlenecekse bunu MİT ve Emniyet istihbaratının bilmemesi mümkün değil. Suikastı MİT ve Emniyet isterse çözülebilir’ diye düşünüyordu. MİT, çeşitli partilere girip-çıkmış, kaymakam yaralamış, cezaevi firarisi, suç dosyası kabarık birini neden takip etmedi?

11. TRT’nin, emniyet foto film merkezi ve özel şirketlerin suikast anında çektiği görüntüleri Özal defalarca izledi ve izletti. Özal, gazeteci Yavuz Gökmen’in “Suikast basit mi yoksa beynelmilel bir örgüt işi mi?” sorusuna; “Ben basit görmüyorum. Ama ilk bakışta bu kişinin profesyonel biri olduğu anlaşılıyor.” cevabını verdi. Onu böyle düşünmeye iten sebepler neydi?

12. Demirağ’ın kaldığı Numune Palas Oteli’ndeki odada yapılan aramada telefon numaraları ve notlarının bulunduğu defter soruşturmanın odak noktasını oluşturuyordu. Notlarda ne vardı? Telefonlar kimlere aitti? Bu kişiler sorgulandı mı?

13. Demirağ, ifadesinde, en az 6 kez psikolojik rahatsızlığı olduğunu, yaşamak istemediğini, hafızasının gidip geldiğini söylüyordu. Savcılar, polisler ve doktorlar saldırganı dengeli, soğukkanlı ve sağlıklı buldu. Psikolojik rahatsızlık önceden öğretilmiş bir ifade verme şekli miydi?

14. Demirağ’ın sorgulamaları video kasete kaydedildi. 3 video kaseti tab edilmek üzere emniyete götürüldü. Mahkemede delil olarak kullanılacağı belirtilen bu sorgulamaların tamamında ne vardı?

15. Başbakan Özal’ın Demirağ’ın geçmişi ile ilgili açıklamalarına TRT haber bültenlerinde yer verilmedi. Kamuoyu savcılar tarafından bilinçli bir şekilde yönlendirildi mi?

16. Özal’ın örgüt bağlantısı açıklamaları neden sansürlendi?

17. Doğu Perinçek’e ait 2000’e doğru dergisinde (21 Temmuz) “Özal’ı ben vurdum” başlıklı röportajda Murat Ağırtıcı’nın iddialarına yer verildi. Perinçek, Demirağ’ın üzerindeki dikkati neden dağıtmak istedi?

18. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, Demirağ’ın eylemi tek başına yaptığına inanıyordu. Oysa onu tanıyanlar ve Kartal Demirağ’ın 1980 yılında arkadaşlarını yaralama olayındaki avukatlığını yapan Abdullah Gedik, “Demirağ, suikastı yapması için cezaevinden kaçırıldı.” iddiasını ortaya attı. Gedik’i bu açıklamayı yapmaya iten bilgiler nelerdi?

19. Emniyet, Demirağ’ın bu işi tek başına yaptığına nasıl kolayca ikna oldu?

20. Özal; Bülent Şemiler ve Ahmet Selçuk’u neden İsviçre’ye gönderdi?

21. Suikastın İsviçre bağlantısı neydi? İsviçre’deki bankalara yatan bazı paraların anlamı neydi? Hangi hesaplara kimler tarafından ne miktarlarda para transferleri yapıldı?

22. İsviçre istihbaratı başta Erol Simavi olmak üzere birkaç ismi verdi. Korkut Özal bildiklerini savcıya anlattı. Ahmet Özal da bazı isimleri savcıya açıkladı. Sabri Yirmibeşoğlu’nun ismi geçti. Bu isimlerle ilgili ne gibi bir soruşturma yapıldı?

23. 1 Kasım 1988’de Savcı Yardımcısı Tevfik Hancılar iddianameyi okudu. İlk duruşmada bazı tanıklar dinlendi. Mahkeme ara kararında savcılığın tanık gösterdiği 93 kişinin dinlenmemesini kararlaştırdı. Bu tanıklar neden dinlenmedi?

24. İddianameye göre; Osman Atay, suikast öncesi Demirağ’ı cezaevinde ziyaret edip para yardımında bulunuyor. Hatta para verip sahte pasaport hazırlıyor, suikast sonrası İsviçre’ye hangi yollarla nasıl gideceğini anlatıyor. O hâlde Atay, neden sanık sandalyesine oturtulmadı?

25. İsviçre’de taksicilik yaptığı belirtilen Osman Atay’a daha sonra Milliyet muhabiri ulaştı. Atay, hakkındaki tüm iddiaları yalanladı ama 1986’da Kartal’ı cezaevinde gördüğünü de söyledi. Atay, “Elçilikte kaydım ve adresim var, isteseler beni bir saat içinde bulurlar. Hiçbir yazı gelmedi.” dedi. Atay hakkında neden iade başvurusunda bulunulmadı?

26. Bir örgütle bağlantılı olduğu iddianamede belirtildiği hâlde Demirağ, TCK’nın 450. maddesine göre yargılandı ve 20 yıl ceza ile kurtuldu. İnfaz yasasına göre 8 yıl yatıp serbest kaldı. Demirağ hakkında niçin örgütlü suçlarla ilgili 146-1’den dava açılmadı?

27. 1990’da Bahadır Tamer adlı hükümlünün ihbarını değerlendiren polisin aldığı ifadenin gazetelerde yayımlanmasını engellemek için DGM, gazetelere baskın düzenledi. Tamer, Demirağ’la aynı kovuşta kalmış, Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’ya gönderdiği ihbar mektubunda Demirağ’ın kaçmasına yardım eden savcı ve çeşitli cezaevi görevlilerinin adını vermişti. DGM’yi telaşa düşüren neydi? Tamer’in ihbarı nasıl değerlendirildi?

28. 1994’te, Özal’a suikastın önce Veli Can Oduncu’ya teklif edildiği ancak Oduncu’nun teklifi kabul etmemesi üzerine kısa süre sonra cezaevinde meydana gelen bir olayda öldürüldüğü iddia edildi. Ülkücü görüşlü Oduncu, 12 Eylül öncesi 7 TİP’linin öldürülmesinden hüküm giymişti. Bu iddia araştırıldı mı?



Delil olmaması örgüt yok anlamına gelmez



Özal suikastı davasının müdahil avukatı Mehmet Yaşar Sevük, aceleye getirildiğine inandığı yargılamadaki soru işaretlerine hak veriyor.



Özal suikastı davasının müdahil avukatı Mehmet Yaşar Sevük, “1988, ANAP ikinci olağan büyük kongresinde ordaydım. Suikast teşebbüsüne şahit oldum. Ceza davasında da Özal’ı ben temsil ettim. Bütün duruşmalara katıldım.” diyor. Sevük, avukatlıktan emekli olmuş. Özal suikastı dosyası ile ilgili yeniden soruşturma açılmasının olayla ilgili bütün soru işaretlerini ortadan kaldırabileceğini söylüyor. “Mahkemenin örgüt yok demesi, örgüt olmadığı anlamına gelmiyor.” diye konuşuyor. Özal suikastının müdahil avukatı sorularımızı cevapladı.



-Suikast sırasında neredeydiniz?



Büyük kongreyi organize edenler içindeydim. Özal konuşmaya başladığı sırada kürsünün arka tarafında daha yukarıda bir yerdeydim. Bütün olayları gördüm.



-Nasıl gerçekleşti?



Eşiyle beraber biraz geç geldi, program devam ediyordu, çok kalabalıktı. Kürsüye doğru konuşma yapmak için yürüdü, icraatı anlatıyordu. Konuşmasının başında bir yerde silah sesi duyduk. Kurşun seslerini duyunca ne olduğunu anlamadık önce. Panik havası oldu. Bakanların korumaları müdahale etti, epey bir silahlı çatışma gibi kurşun sesleri duyuldu. Dedim ki ‘herhâlde büyük bir çatışma var, bir grup kongreyi bastı’. Ama sonra korumaların silahlarından çıkan sesler olduğu anlaşıldı. Sonra bir adamın yerde döndüğünü gördüm. Galiba hedef olmamaya çalışıyordu. Kurşunlardan birisi ile vurulmuş. Özal’ın korumaları tedbir aldı. Demirağ yerde yatıyordu, üstüne de bir şey örttüler, ölmüş gibi yatıyordu orada. Sonra alıp çıkardılar.



-Silah sesleri kesilince ne yaptınız?



Salon şok geçirdi. Kimse yerinden ayrılmadı. Özal sonra geldi konuşmasını tamamladı. Eli sargılıydı. Parmağı yaralanmış. Güzel bir konuşma yaparak hiçbir şey yokmuş gibi devam etti.



-Afyon’da Demirağ’ın avukatlığını yapmış bir kişi ‘tek başına yapamaz’ diyor?



Avukatı olduğuna göre bir şeylere dayanıyordur herhâlde.



-Silah nasıl sokuluyor?



Orası enteresan, tişörtlüydü. Nasıl ve kimden aldı?



-Sorgu kasete alınıyor. Tapeleri gördünüz mü?



Hayır. Demek ki delil olarak dosyaya girmemiştir. Sorgulamada bir kısmı dava dosyasına delil anlamında konabilir, bir kısmı konmayabilir, savcı dava açarken hangi delillere dayanıyorsa, hangi bulgular varsa onları koyar. İfadeleri okumadan değerlendiremeyiz.



-İlk duruşmada alınan ara kararla 93 tanığın dinlenmemesi söz konusu?



Dava dosyasında 93 kişinin ifadeleri yer almıyordu. Bunlar savcılık aşamasında dinlenip dava delili olarak kullanılmayanlar olabilir. Dava dosyasında 93 kişinin ifadeleri yoktu.



-Davayı siz takip ettiniz?



Umumi vekâletim vardı, soruşturma aşamasından sonra davada müdahil vekil olarak bulundum. Duruşmalara katıldım.



-Özal suikastın arkasında bir odak arıyor. Demirağ’ın tek başına olduğuna inanmıyordu. Neden odak arıyordu?



Genel tecessüs olarak çok analitik kafa yapısı vardı. Kendisini hedef alan bir suikast girişimiydi. Türkiye’de birtakım düzenlemeler, yasal değişiklikler yapıyordu, onun neresinde bu olay diye tecessüs içinde hareket etti. Başkası ile ilgili olsa da yine ilgilenirdi. Büyük fotoğrafa her zaman ayrıntısı ile bakan bir kafa yapısı vardı. Bu özel olay bütünün neresinde diye bakardı.



-Tetikçi profesyonel mi?



Profesyonel yönü olabilir. Gayet soğukkanlıydı. Salonda kurşunlardan kaçmak için yaptığı o hareketi gözümün önünde. Ondan sonra ölmüş gibi serilip yattı orada, kıpırdamıyordu. Üzerine gazete gibi bir şey de serdiler. Vurulmamaya çalıştı, nitekim o kadar ateş edildiği hâlde vurulmadı. Profesyonel olmasa ölürdü.



-Nasıl seyretti dava?



Fevkaladeliği yoktu, rutin bir ceza davasıydı. Zaten çok tartışma konusu da olmadı. Normal seyrinde gitti. Davada müdahil avukatın görevi, müvekkilin haklarını korumak, cezaları istemesidir, aktif değildir, takip ederiz, gerekirse müdahil oluruz.



-Savcı Demiral sürekli açıklama yapıyor?



Hâkimler kararları ile konuşur.



-Türkiye’de davalar çok uzun sürer, bu dava kısa sürede sonuçlandı?



Davaların uzun sürmesinin başka sebepleri var, delil toplanamıyor, sanık çok oluyor. Burada sanık belli, olay belli. Bir de önemli bir davaydı.



-Hiç itiraz ettiniz mi?



İtiraz olacak bir durum olmadı. Özal’ın maddi manevi tazminat talebi de olmadı. O biraz rahmetlinin bağışlayıcı olmasının sonucuydu. Demirağ’ı affetti. Bir de ‘o sadece bir tetikçi’ diye düşünmüş olabilir.



-Mustafa Kalemli içişleri bakanıydı, Mehmet Ağar emniyet genel müdürü. Ağar, ‘Soruşturma aşamasında biz devreden çıktık, savcılık olaya el koyunca takip edemedik’ diyor.



Avukat olarak şunu söyleyeyim, soruşturmayı savcılık yürütür. Kolluk kuvvetleri savcılığın yönlendirmesi ile hareket eder. İlk olay anında tabii güvenlik kuvvetleri var. Burada suçüstü durumu söz konusu. Savcılık neyi bekleyecekti diye düşünürüm. Çatışma devam etseydi, uzasaydı, emniyetin anında müdahalesini gerektiren bir olay olsaydı. Emniyet derleyip toparlayıp savcılığa intikal ettirmiştir.



-Özal soruşturmadan memnun görünmüyor?



Özal daha işlevsel bir adliye düşünüyordu. Daha hızlı karar verebilen bir adliye olmasını istiyordu, hantal bulmuştur. Özal, suikastın her unsuru ile her yönü ile değerlendirilmesini bekliyordu. Ama adliyenin bu kadar cevval bir yapısı yoktur, genel bir değerlendirme olarak söylüyorum.



-Demirağ’ın 80 öncesi ilişkileri, cezaevinden kaçması, üzerinde bulunan paralar, silahı nasıl aldığı bir sürü soru işareti var. Bu soruların cevapları neden verilemedi?



Bugün itibarıyla eksik tahkikat diyebilmemiz zor. Ama bu soruların cevaplarının da mutlaka verilmesi gerekir. Başbakana yapılan böyle bir hareketin her yönüyle incelenmesi gerekir. Bunların dosyaya girecek şekilde ele alınmamış olması hukuki açıdan bir eksiklik olarak değerlendirilebilir. Eksik tahkikat demek için de somut bilgiler olması lazım. Sanığın banka hesaplarının incelenmesi, organize edenlerin kimliği açısından önemlidir, kendisini suçlayacak unsurlar çıkabilir, iade-i mahkeme yapılır. Bir davanın karara bağlanması artık onun bir daha ele alınmayacağı anlamına da gelmez. Yeni deliller ortaya çıkarsa dava yeniden görülebilir. Böyle bir konu da olmadı. Eğer bunlar yapılmamışsa bugünkü soruşturma tarihîdir.



-Demirağ, çeşitli kamplarda eğitildiğini söylüyor. 80 öncesi olayların içinde var. Örgüte Özal da dikkat çekiyor. Bunlar dava konusu olmuyor?



Bunlar mahsus incelenmemiştir, o anda aktüel değildir... Hangisidir bilemiyorum ama dava tarihindeki konular içinde yoktu bunlar. Demirağ’ın ilişkileri vs. daha sonra basın ve Özal’ın konuyu takip etmesi ile ortaya çıktı. Bir de bir an önce dava açılması, cezasının verilmesi psikolojisi vardı. Böyle baktılar meseleye.



-Bu acelecilik, diğer yandan bazı ilişkilerin ortaya çıkmasını önlemiş olmuyor mu?



Daha sonra detaylar ortaya çıkıyor.



-Mahkeme ve dava sadece Demirağ’la sınırlı kalıyor. Onun dışında sanık yok?



Sanık belli, olay belli, bir şekilde bu davanın görülüp daha sonra eğer bu bir organize olaysa, ilişkileri ile vs. dava konusu yapılması da mümkün. Onlar için tekrar dava açılması mümkündür ama öyle bir gelişme olmadı. Aslında savcılık her olayda hiçbir ihbara, şikâyete gerek olmaksızın kendiliğinden yapabilirdi bunu. Yapmadı.



-Mustafa Kalemli ‘Vatandaş olarak kanaatim örgüt var ama yetkili olarak somut bilgiye ulaşamadık’ diyor.



Hukukçu olarak söylüyorum; örgüt olduğunu değerlendirebilmek için somut delillere ihtiyaç hissedilir. Organizasyon değildir diyemem ama olduğuna dair bir bilgim yok. İkna edici bir şey olması lazım. Örgüt olduğuna inanmıyorum da demiyorum. Benim ulaşabildiğim kanaatimi oluşturacak yeterli delil yok benim açımdan. Delil olmaması örgüt yoktur anlamına gelmez. Çeşitli şüpheler var, sorular var. Tek sanıklı bir dava şeklindeydi. Onun bağlantıları var mı, böyle bir şey yoktu. Suikast girişimi bugün yine soruşturuluyor. Ortaya çıkacak delillere göre yeniden dava açılabilir.



-Danıştay saldırganı Alpaslan Aslan yakalandı, dava görüldü sonra Ergenekon’la birleşti. Kartal Demirağ için de böyle bir süreç olabilir mi?



Mutlaka o tarihteki veriler, dava dosyası inceleme konusudur. Yeni deliller ortaya çıkarsa tabii ki olabilir.



-Yeniden soruşturma açılabilir mi?



Biz hukukçular düz bakarız, olay nedir, şudur. Başka olaylarla ilişkisi var mı? Gözümüzün içine sokulacak kadar somutsa tamam, yoksa yok. Diğer olaylarla ilişkilendirecek kadar hukukçunun kabiliyeti yok. Sebep sonuç bu kadar. Ufkumuz yoktur.



-Böyle mi olması lazım?



Olmaması lazım. Şu değerlendirmeyi yapıyorum. Hukuk camiası genel sektörler içinde başarısızdır. İçtihati gelişmeyi yapamadık. Ticari Kanunu, Borçlar Kanunununu sil baştan yapıyoruz. Bu bizim hukukçular olarak yeterli içtihadi gelişmeyi sağlayamadığımızı gösterir.



-Dosya kapandı mı?



Dava bitmekle her şey bitmiş sayılmaz hukuken. Örgütlü suç demek için yeterince somut delil görmemiş olmaları lazım. Cezada önemli olan olgulardır, somut delillerdir. Onların hangi suça tekabül ettiğidir. Böyle kuru, dar bir perspektif var. Gözümüze aykırı gelen hareketleri desteleyen delil olması lazım ki bu suç delili sayılsın. Böyle bakmış olabilirler.



-Soruşturmadan ne çıkar?



Netleştirilmesi lazım. Geçmişin bu bilgileri, bulguları ile belki yeniden bir sonuca varılacaktır, varılmalı da, zihnimizden çıkması lazım. Kişi olarak on seneye damgasını vuran bir adamın hayatına kasteden olay her halükârda aydınlatılmalı. Yeni tahkikatın sonucuna bakmak lazım. Yeni tahkikatın seyrini takip etmek lazım.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Demirağ’ı engellemesem Özal ölmüştü

24 Eylül 2012 / İDRİS GÜRSOY
Özal’ın 1993’te ani ölümü ile ilgili şüpheler üzerine Başsavcılık kabrin açılmasına karar verdi. 1988’deki suikast girişimi dosyası da incelenecek. Özal’ı ölümden kurtaran ANAP’lı delege Ali Ünal’a göre; Özal, örgütü çözdü ancak üzerine gidemedi.
Tarih, 18 Haziran 1988… Yer, Ankara… Kartal Demirağ’ın tabancasından çıkan iki kurşun Başbakan Turgut Özal’a isabet etse, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası demokratik sürece geçiş dönemi o gün kapanacaktı. Anavatan Partisi’nin (ANAP) Ankara Atatürk Spor Salonu’ndaki ikinci olağan kongresinde suikastçı ilk mermiyi sıktığında, hemen arkasında duran delegelerden biri hamle yaptı. Tetikçinin ikinci kurşunu nişan alarak ateşlemesini önledi. İlk mermi mikrofondan sekerek eline isabet eden Turgut Özal, hızla kendini kürsünün arkasına bıraktı. Yerde perende atarak kaçmaya çalışan bir saldırgan ve ardı ardına patlayan silahların sesi vardı geride. İşte o kadar polis ve istihbaratçı dururken, Özal’ı ölümden kurtaran bu kişi, bir delege, Ali Ünal’dı.

Özal’ın 1993’te ani ölümü ile ilgili şüpheler üzerine Ankara Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturmada savcılar, kabrin açılmasına karar verdi. 1988’deki suikast girişimi dosyası da incelenecek. Ölümü gibi, suikastın üzerindeki sis perdesi de aralanmaya çalışılacak. Özal’ı ölümden kurtaran ANAP’lı delege Ünal’a göre; suikastın arkasında emniyet ve istihbarattan kişiler vardı. Özal, örgütü çözdü ancak üzerine gidemedi. Ünal, “Kartal Demirağ’la birlikte biri kız iki kişiyi daha gördüm. Kimse bunları bana sormadı. Ne fotoğraf gösterildi ne de suikast anının filmi seyrettirildi. Mehmet Ağar, tatbikat için Atatürk Spor Salonu’na beni evimden aldırıp götürdü. Sonra gece yarısı dışarıda bırakıverdi.” diyor. Ünal’a göre, kendisine mesaj verildi, suikast soruşturmasının üzeri kapatıldı.
Peki, Özal’a suikast girişimi nasıl olmuş ve daha sonra neler yaşanmıştı? Türkiye, 18 Haziran 1988’de yapılacak ikinci ANAP genel kongresine kilitlenmişti. Kongre öncesinde oluşacak yeni MKYK’ya, Özal’ı cumhurbaşkanlığına taşıyacak kurul gözüyle bakılıyordu. Büyük kongrenin yapılacağı salon, dev Özal ve ANAP bayrakları ile süslenmiş, hıncahınç dolmuştu. Salonda günler öncesinden güvenlik tedbirleri alınmıştı. Delegeler kimlik kontrolünden sonra kapılara kurulan 4 adet x-ray cihazından geçiriliyordu. Kongrenin güvenlik organizasyonundan İlker Tuncay ve Mustafa Taşar sorumluydu. Özal ve eşi Semra Hanım için salonun orta bölümünde iki kocaman koltuk hazırlanmıştı. Programa göre Özal salonda bir tur attıktan sonra kendilerine ayrılan koltuğa oturacaktı. Ancak Semra Özal rahatsızdı, salona biraz da bu yüzden geç geldiler. Semra Özal’ın ısrarı üzerine Özal, protokol koltuğuna oturmak yerine konuşma yapacağı kürsüye yöneldi. Eğer Turgut Özal kendisine ayrılan koltuğa gitse, gazetecilerin arasına gizlenen Kartal Demirağ, çok yakın mesafeden ve tam karşıdan ateş edecekti. Özal korumasız ve savunmasız kalacaktı. Başbakan kürsüye yürüyünce plan bozulmuştu.
Başbakan ve ANAP Genel Başkanı Özal, 48 sayfalık kitapçığı kürsünün önüne koydu ve yoğun tezahüratlar arasında konuşmasına başladı. Semra Özal da kürsünün yanında bir sandalyeye oturdu. Saatler 12.18’i gösteriyordu. Kitapçığın 25. sayfasına geldi: “Hayalî ihracatçılarla, yem borusu kesilenlerle, devleti soyan kaçakçılarla mücadelemiz devam edecek… O zaman buyur kardeşim…” Cümlesini bitirememişti ki iki el silah sesi duyuldu. Kürsünün tam karşısına düşen foto muhabirlerine ayrılan bölümde bir süre ayakta bekleyen tetkikçi, 7.65 mm çapındaki tabancasını 12 metreden kürsüdeki Özal’a doğrultmuş ve ateşlemişti. Suikastçı, birinci kurşunda Özal’ın göğüs bölgesini, ikinci kurşunda ise sağ kasığını hedef almıştı. İlk kurşun Özal’ın karın bölgesine denk gelen mikrofon demirine çarpıp sektikten sonra sağ elinin başparmağı ile işaret parmağı arasındaki dokuyu delip geçmiş, ikinci kurşun da başını sıyırarak arkadaki divan kürsüsünün tahtasına isabet etmişti.
Delegelerden Ali Ünal, ikinci mermiyi atarken arkadan sarılarak suikastçının nişan almasını engellemiş ve başbakanın hayatını kurtarmıştı. Panik hâlinde çığlıklar atan Semra Hanım, eşinin üzerine kapandı. Başını yokladı. Özal, “Parmağımdan vuruldum, bir şeyim yok.” dedi. Semra Özal, korumalara bağırdı. İlginç bir şekilde o anda ne koruması Musa Öztürk ne de Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar salondaydı.
Özal’ın yanına ilk gelen, doktoru Cengiz Aslan oldu. Parmağı mendille sarıldı. Başbakan, ‘Salona hâkim değiliz, çıkalım’ teklifini geri çevirdi. Özal’ın teknik danışmanı Erkan Zenger, mikrofonu eline aldı ve salonu yatıştırdı. Kürsünün altında Özal, yanındaki Mehmet Keçeciler’e “Bu ne hâl?” diye sordu. Keçeciler aynı soruyu Mehmet Ağar’a yöneltti. Ağar, İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’yi işaret edecekti. Ertesi gün kongrede ‘Kalemli istifa’ protestoları yükseldi. Kalemli’nin iddiasına göre, istifası başbakan tarafından geri çevrildi. Suikast girişiminden sonra Turgut Özal’ın söylediği ilk cümleler, “Allah’ın verdiği canı Allah’tan başka alacak yoktur. Biz de O’na teslim olmuşuzdur.” oldu. Konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
Özal’ın çevresindeki korumalar ilk şaşkınlığı üzerlerinden attıktan sonra havaya ateş ederek saldırganın yere yatan kalabalık arasında belirmesini sağladılar. ‘Dağılın’ diye bağıran Demirağ, kaçamayacağını anlayınca gerilla dönüşünü yaparak kurşunların hedefi olmaktan kurtuldu. Ama sağ eli, pazusu ve omzundan vurulmuştu. Etkisiz hâle getirildi. Demirağ’ı sağ kolundan vuran, dönemin Maliye Bakanı Ahmet Kurtcebe Alptemoçin’in koruma polisi Ziya Ayaz’dı. Bu arada hastaneye götürülmek üzere salondan çıkarılan Demirağ’ı silahlı bir kişi öldürmeye kalkıştı. Dönemin Malatya Milletvekili Bülent Çaparoğlu, Mehmet Ağar’ı, “Bu sana teslim. Hayatına bir şey olursa bil ki senin yakandan tutarız!” diye uyardı. Demirağ, yaralı olarak yakalanıp hastaneye götürülürken Turgut Özal’ın durumunu merak ediyordu. Polislere yolda “Başbakana bir şey oldu mu?” sorusunu yöneltti. 5. Dahiliye servisindeki odasına polis kimliği ile girmeye çalışan bir kişi yakalandı. Sanığı koruma tedbirleri artırıldı. Demirağ, ifadesinde, Özal’ı affa karşı olduğu için vurduğunu söyledi.
Özal, Kartal Demirağ’ın nişan alarak ateş etmesini engelleyen Ali Ünal’a konutunda teşekkür etti. “Kim bilebilirdi ki bir muhtar beni ölümden kurtaracak.” dedi. Ünal, Özal’a suikastla ilgili soruşturmanın yeniden açılmasından sonra olayı ilk defa bütün yönleri ile Aksiyon’a anlattı. ANAP’lı eski delegenin sorularımıza verdiği cevaplar, Özal suikastı üzerindeki şüpheleri daha da derinleştirecek gibi görünüyor.
-Siz Kartal Demirağ’ı tetiği çekmeden gördünüz mü?
Olaydan önce gördüm, aynı adamdı. Salona sürekli girip çıkıyordum, herkes kendi adamını yönetime seçtirmek için çalışıyordu, ben de ona uğraşıyordum. Üç kişiydi bunlar, dışarıda. Üzerlerinde tişört vardı. Biri kızdı. Sonra içeride bir daha gördüm. Aynı tişörtler, yabancı yazılar vardı; İngilizce yazıyordu galiba, ben anlamıyorum. Ellerinde sadece çanta vardı.

Suikastın kronolojisi

20 Ocak 1988’de Kartal Demirağ, Dalaman Cezaevi’ne nakledildi.
22 Ocak’ta da elini kolunu sallayarak kaçtı. Adam öldürmeye teşebbüsten hüküm giymişti. Suikast öncesi beş ay ne yaptığı bilinmiyor. Demirağ, 18 Haziran 1988’de Ankara Spor Salonu’ndaki ANAP kongresinde iki el ateş ederek Özal’ı yaraladı. 15 gün sorgulandıktan sonra Ankara DGM’de hâkim huzuruna çıkarıldı. Özal’a suikast girişimi sırasında Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu, Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar, İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli, Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral idi.
30 Eylül 1988’de Nusret Demiral, Tevfik Hancılar ve Ülkü Coşkun’dan oluşan DGM’nin 3 savcısı, 3,5 ay süren soruşturmalar sonucunda, 44 sayfadan oluşan iddianameyi hazırladılar.
1 Kasım 1988’de, yani 18 Haziran’dan sadece 6 ay sonra Kartal Demirağ Ankara DGM’de yargılanmaya başladı. Tek sanık Demirağ’dı. Örgüt bulunamadı.
24 Haziran 1988’de Korkut Özal, DGM’ye suikastın ardındaki ismin Erol Simavi olduğunu söyledi. Erol Simavi hakkındaki bu iddia araştırılmadı. 1993’te Erol Simavi, Hürriyet’i Aydın Doğan’a satarak yurtdışına yerleşti.
27 Ocak 1989: Yargılama sadece 6 ay sürdü. Demirağ 20 yıl hapse mahkûm edildi.
16 Nisan 1992’de şartlı tahliye yasasından yararlanarak serbest kaldı.
17 Nisan 1993’te Özal, Köşk’te görevi başında aniden vefat etti.
16 Mayıs 1993’te Süleyman Demirel cumhurbaşkanı seçildi. Temmuz 1993’te Mehmet Ağar, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne getirildi.
22 Eylül 2010: Ahmet Özal’ın, babası Turgut Özal’a suikast girişimiyle ilgili açıklamaları üzerine yeniden soruşturma başlatıldı.
23 Kasım 2011: Dönemin Emniyet Müdürü Mehmet Ağar, suikast ve Özal’ın ölümü ile ilgili Ankara özel yetkili savcılığına tanık olarak ifade verdi. Soruşturmayı yürüten Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin, suikastı daha önce soruşturan eski savcı Uğur Tonik’in de ifadesine başvurdu. Tonik, Çetin’e kızının kaçırıldığını ve eski MGK Genel Sekreteri Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu tarafından tehdit edildiğini söyledi.
15 Eylül 2011’de Ankara Özel Yetkili 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, parti liderliği, Valilik ve Emniyet Genel Müdürlüğü yapan Mehmet Ağar’ı Susurluk davasında 5 yıl hapse mahkûm etti.
4 Haziran 2012, Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu, Özal’ın ölümü şüpheli, mezarı açılsın raporu verdi. Cumhurbaşkanlığı Köşk’ünde güvenlik ve sağlık hizmetlerinden sorumlu kişileri kusurlu buldu. O dönemde Hasan Iğsız, Kemal Yamak ve Aslan Güner, Özal’ın yakınındaki görevlilerdi.
15 Haziran 2012: Suikastı ve Özal’ın ölümünü soruşturan Savcı Kemal Çetin DDK’dan raporu istedi. 3 Temmuz 2012’de rapor, Ankara özel yetkili başsavcılığına ulaştırıldı.
-Suikast anını anlatır mısınız?
Salonda basına yer ayırmışlardı. Küçük, kapalı bir platform. Ben içeride ön sıralardaydım. Delegeler nasıl olacak diye koşuyordum. Özal, kürsüde konuşuyordu. Beni biri itekledi. Arkaya şöyle yaslandım (Ayağa kalkarak gösteriyor). O arada önündeki adamın dalına (sırtına) silahı koydu, patlattı. Ben ikinciyi atarken eline vurdum. Sağ elindeki silah sol eline gitti. Arkadan kavradım ben bunu. Kavrayınca sol elindeki silahın kabzasıyla benim şuraya (kaşını gösteriyor) vurdu ve deldi. Kan fışkırıyor, bir metre ileri sıçrıyordu. Ama salmadım. Birinciyi attı, mikrofon borusuna vurmuş ve Özal’ın elini delmiş o kurşun. İkinci mermiyi engellemesem kafasına, kalbine gidecekti bilemiyorum. Ben salmayınca boşa gitti. Çelme attım, tökezledi. Yuvarlanmaya başladı. O arada maliye bakanının koruması kolundan vurdu. Bana ‘yat’ dediler, yattım. Onu da götürdüler.
-Ateş ettiğinde neredeydi?
Gazetecilerin arasındaydı. İçerisi sıcaktı. Emniyet teşkilatının çoğu dışarı çıktı. Belki 15 polis ya var ya yoktu içeride.
-Demirağ, ilk ifadesinde, ‘Rastgele ateş ettim’ diyor?
Yalan söylüyor. Rastgele ateş olur mu? Gözetledi de vurdu. Havaya ateş eder de adamı vurur mu? Adamın boyu kısa.
-Nasıl gelmiş oraya?
Aniden çıktı, kulübenin içindeymiş. Silah da elindeymiş.
-Silahla girmesi mümkün mü?
Yok, elinde silahla girmesi mümkün değil.
-Çiçekle, çelenkle getirilmiş olabilir mi?
Bilemiyorum. Kimler tarafından sokulduğunu bilmiyorum. Araştırsalar çıkartırlardı. Şimdi nasıl çıkarıyorlar? O zaman yok muydu? Emniyet istese bulurdu. Ya da emniyeti çalıştırmadılar.
-Silah nasıl sokulmuş olabilir?
Salona gelen her vatandaşı arıyorlardı. Bunları arayan kimdi? Aranmadılar mı? Emniyetten araya birini mi koydular? Kendisi birini bulup araya mı koydu, içeride birisi mi silahı verdi, onu bilmiyorum. Yalnız emniyet zaafı vardı.
-Niçin?
Ben her şeyi göğüslemişim. Beni ertesi gün evimden Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar suikast tatbikatı için alıyor, sonra gece yarısı ortada bırakıyor. Adam alındığı yere bırakılır. Silah yok, bir şey olsa müdahale edecek bir şeyim de yok. Adamlar yol kenarında aradılar, belki beni bulamadılar.
-Neden emniyet ve istihbarat bu olayı önleyemedi? Bir zaaf olduğunu düşünüyor musunuz?
Şimdi bu adamı araştırdıklarına göre, bütün partilerde görev yapmış. Bir kaymakamın boynunu kesmiş. Sabıka dosyası kabarık. Her şey var. CHP’ye, MHP’ye girmiş çıkmış. Her yerde de bir pislik yapmış. Beni şuradan şuraya giderken takip ediyorsun. Bu belirli bir adam, başbakanın kongresine nasıl gidiyor? İçeriye nasıl sokuluyor? Şimdi MİT’in, emniyetin elinde bütün fotoğrafları, her şeyleri var. O zaman araştırılsaydı. Böyle bir vurdumduymazlık olmaz.
-Demirağ tek sanık olarak yargılandı. Üç kişiyi gördüm diyorsunuz?
Üç kişiydiler. Aynı tişörtleydiler ve biri kızdı.
-Başka tanıklar da ikinci, üçüncü kişilerden bahsediyor. Siz mahkemeye tanık olarak gittiniz mi?
Tanık olarak gitmedim.
-İfadenizi aldılar mı?
Hiç almadılar.
-Neden?
Bu işin üzerine gitmediler. Bu işi örtmek için ellerinden geleni yaptılar. Ben bu adamla bir iki dakika boğuştum. Adama sarıldım, eline vurdum, adam sol elindeki silahın kabzası ile vurdu. Hâkim bir araştırır değil mi? Bir sorar değil mi? Ben canlı şahidiyim, yanındayım, içerideki adamın nasıl hareket ettiğini gören adamım.
-Vehbi Dinçerler ‘Sözler imzapta geçmedi’ diyor.
Ben aynısını konuşuyorum.
-Demirağ’ın omzuna elini koyarak ateş ettiği kişi kimdi?
Onun yüzünü görmedim. Silahı koydu, silah patlar patlamaz, baktım silah var. Oğlana vurdum, sağ eline vurdum. Silahı yine düşürmedi, sol eline geçti. Adamı zor zapt ettim.
-Siz olmasaydınız…
Özal’ı öldürürlerdi. 7.65 ufak silah. Büyük silah olsa oradan giremezdi. İlk kurşun zaten mikrofonu delmiş, ikinciyi atabilseydi göğsüne saplanacaktı. Belki adam beş de altı da atacaktı.
-Silah tutukluk yapıyormuş.
Ben tutukluk yaptığını görmedim.
-Demirağ’ın daha sonra bazı kamplarda özel eğitim aldığı ortaya çıktı. Siz onunla boğuştunuz. Ne düşündünüz?
Demirağ maşa, kimler yaptırıyorsa onların maşası. Çok iyi eğitilmiş, herkesin gücünün yeteceği bir adam değil aynı zamanda. Sıradan değil.
-İlk ifadesinde hapishanedeki şartlardan şikâyet ediyor ve ‘Af çıkmadı, bunun için yaptım’ diyor.
Bunlar öğretilmiş işte. Yakalanırsan böyle konuşacaksın, bunlardan başka şey konuşma, demişler.
-İddianamede ise ‘Şöhret olmak için yaptı’ deniyor.
Savcılar araştırsaydı bu örgütü ortaya çıkarırlardı zaten. Araştırmadıkları için böyle diyorlar. Sıradan olayları bile çözüyorlar. Türkiye’nin başbakanı bu ya! Adam şöhret olmak için başbakanı öldürmek ister mi?
-Özal kürsüye gitmese, salonda kendisine ayrılan sandalyeye otursa ne olurdu?
Direkt kafasına sıkacak adam. Kendisi anlatıyor. Koltuğa otursa, direkt ölecek. Kürsü ile tetikçi arası 20-25 metre. Sandalyeye otursa 3-4 metreye düşüyor mesafe, yanına kadar da gidebilirdi. Kim bakıyordu? Kimse ilgilenmiyordu ki!
-Soru işaretleri oldukça fazla. Neden aydınlatılamadı?
Bunların ama partide ama emniyette adamları var. Bunu devletin araması lazım. Devlet istese bulurdu. Şimdiki Ergenekoncuları nasıl arayıp çıkardılar. Neden o zaman gitmediler bunların üzerine? Sorsunlar Mehmet Ağar’a. Onun çok şey bilmesi lazım. Bunların içinde biri var ama Ahmet ama Hüseyin bilmiyorum. Kaymakamın boğazını kesiyor adam. Böyle birini devlet takibine almaz mı? Bu sıradan bir olay değil ki, kongre. Silah sıkar, bomba koyar, panik çıkartacak bir şey yapabilir. Tedbirler alınmaz mı? Özal “Ben bunları biliyorum evladım ama bize çok zaman aldırır bu işler. Memleket kaybeder. Lanet olsun.” dedi. Kendi lafları buydu. “Bunu iyi biliyorum ben.” dedi.
-Suikast sonrası salondaki tatbikata siz de katıldınız mı?
Evet. Olay yerine incelemeye götürdüler. Kartal Demirağ’a birkaç kişi gösterdiler. Beni işaret etti, “Bu adam olmasaydı ben Özal’ı vuracaktım. Bu adam engelledi beni.” dedi.
-Ne düşündünüz?
Emniyetin içinde de vardı bazı irtibatlar. Özal’a bu durumu anlattım. Dedi ki “Oğlum ben bu işi biliyorum. Üzerine gidersem yakalarız ama ülke kaybeder, çok uğraşmamız lazım.”
-Özal o gün ölseydi yerine kim gelirdi?
Teşkilatlarda Özal tek adamdı. Kaya Erdem’in falan arkasında adam yoktu. Sonradan cumhurbaşkanı olunca Yıldırım Akbulut’u başbakan yaptı. Kongreye gittiler, Mesut Yılmaz geldi.
-Dışarıda suikast yapılabilir miydi? Kongrede hedef alınmasının bir sebebi olabilir mi?
O zaman koruma da yoktu. Şimdiki başbakan çok iyi korunuyor. Allah vermesin. Başbakanın gittiği yerde büyük koruma var. Buraya da geldi Özal. Sağlık evi yaptırdım. Adamlar dışarıda da vururdu. “Mafyanın belini kırdım.” derken vuruldu bu adam. Bir mesaj var burada. Konuşmanın başında neden patlamadı da mafyadan bahsederken patladı? Bunu araştıracak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin emniyeti ve mahkemeleri. Sıradan bir vatandaş olsa üzerine çökerlerdi.
-Özal’la suikasttan sonra görüştünüz mü?
Rahmetli başından beri ilgilenmiş. Mendille kaşımdaki yarayı tuttum. İbn-i Sina’da üç saat diktiler. Özal, ‘Yara izi belli olmasın, güzelce ilgilenin’ diye emir vermiş. Sonra yanına çağırdı. Yine orada ekonomi çalışıyordu.
-Size olay anını sordu mu?
Nasıl olduğunu anlattım. 2 saat kaldık, oturduk. Halil Şıvgın ve birkaç milletvekili vardı, salmadı. “12 yaşımdan beri sabah namazını kılıyorum, inançlı bir insanım. Yurtdışında cami olan yerleri tercih ediyorum.” dedi. Sonra “Oğlum ben bunu biliyorum. Yalnız Cenab-ı Allah’ın verdiği canı Cenab-ı Allah alır. Kim bilebilirdi Ortaköy muhtarının gelip bu işi engelleyeceğini.” dedi. “İnsan ayağına bir diken batsa sebebini aramalıdır. Belki benim de bir hatam vardı ki bu iş başıma geldi.” diye konuştu. Rahmetli, yeni düzlüğe çıktık, bu işi yapmamız çok zaman alır diye düşünüyordu. Yalnız biz bu işin üzerine çok gidersek memleket kaybeder. Adam bunu söyledi. Demek ki o zamandan belli, asker polis içinde bazı kişiler içli-dışlı çalışıyorlarmış. Anladığım bu. Nitekim Susurluk’taki kazada bu ortaya çıktı.

Mevcut yasalar dururken darbeye gerek bile yok!

1 Ekim 2012 / İDRİS GÜRSOY
Darbeleri Araştırma Komisyonu, hazırlayacağı raporda, darbeye dayanak teşkil eden bütün yasaların temizlenmesini isteyecek. Komisyon sözcüsü İdris Şahin, “Aksi takdirde darbeye bile gerek yok!” diyor.
Türkiye, tarihinde ilk defa sivil mahkemeler eliyle darbe teşebbüsünü yargıladı. Balyoz darbe planını yapanlar hakkında verilen ağır hapis cezaları demokrasiye müdahale dönemlerinin geride kaldığı yorumlarına sebep oldu. Meclis’te kurulan Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun sözcüsü ve Çankırı Milletvekili İdris Şahin de Balyoz davasının açılabilmiş olmasının bile anlamlı olduğunu söylüyor; ancak ihtiyatlı yaklaşıyor. Ona göre mevcut yasal düzenlemeler devam ettiği müddetçe darbe teşebbüsleri yine olabilir. Türkiye’nin acilen darbe gerekçesi sayılan yasaları ortadan kaldırması gerekiyor. Hatta Şahin, iddiasını daha da ileri götürüyor: “Şu an itibari ile bu ülkedeki yasalar devam ettiği müddetçe darbe yapmaya gerek yok! İhtiyaç da yok!”
-Nasıl?
1982 Anayasası’ndan sonra öyle kurumlar kurulmuş ki almış oldukları kararlarla ister istemez siyasi iktidarı, hükümeti istediği gibi sıkıştırabiliyor, istediği noktaya getirebiliyor veya Millî Güvenlik Kurulu (MGK) da çıkan kararları, yasaları istediği şekilde uygulatabiliyor. Bunu yasal çerçeve içinde yapıyor.

Şahin, 28 Şubat sonrası ortaya konan birtakım yasal düzenlemeleri, MGK’nın hükümete müdahalesine en güzel ispat olarak gösteriyor: “Alınan kararları uygulamayan hükümetin istifaya zorlanmasına da bu kararlar sebep teşkil ediyor. Yoksa Necmettin Erbakan keyfinden bırakmıyor ki. Kendisi tamamen sıkışmış, bu düşünce ile bırakıyor. Şu andaki hükümet güçlü olabilir, MGK’da söz sahibi hükümet olabilir ama her zaman da aynı hükümet olmayacaktır. Yasal zeminin ortadan kaldırılması gerekir.”
-MGK, gücünü koruyor mu?
2001’de MGK’da yapılan bir değişiklik var: “MGK; millî devletin, millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili tavsiye kararları alır ve gerekli koordinasyonun sağlanması konularında görüş tespit eder. Tespit ettiği bu görüş, tedbir ve esaslar ile tavsiye kararlarını Bakanlar Kurulu’na bildirir ve kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirir. Kurulun devletin bağımsızlığı, ülkenin birliği, bütünlüğü, toplumun güven ve huzuru konusunda alınmasını uygun gördüğü kararlar Bakanlar Kurulu’nca değerlendirilir.” Anayasanın 118. maddesinde bunlar net ifade ediliyor. Bunları yapabilecek bir güce sahip olduktan sonra asker kanadı için sorun yok.
-Siviller için sorun sürüyor mu?
Evet. Bugün güçlü bir hükümet var ama yarın değişebilir. Onlar için ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği ile toplumun huzur ve güvenliğinin korunması konusundaki tehditler sürekli olarak değişebiliyor. Bir dönem terör en öncelikli tehdit iken bir süre sonra irticayı en önemli tehdit hâline getirebilirler. Basın yayın araçları ve diğer araçlarla istedikleri gibi rahatça bir psikolojik algı meydana getirebilirler. Zaten toplumda ortaya çıkan sıkıntıların sebebi de bu.
-Darbe tehdidi hâlâ var mı diyorsunuz?
Elbette. Her ne kadar bu ülkede bir daha darbe olmaz diyorsak da fiilî darbe olmaz ama bu şekilde müdahaleler, bu yasal çerçeve ortadan kaldırılmadığı müddetçe olabilir.
Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu, 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a darbe ve muhtıraları masaya yatırdı. Asker ve sivil tanıkları dinledi. Alt komisyonlara çeşitli kurumlardan gelen belgeler üzerine çalışması sürüyor. Yeni tanıklar da komisyona çağrıldı. Hüsamettin Cindoruk, Burhan Apaydın, Celil Gürkan, Sarp Kuray, Ali Kırca, Baskın Oran, Mete Tuncay, Mümtaz Soysal, Ferruh Bozbeyli, Cüneyt Arcayürek, Mahir Kaynak, Nülifer Bayar Gürsoy, Emine Naskali ve Organ Birgit de dinlenecek. Komisyonlar görevini tamamladığında bir rapor hazırlanarak Meclis’e sunulacak. Komisyon çalışmaları hakkında bilgi veren İdris Şahin, 28 Şubat soruşturmasını yürüten savcılarla da görüştüklerini açıklıyor: “Onların elindeki belgelerle bizdekileri karşılaştırıyoruz. Bütün mesele şu: Var olan bir hadiseyi konuşmaktan ziyade, bunu ortaya çıkaran sebepleri, darbe yapıldıktan sonraki etkilerini ve darbeye sebep olan yasal düzenlemeleri ortadan kaldırabilmek. Komisyonun görevi bu. Bir suçlu varsa onu yargılayacak biz değiliz. Bunu yapacak olan yargı. Ben şahsen Talim Terbiye Kurulu’na mutlaka tavsiyelerde bulunulabileceğini düşünüyorum. Anayasada bu yapıların ortadan kaldırılması için birtakım çalışmalar yapılabilir. Özellikle Millî Savunma Bakanlığı-Genelkurmay ilişkilerinde düzenlemeler yapılması lazım. Bunlardan ikisini gerçekleştirmiş olsak ülke için büyük şeyler yapmış oluruz.”

Demek ki mahkeme Balyoz’da somut deliller gördü

Balyoz kararları kesinleşmiş değil. İki yıl gibi bir sürede bu kadar kapsamlı bir dosyada karar verilmiş olması somut, şüpheden uzak, son derece net delillerin olduğunu gösteriyor. Ceza yargılamasında temel ilke hızlılık ve gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Demek ki mahkeme somut deliller gördü ki bu kadar sanığı bol olan bir davada bu kadar hızlı bir karar verdi. Mahkemenin gerekçeli kararını ve hangi delillere dayandığını bilmek lazım. Demokrasi açısından bunlar hakkında dava açılmış olması bile manidardır. İddianamenin kabul edilmiş olması, demokratik işleyişe müdahale edenlerin sorgulanması bile çok anlamlıdır. Yerel mahkemenin bu yönde karar vermiş olması da demokrasiye ciddi anlamda müdahaleler olduğu anlamında ciddi bir kanaat oluşturmaktadır.

Karadayı ikna edemedi

İsmail Hakkı Karadayı, 28 Şubat’ın genelkurmay başkanı. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na geldiğinde söyleyecekleri önemliydi. Komisyon üyeleri Dolmabahçe’deki TBMM çalışma ofisinde yerlerini aldılar. İllegal Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetleri sonucu Refah-Yol hükümeti düşürüldü. Karadayı, son derece rahat söze başladı. 28 Şubat’ın bir darbe olmadığını, TSK’nın kendisine verilen yetkiyi kullandığını söyledi. “Postmodern darbedir.” diyenleri de ağır bir şekilde eleştirdi. Kurul üyelerinin soruları eski genelkurmay başkanına geri adım attıramadı. Karadayı’nın “Bu bir darbe değildir.” demesini bekliyorduk. Demirel de Karadayı da 28 Şubat’a ‘darbedir’ demedi. Komisyonda ifade veren pek çok asker-sivil anayasa ve kanunları dayanak gösteriyor. Topluma ve siyasete müdahaleye yasal kılıf buluyorlar. Karadayı’nın izahı bizi kesinlikle tatmin etmedi. 12 Eylül öncesini de karıştırıyor. Yok ezan Arapçaya çevrilmiş, Erbakan “Kadayıfın altı kızardı.” demiş, halk çok fazla silahlanmış… Diğer darbeleri birbirine ilintileyerek kendisini savunma içine girdi ve kaçamak cevaplar verdi.

Darbelere dayanak teşkil eden madde

Darbelere dayanak teşkil eden Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi şöyle: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.” Darbeleri Araştırma Komisyonu Sözcüsü İdris Şahin, “Bu madde başta olmak üzere İç Hizmet Kanunu yeniden düzenlenmelidir.” diyor.

5 Eylül 2012 Çarşamba

PKK ERGENEKON BAĞLANTISI, KÜRT VE TÜRK İTTİHATÇILAR

ORHAN MİROĞLU İLE RÖPORTAJ, 30 EYLÜL 2011, AKSİYON, İDRİS GÜRSOY
Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri terör. Ankara’da bombalar patlıyor. MİT-PKK görüşmeleri sızdırılıyor. Sınır ötesi harekât hazırlıkları var. İlk defa bir hükümet, terör sarmalına rağmen hem güvenlik önlemleri alıyor hem de demokratikleşme adımlarını atmakta kararlı görünüyor. Peki, korku ve ümit arasındaki ülkede bütün bu görünenlerin arka planında neler var? Orhan Miroğlu, Kürt aydın ve siyasetçi. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yargılanıp 8 yıl kaldığı Diyarbakır Cezaevi’nde en ağır işkenceleri gördü. Kürt aydın Musa Anter’i hedef alan suikasttan ağır yaralı kurtuldu. 12 Eylül referandumunda BDP boykot çağrısı yaparken ‘evet’ için sandığa gitti. Kürtlerin demokratikleşme adımlarını desteklemesini istedi. Şiddete karşı çıktı. Terör örgütü bazı yazılarından rahatsız oldu ve ölümle tehdit etti. Miroğlu, ‘Şiddeti tırmandıran PKK ne yapmak istiyor? Şemdinli, Silvan, Ankara Kızılay saldırıları ne anlama geliyor? Sınır ötesi harekâtın sonuçları ne olur? AK Parti’yi bekleyen tehlike ne? Kürtler, PKK baskısına direnç gösterebilir mi?’ gibi soruları cevapladı. Vesayetin en çetin yaşandığı alanın Kürt meselesi olduğunu söyledi. PKK’nın bu çapta bir savaşı tek başına sürdürmesinin mümkün olmadığını dile getirdi. Ergenekon’un PKK bağlantılarına dikkat çekti. Hükümeti, Kürtleri ve Türkleri yeni ve daha derin oyunlara karşı uyardı. İşte Miroğlu’nun süreçle ilgili çarpıcı, ezber bozan tespitleri.


-12 Eylül, Kürtleri nasıl etkiledi? PKK, neden şiddeti seçti?

Kürtlerin şiddetin içine çekilmesini devlet istedi ve çatışma öyle başladı. Bu dönemle ilgili bütün faturanın PKK ve Öcalan’a çıkarılması doğru değil. Onların önemli bir yeri vardı ama bu bir konseptti bence. 12 Eylül’den sonra normalleşmenin yaşandığı bir dönemde bunun hazırlığı zaten yapılmıştı. Hatta Diyarbakır Cezaevi’nde yapılmıştı. 12 Eylül’ün siyasi sonuçlarını toplum, Kürt siyasetinde daha fazla hissetti ve gördü. Bugün konuştuğumuz mesele bir bakıma ve büyük oranda 12 Eylül’ün ürünüdür.

-80 öncesi Kürt sorunu yok muydu?

Elbette vardı. Ama kabul edelim ki demokratik mecrada gelişen bir Kürt hareketi de vardı. Seçimler yapılabiliyordu. İnsanlar Kürt meselesinin gerilla mücadelesi yoluyla değil, demokratik mücadeleyle çözüleceğine inanıyordu. Kürt toplumunda, parlamenter sisteme kuvvetli bir inanç vardı. Bu inanç her ne oldu ise 70’li yılların sonuna gelindiğinde sarsılmaya başladı. O dönemde, Kürt söylemleri olan Kürt adaylar seçimleri çok güçlü merkez sağ ve sol partilerine karşı kazanıyordu. Sonra her şey, birdenbire bıçak gibi kesildi ve sebep sadece PKK değildi.


-Neydi?

Ben şu hikâyeye inanmıyorum. ‘Öcalan bir grup arkadaşı ile birlikte Çubuk’ta bir toplantı yaptı. O insanlar Kürtlerin kurtuluşu için silahlı mücadeleyi öngördü ve bu böyle başladı.’ Bence bu versiyon, hikâyenin esası değildir. Bu eksik ve böyle değil. Nedir esası? Şu soruyla başlamak lazım. Üniversitede okuyan bu genç insanlar işe soyundukları zaman devlet ne yapıyordu? Kürt savaşı başlatmak için mücadeleye girişen gençlerin farkına vardığında ne yaptı? Askerî önlemler mi aldı? Hayır! Görüyoruz ki yok. Peki, siyasi önlemler mi almış? O da yok. Geriye bir şey kalıyor. Kürt hareketinin demokratik mecrasından çıkarılıp şiddet mecrasına sokulması konusunda devlette bir taammüd aramamız gerekir.

-12 Eylül’den sonra çözümü demokratikleşmede arayan Kürt örgütlere ne oldu?

12 Eylül’de PKK daha yokken yola çıkmış, şiddeti benimsemeyen, şiddetle alakası olmayan ve geleceği de şiddette görmeyen birçok Kürt grup, Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi, Kürdistan İşçi Partisi (KİP-DDKD), Rızgari, Kava, onlar da yargılandı. Bu örgütlerin hiçbir şekilde bugünden yarına yakın zaman için, şiddet öngörüleri yoktu ve hepsi meseleyi Türk toplumu ile birlikte düşünüyordu, en azından bu fikre yakındılar. Darbe sonrası şiddeti savunmayan örgütlerin mensupları, yöneticileri kısmen tutuklandı. Örgütler bitmişti. PKK ise askerî yönden güçlü olduğunu göstermişti ya da insanlar buna inanıyordu.

-PKK, tek başına savaşı sürdürebilir miydi?

Sürdüremezdi. Bazı Kürt aydınlarının şunu söylemekle yetinmelerini bu yüzden gerçekçi bulmuyorum: Biz her şeyi demokratik yollardan düşünüyorduk, birdenbire bu PKK çıktı ve her şey altüst oldu. Burada devletin rolünü ve taammüdünü görmemek veya hafife almak var. Bu savaşı PKK istese bile bu boyutlarda sürdürebileceğine dair kanaatim hiç yok. Yaşadığım her şey bana bunu gösteriyor. PKK içinde bazı kesimler savaşı sürdürmek istese bile bu iş 90’lı yıllarda bitebilirdi. Savaş, ders alınması gereken kötü bir tecrübe olarak kalırdı. Öte yandan, Öcalan’ın, o yıllarda yapılan röportajlarına baktığımızda bu işin içinden çıkmayı isteyen bir tavırda olduğu görülür. Özal’ın da bir yaklaşımı var. Ama maalesef bütün yaklaşımları boşa çıkaran ve yeniden şiddetin devamını sağlayan derin devlettir. Derin devletin odaklandığı ordudur. Tabii ordu da böyle bir konsepti tek başına yürütebilir mi? Hayır! Bu konseptin bir ucunda medya, diğer ucunda İstanbul sermayesi vardır. Siyasetçiye MGK kararlarını uygulamak kalıyor.

-Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’e PKK–devlet ilişkilerini açıklaması çağrısı yapıyorsunuz? Ne bilmemiz gerekiyor?

Yok, çağrı sayılmaz, o cümlelerde ironi vardı biraz. Cevat Bey’in fikirlerini çok önemsiyorum, o dönemi en iyi bilenlerdendir, ama çağrı farklı bir şey. Bazı kurumlarda ne olup bittiğini biliyoruz; ama çok önemli bilgiler paylaşılmıyor. Dink cinayetinde, MİT elindeki bilgileri paylaşmadı. Musa Anter olayında da aynı tutumu sürdürüyor.

-Devlet demokratikleşerek değişiyor; ama PKK değişmiyor? Neden?

Bu kadar uzun bir savaşın ancak mutabakatla sürdürülebileceği kanaatindeyim. Türkiye toplumu askerî vesayeti konuşuyor ama askerî vesayetin en güçlü yaşandığı alan Kürt meselesidir bence. Eğer öyle olmasaydı Türkiye’nin sivil siyasetinde de genel olarak askerî vesayet bu kadar güçlü olmayacaktı. Bunu olanaklı kılan ve sürekli biçimde besleyen alan Kürt alanıdır. Orada vesayetin kırılması çok zordur.

-PKK-MİT görüşmesini nasıl değerlendirdiniz? Kasetin içeriğinden ne çıkarıyorsunuz?

PKK, Özal’ın girişimi hariç, şimdiye kadar sorunu kendisiyle müzakere edecek bir sivil irade görmedi. Onunla görüşenler hep askerlerdi ve amaç, savaşı kontrol edilebilir bir noktada tutmaktı. AK Parti, Başbakan’ın cesaretle başlattığı bu girişimle hem bir tabuyu yıktı, hem dünya örneklerinde başvurulan yöntemleri benimsediğini göstermiş oldu. Metinde dikkat çeken husus, devletin heyeti, sürekli ikna peşinde ve hiçbir şeyi reddetmiyor. Ama PKK heyetinde böyle bir görüşmeye hazırlıklı olmama ve güvensizlik hâkim. PKK’nın henüz barışa hazır olmadığı anlaşılıyor. Müzakereciler, devleti karşılarında bulmuşken, haklarında açılan davaları gündeme getiriyor, sonra çok az konuşmaya gayret ediyorlar sanki. Ne kadar doğru bilemiyoruz tabii, ama bazı iddialara göre, PKK’lı müzakerecilerin konuşmaları metinde eksik yer almış ya da kırpılmış. Eğer böyleyse durum iki kat vahim demektir: Kasetin enteresan bir zamanlamayla sızdırılmış olması ve sızdırma yapılırken bile, metnin sansürden geçmesi.

- Öcalan da ‘çözüme yaklaştık’ diyordu. Silvan eylemi oldu. Vesayetin direnci mi bu eylemler?

Silvan eylemi bu vesayetin de kırılması bakımından bir dönüm noktası olmuştur. Silvan’dan sonra Genelkurmay yetkilileri oraya müfettiş göndereceklerini söyledi ama Başbakan dedi ki; “Biz kendi müfettişlerimizi göndereceğiz.” Silvan bir kırılma noktası oldu. Vesayetin aleyhine oldu. Yeni bir dönem başladı. Öcalan’la görüşülüyordu. Memnundu. Ama bu eylemin olması Kürt kartının yeniden karılmasına sebep oldu. Hükümet de kartları güvenlik ağırlıklı karmaya başladı. Öcalan üzerinden bir ilerleme katetmeyeceği kanaatine sahip oldu. Ve şimdi çok açık bir tavır söz konusu. Kara harekâtı dâhil PKK’yı baskılamak üzerinden bir siyaset izliyor. ‘Demokratikleşme devam edecek’ diyorlar, ben de buna inanmak isterim, 90’lar gibi bir şey olmayabilir ama daha vahim şeyler olabilir.

-Nasıl?

Etnik çatışmanın belirtileri görülebilir. Kürt toplumu sorguluyor mu bu ayrı bir tartışma konusu ama Türkiye kendi Vietnam’ına çekilmeye çalışılıyor. PKK ile savaşmak sonuç itibarı ile bölgede yaşayan insanlarla savaş anlamına gelir. Allah korusun çatışmalar tırmanırsa, hukuk içinde kalmak ne kadar güç o zaman anlarız. Mesela Şemdinli baskınında düğün alayının arasına PKK’lılar karışıyor, düğüne gidenler iki ateş arasında kalıyor. Türkiye dikkat etmeli, kendi Vietnam’ına saplanma gibi bir riski var. PKK sivillerin arasına karışabilir, bunu ayırabilecek bir şey yok. Diyarbakır’da mahallelere girip aynı şeyleri yapabilir. Saldırılarda bulunabilir. KCK’yı unutmayalım, büyük bir yapılanmadır.

-Hükümet bu aşamadan sonra ne yapmalı?

Elbette akıl bu işte iknayı, müzakereyi öngörüyor. Barzani, Talabani çaba içinde. Son anda kara harekâtını durdurma çabası bu. Kara harekâtı, Kuzey Irak Kürtlerini de etkiler. PKK’nın bu stratejiden beklediği şeylerden biri muazzam bir çatışma atmosferine girilmesi ile kendi çevresinde yoğunlaşacak bir Kürt ulusal psikolojisi oluşmasıdır. Bu çok önemli bir sonuç olur. Hükümetler, K. Irak yönetimi böyle bir psikolojiyi kontrol edemez. Bu algı, bütün Ortadoğu Kürtlerini etkilemeye başladığında, zayıflayacak derken, PKK’nın daha da güçlendiğine tanık olabiliriz.

-Sadece güvenlik politikaları öne çıkarsa bu Kürtleri nasıl etkiler?


Teröre karşı yeni askerî konsept Kürt halkının bir bölümünün daha kaybına yol açabilir. PKK’nın da beklediği budur. Eruh, Şemdinli ile başlayan ve Silvan’a kadar süren birinci silahlı mücadele dönemi büyük bir siyasi kitle doğurdu. BDP’li 36 milletvekili ve 100 belediye var. Allah korusun diyelim, savaşın ikinci safhası neye yol açar düşünmek lazım. Devletin, PKK’nın baskılanması yolu ile Kürt meselesinde demokratik adımların atılması gibi bir çözüme gitmek istediğini görüyoruz. Bu tutabilir de tutmayabilir de.

-Tutması neye bağlı?

Güney Kürdistan’daki partilerin alacağı tavır önemli. Onlar bir askerî harekâtta Türkiye’nin yanında olamaz, bunu söylüyorlar. Sınır ötesi askerî harekât büyük bir ulusal uyanışın kapısını da aralayabilir. 10 binlerce Türk askeri o topraklara girerse her şey çok farklı hâle gelebilir. Kürt coğrafyasında başka bir devletin başlattığı bir savaş olarak algılanır. Sonra Türkiye Kürtlerinin henüz net bir tavrı yok, o da çok önemli. Ayrıca; ‘Bu devlet artık PKK ile savaş istemiyor; ama PKK istiyorsa savaşacak’ deniyor. Ben de, devletin artık geçmiş yıllarda olduğu gibi PKK ile savaşı sürdürme niyetinde olduğu kanaatinde değilim; ama PKK, taleplerinin karşılanmaması ya da kendi anladığından farklı karşılanması sebebiyle savaş isteyebilir, adı bile konmuş sanki: Devrimci halk savaşı.

-PKK ne istiyor? Karşılanması mümkün mü bu taleplerin?

Lideri içeride. Özgür kalmasını istiyor. Bu bir. İkincisi demokratik özerklik talep ediyor ki, BDP’nin demokratik özerkliğinden hayli farklı bir şey bu. PKK’nın anladığı manadaki demokratik özerkliğin gerçekleşmesi çok zor. PKK, kendi halkını, bütün bir coğrafyayı yönetmek istiyor. Yönetim modeli ise, ne BDP ne de DTK. Kürt toplumunu PKK, KCK ile yönetmek istiyor. Bunun Kürt toplumunda da kabul görmediği açık. Dolayısıyla PKK, siyasi yoldan elde edemediği bir statüyü, müzakere yoluyla devlete onaylatmak istiyor. ‘Devlet onaylamasa, silahla elde ederim’ diyor.


-Peki son saldırıların anlamı ne?

‘Ankara, Siirt ve Bitlis’teki saldırılar, genel bir stratejinin parçası gibi görünüyor. Bunun başlangıç noktası Silvan’dır. İşin istihbarat ve güvenlik yanıyla alakalı bir şey diyemem. Ama sivilleri daha çok hedef almaya başlayan bu eylemlerin devam edeceği düşünülebilir. Türkiye bu eylemlerle, sadece Kürt meselesinde değil, her alanda zayıflatılmak isteniyor. Şiddetin ve terörün geçmişte hedefi, iktidarları çözüme zorlamak olarak görülebilirdi. Ama artık Kürt meselesiyle sınırlı bir hedef değil, genel bir hedef söz konusu, o da Türkiye’yi bir bütün olarak zayıflatmak ve etnik bir çatışmanın eşiğine getirmektir. Tam da böyle bir dönemde Öcalan’ın susması değil, konuşması lazım. O yüzden İmralı ile görüşme yasağının kaldırılması gerekir.

-Sınır ötesi kara harekâtının sonuçları ne olur?

Bu Kandil’i bombalamaya benzemez. Türkiye kendi Vietnam’ına çekilmek isteniyor derken biraz bunu kastediyorum. Mesut Barzani diyor ki, ‘PKK grupları bizim köylerde üsleniyor ve biz onları buradan zor kullanarak söküp atamıyoruz. Çünkü kardeş katli istemiyoruz.’ Türkiye kara harekâtında Kürt köylüsünün içine karışmış binlerce PKK’lıyı karşısında bulabilir. Ne yapıp edip kara harekâtından vazgeçilmelidir. Hükümetin, Kürt toplumuna derdini yeterince anlatabildiği kanaatinde değilim. Türkiye’deki Kürt toplumuna hem hükümetin hem de aydınların henüz diyeceği şeyleri söylemediğini düşünüyorum. Onları etkileyecek şeyler yapmak ve söylemek lazım. Seçimden sonra güvenlikten başka bir şey konuşamadık. Bütün mesainizi PKK’yı durdurmaya harcadığınız zaman siz istediğiniz kadar ‘demokratikleşeceğiz’ deyin, bu olmuyor. İkincisi K. Irak’taki aktörler bağlamında, yapılması gereken her şeyin yapıldığı kanaatinde değilim. Onlara da PKK ile temasa geçmeleri ve bu temasları sürdürmeleri için fırsat tanınmalı. Kürt sivil toplumu ve Kürt aydınlarıyla daha sıcak diyaloglar kurulabilir. AB ile de hakeza. PKK’nın eylemlerine de hazırlıklı olunur tabii. Ama ne sivil toplum ne de Kürt aydınlar bir kara harekâtını meşru görecektir. Hükümetin reform politikalarını desteklemiş kesimler söz söyleyemeyecek hâle gelecektir. PKK’nın da istediği budur. En azından bir kesimi Türkiye’yi bu çatışmanın ortasına çekmek istiyor.

-Kürtçe eğitimde nasıl bir adım atılmalı?

Ana dilinde eğitim meselesini bence artık hiç tartışmamalı. Bitti yani. Ana dilinde eğitim meselesini tartışıp, ‘Ben PKK’yı askerî mücadele ile yok edeceğim’ demek barış ve çözüm getirmez. PKK’yı askerî olarak değil, siyasi olarak etkisizleştirmeyi düşünen bir hükümetin ana diliyle bir probleminin olmaması lazım. Ana diliyle eğitime bugün karar verilse 200 bin öğreticiye ihtiyaç olacak, 5-10 senelik bir süreç. Sonra bu temel bir hak. Kürtlerle her şeyi konuşabilirsiniz; ama bunu konuşamazsınız. İsteyen Kürt ana dilinde eğitim görmelidir. Bunu pazarlık gibi ortaya koyamazsınız. Ama ‘demokratik özerklik’ denirse, ‘Gelin bunu beraber düşünelim’ diyebilirsiniz. ‘Ana dilinizle konuşursanız bu bölünmeye sebep olur, Türkçeyi öğrenemezsin, fakirleşirsin diyemezsiniz, buyur yap diyeceksin, ondan sonrası talebi olanın bileceği bir iş.

-Ergenekon ile PKK arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlamak lazım?

Bir kere, iki tarafın ittihatçıları arasında işbirliği var. Bu konuda yanılmış olmayı çok isterdim, keşke böyle bir işbirliği ve temas olmasa, ama bu temas başından beri vardı. Bekaa’ya Yalçın Küçük gitti, geldi. Küçük şimdi onunla övünüyor. ‘PKK bugün Kürdistan Demokrat Partisi çizgisinde değilse bu benim sayemde olmuştur’ diyor. Oda TV İddianamesi’nde ilginç bir şey var. Yalçın Küçük, Öcalan’ın AK Parti ve Ergenekon söylemlerini yorumluyor ve diyor ki; “Bu ara Ergenekon’a yakın söylemler yapması çok iyi değil, bunu hafifletsin. AK Parti’yi biraz öven şeyler söylesin.” Bunu Öcalan’a iletecek avukatın ismini de veriyor Küçük. Asrın Hukuk Bürosu’ndan Mehdi Öztüzün. Yani bu kadar zamandan sonra bile, Küçük, Öcalan’ın ne söylemesi gerektiğini bir faaliyet olarak bellemişse, ‘iki kesimin ittihatçıları’ dediğimde çok haksız olmadığım ortaya çıkıyor.

-Küçük için bazı kişiler ‘deli’ diyor? Siz nasıl görüyorsunuz?

Yalçın Küçük, Türkiye’nin en önemli ittihatçı mütefekkiridir. Herkese ne yapması gerektiği konusunda emirler veriyor. Herkes onu delilik sınırlarına gelmiş bir bilim adamı olarak görüyor; ama ben öyle görmüyorum, tam da Ergenekon’un ihtiyaç duyduğu fikirlerin üretilmesinde rol almış birisi. Kürt hareketini çok etkiledi. PKK’nın medyasında bazı yazarların bu çerçevede görüş açıkladığını açıkça görebiliyoruz. İttihatçı tedrisattan geçmiş insanlar bunlar. PKK’nın tabanı ama farklı bir olgu. Hak talebi ile yola çıkmış, PKK’yı bunun için desteklemiş. Kürt halkı PKK’yı, inkâr bitsin, hakları teslim edilsin diye desteklemiştir.

-Küçük, deli değilse nedir?

Kendisi söylüyor zaten ne olduğunu, 32. Gün programında Şamil Tayyar’ın “Siz kimin adına çalışıyorsunuz, MİT’in mi, ordunun mu?” sorusuna, “Hiçbiri, ben devlete çalışırım, devletin adamıyım.” dedi. Küçük hep delilik sınırlarında ‘dahi adam’ rolünü oynadı ve bundan hoşlandı. İnsanlar da bundan hoşlandı. Ama bu gerçekçi değildi. O hiçbir zaman delilik sınırlarında gezen bir adam değildi, derinlik sınırlarında gezen bir adamdı. O derinliklerin bir ucu Ankara, Paris’ten başlayıp Bekaa’ya uzandı, Ergenekon’la devam etti. Bugün de aynı şekilde devam ediyor. CHP’de ne olması gerektiğini söylüyor ve bu hayata geçiriliyor. Kimin hangi kitabı yazacağını söylüyor, gazeteciler o kitapları yazıyor. Demokrat bir gazetecinin Kaşif Kozinoğlu ile aynı davada yargılanması gazetecilik olamaz. Ben de Kürt meselesi ile ilgi kitap yazdım, böyle bir alışveriş olmadı. MİT’in kapısına da gitmedim. Bu insanlar bunu yaptı. ‘İmamın Ordusu’ seçimlerden önce yetiştirilmesi gereken bir proje kitaptı. Bu proje herhâlde Açık Toplum Enstitüsü’nün veya TESEV’in değildi. Ergenekon projesiydi bu. Ahmet Şık’a kitap yazdırmak bir projeydi. Başlık bile korkuya davet eden bir başlık. İmam var ve ordusu oluşturuluyor, herkes bundan korkmalı!

-Ergenekon sola ve Kürtlere nasıl bir kulvar açtı?

Ergenekon’un açtığı kulvar, CHP, BDP ve Türk solunun önemli bir kesimini kapsayan kulvardı. Ve yegâne amacı AK Parti’yi düşürmekti. Ergenekon sürecinde bunu gördük. Darbeyle meşgul olup durmuş insanlar topluluğu değil bu, güçlü bir fikrî ve tarihî temeli var; özü ittihatçılıktır. BDP ve PKK’nın izlediği politikalarla da fiilî olarak çakışıyor. PKK-BDP başından beri ‘Sorun AK Parti’yle çözülmez’ dedi ve bu partiyi muhatabı olarak görmedi. Ergenekon da Kürtlere dönüp ‘AK parti sizi kandırıyor, sorunu çözemez’ dedi; ama aynı Ergenekon Türklere de dönüp, ‘Erdoğan Apo’yla işbirliği yapıyor’ dedi. BDP, Ergenekon davalarında tarafsız konumunu korudu. Bu tarafsızlık değil, taraf olmaktı. Ergenekon’dan uzak durmak, davasının derinleşmesine hizmet edecek bir şey yapmamış olmak o kulvarda yürümektir. Ergenekoncular, Kürt muhalefetinin sessiz kalmasını istiyordu. Kürt siyaseti güçlü bir ses çıkarabilseydi Ergenekon operasyonu daha da derinleşebilirdi. Ama Öcalan İmralı’da “Bu çatışmadan uzak durun, yeni bir egemenlik inşa ediliyor.” dedi. Bir yerde 17 bin 500 cinayetten bahsediyoruz. Ergenekon fikri Kürt medyasında çok benimsenmiş bir fikirdir. Herkes kendi yolunda gidiyor olsa bile, AK Parti’nin iktidardan uzaklaşması meselesi temel ve ortak amaçtı. Yeraltında ve darbelerle olmayınca CHP üzerinden bunu hayata geçirmeye çalıştı. Ayrıca seçim öncesi CHP–BDP ittifakı söz konusu olabilirdi. BDP-PKK bunu çok istedi. Öcalan da öyle düşünüyordu. Ama CHP’ye oy verenlerin yüzde 16’sı Ergenekon’a sahip çıkıyor. Bu kesim AK Parti’nin gitmesini istiyor; ama Kürt taleplerine de hiç açık değil. Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimde Kürt kelimesini bile ağzına almaması bu yüzdendi.

-Yeni anayasa süreci nasıl geçer? CHP destek verir mi?

Büyük tartışmalar başlar. AK Parti yalnız kalır. Kürt hareketinin içinde olmadığı bir anayasayı sol kesim de desteklemez. MHP’nin malum kırmızı çizgileri var. CHP’nin temel meselesi Silivri’deki mahkemeler. Böyle bir siyasi meselesi olacağını sanmıyorum. Ayrıca AK Parti’yi güçlendirecek, ona prestij sağlayacak, yeni anayasa gibi yüz yıllık bir hamlede CHP’nin yeni anayasaya ‘evet’ diyeceği kanaatinde değilim.

-BDP CHP ittifakı yine gündeme gelebilir mi?

PKK, siyaset dengelerini, kendi denklemini, Ortadoğu’nun siyasi konjonktürüne göre değil, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine ve iç dinamiklerine göre kurabilirse, savaşa gerek kalmaz. CHP ve BDP’nin ittifakı bu şartlarda yine gündeme gelebilir. Ergenekon’un kitle partisi CHP’dir ama bu kitle AK Parti’yi sandıkta yenmeye yetmiyor ve Ergenekon için Kürt seçmen son derece önemlidir. BDP seçmeni 12 Haziran seçiminde bu ittifaka ‘evet’ der miydi? Hayır, demezdi. Diyeceğine dair bir kanaat oluşsaydı bu ittifak olurdu. AK Parti’yi geriletecek tek siyasi formülü de budur o kesimlerin. Seçimlerden önce bu gündeme gelecektir. Blok hareketi süreç içinde CHP’yi de kapsayabilir. Ama bütün bunlar için PKK’nın savaş stratejisinden vazgeçmesi gerekir. Savaşı sürdüren bir Kürt siyasetinin yanında veya içinde olmak, Ergenekon için bile kolay olmaz.

-Kürtler iktidar mücadelesinde nasıl kullanılıyor? Bazı beyaz Türklerin birden Kürtperver kesilmesini neye bağlıyorsunuz?

Türk ittihatçıları, tarihte ikinci kez mutlak bir iktidar için yola çıktı. Ama Ergenekon, Balyoz ve benzeri girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. CHP ve Kılıçdaroğlu da işe yaramayınca, dön dolaş Kürt Mehmet nöbete misali, Kürt siyaseti; PKK, DTK, KCK ve BDP’siyle AK Parti’ye karşı yürütülen iktidar mücadelesinin en kıymetli alanları hâline geldi. Birtakım hatunların ve beyefendilerin birdenbire Kürtperver kesilmelerinin hikmet-i sebebi budur. Aynı hatunların ve beyefendilerin Kandil bombalanınca timsah gözyaşları dökmelerine inanmayın. Onlar, üstüne bir de kara harekâtı olsa fazlasıyla sevinecektir, bundan da emin olun.

-PKK kaç parça?

Kaç parça bilmiyorum, ama Diyarbakır’da faaliyet gösteren BDP-PKK ile Ankara’da faaliyet gösteren BDP-PKK aynı şey değil. BDP kongresinde Kürt ulusal mücadelesini hatırlatacak herhangi bir şahsiyetin fotoğrafı yoktu. Ahmedê Xanî, Dersimli Seyit Rıza Ankara’da yoktu. Kim vardı? Deniz Gezmiş vardı. Sol gelenekten gelen insanların fotoğrafları vardı. Ama bölgede durum farklı. Diyarbakır’daki toplantılarda, Şeyh Said’in fotoğrafı asılıyor. Türk toplumuna karşı Deniz Gezmiş’in fotoğrafı, Kürtlere karşı Şeyh Said’in fotoğrafı. Türkiye’nin sadece terörle tanımlayabileceği ve ona göre mücadele edebileceği bir örgüt yok, bir ulusal hareketin parçası ve üstelik hareketin merkezinde olan bir örgütten bahsediyoruz.

-Kürt toplumu kendi meselelerini içinde tartışabilecek mi?

Kürt aydınlar, Kürt şiddetini meşru görürken devletin şiddetine tavır koyuyor. Belki başlangıçta bu şekilde düşünmenin haklı yanları vardı. Ama bugün, ikisine de tavır koymak lazım. ‘Mağdurun şiddeti meşru ve makbuldür’ diyen bir dünya ve Türkiye yok artık.

-Şiddeti savunmayan BDP içindeki Kürtler inisiyatif alabilir mi?

BDP’ye oy veren Kürtler, BDP içinde yer alan aydın kesim tam da bu dönemde ‘Şiddeti terk edip alternatif bir politika içinde barış politikaları yürütmemiz gerekir’ diyecek bir noktada değil. Kürt toplumu kendi meselesini henüz tartışamıyor. PKK’yı tartışmak istediğinizde, ‘İyi ama zamanı değildir’ deniyor. Kürt toplumu, PKK’nın çizdiği siyasi rotaya muhalefet eden bir çizgiye gelemedi. Kürt sivil toplumu ve aydını zayıf. Güçlü bir sivil Kürt toplumu ve aydın sınıfı olabilseydi PKK da daha olumlu bir yerde olurdu. Şiddet arzusu o toplum içinde gelişkin olmazdı. Şiddet artık Kürt toplumunda bir güvence gibi görülüyor. Şiddetle ilgili bir tecrübe geçirmeyenler bile, silahlı mücadeleyi güvence gibi görmeye başladı. Bu yüzden PKK artık her şeyden önce ‘aile içi’ bir mesele gibidir.

Orhan Miroğlu kimdir? Kürt aydın, siyasetçi, yazar. 1980 öncesi Demokratik Gençlik hareketi içinde bulundu. 12 Eylül 1980 darbesinde tutuklandı. Diyarbakır Cezaevi’nde işkence gördü. Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi davasından 15 yıl hapse mahkûm edildi. 1988’de cezaevinden çıktı. 1995’e kadar siyasi yasaklıydı. DEHAP’ta ve Demokratik Toplum Partisi’nde genel başkan yardımcılığı yaptı. Kürt sorunu ve PKK konularındaki yazıları yüzünden terör örgütlerinden ölüm tehdidi aldı. Kürt meselesi ve Diyarbakır Cezaevi’ni anlatan yayımlanmış yedi kitabı var. Dört yıldır Taraf gazetesinde köşe yazarlığını sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası.


Faili meçhul davaları sahipsiz kaldı
Faili meçhul cinayetlerin çözümü Kürt sorununu çok olumlu etkiler. Ama faili meçhul cinayet davaları biraz sahipsiz kaldı. Cemal Temizöz’ün yargılandığı davada 20’ye yakın faili meçhul cinayet söz konusu. O davalar sahiplenilmedi. O bölgede bu adım atılmışsa savcılığa müracaatların binlerle ifade edilmesi gerekirdi. Bunun sebebi BDP’nin Ergenekon davasındaki tutumudur. Orada açık bir tutum oldu. BDP, bu süreçten mağdurları uzak tutmaya çalıştı. Süreç derinleşemedi.







KCK davaları görülüyor, yüzlerce insan ilgi gösteriyor ama JİTEM davaları var aynı zamanda, onlara hiç kimse ilgi göstermiyor. Hatta yakınları öldürülmüş Cizreli bir kadın, bir duruşmada Cemal Temizöz ve yanındaki adamları gördüğü zaman dili tutuldu konuşamadı, arkasında bir güç hissetmiyor çünkü. Evden çıkıp mahkemeye gelmiş. Bu konuda Kürt toplumunda bir suskunluk var. Bu suskunluğun bozulmasının Kürt siyasetine zarar vereceği gibi bir kanaat var. Bu düşünce var olduğu sürece derinleşme olmayacak. Derinleşebilecek davalarda da devlet hareket etmiyor.

9 subay olayı ve Samet Kuşçu

12 Eylül'ün galası: 4 Temmuz Çorum



2 Temmuz 2012 / İDRİS GÜRSOY , AKSİYON

12 Eylül darbesinden önce ortamın hazırlandığı tezini güçlü kılan sorulardan biri “11 Eylül’de patlayan silahlar ertesi gün neden sustu?” sorusudur. Darbeden 2 ay önce yaşanan Çorum Olayları’nda bunun cevabını bulmak mümkün.

12 Eylül 1980 öncesi yaşanan ve darbe gerekçesi sayılan Çorum Olayları, bir Alevi-Sünni çatışması mıydı? Herkes konuştu. Ancak Alevilerden ilk defa net bir açıklama geliyor. Olayların içinde yer alan sol görüşlü araştırmacı yazar Gazi Eke, 6 ay önceden ortam hazırlanmaya başladığına dikkat çekiyor. Cinayet, darp, yağma gibi olaylarda sol ve sağ gruplar içine sızdırılan görevlilerin aktif rol oynadığını söylüyor. Katliamın ‘kullanılan’ kişilerin üzerine yıkıldığını belirterek “Birinci derecede failler ortada yok.” diyor. Hukuk fakültesi mezunu Eke, sol grupların içine karışmış, derin yapılar adına görev yapan kişilerin kimliklerinin bugün bile bilinmediğini açıklıyor. Çatışmanın diğer tarafındaki ülkücü Adnan Baran da bu yapıların 32 yıl sonra bile deşifre olmadığını, varlıklarını sürdürdüklerini ve mutlaka üzerine gidilmesi gerektiğini söylüyor.



Dönemin Çorum Valisi Rafet Üçelli’nin 12 Eylül darbesiyle ilgili soruşturma kapsamında verdiği ifadede söyledikleri de iki tanığı destekler nitelikte. Olayların ‘planlı’ olduğunu vurgulayan Üçelli, Amasya’daki tugaydan yardım istediklerini ancak gelen askerlerin müdahale etmeden kışlalarına döndüğünü kaydediyor.



Peki, katliamın arkasında kimler vardı? 6 ay öncesinden ortam nasıl hazırlandı? ‘Cami bombalandı’ şeklindeki yalan haber TRT’den niçin yayımlandı? İşte Alevi ve ülkücü iki tanığın açıklamaları ile Çorum Olayları’nın perde arkası.





--------------------------------------------------------------------------------







Sol-Alevi tanık Gazi Eke Mahkemeler işini yapmadı

Çorum olaylarının üzerinden 32 yıl geçti. İlk kez konuşan olayların tanığı Alevi araştırmacı Gazi Eke, ezber bozan açıklamalar yapıyor. Eke, o dönem mahkemelerin sanık ifadelerinin peşine bile düşmediğini iddia ediyor.



Alevi araştırmacı yazar Gazi Eke, o dönemki etkin sol örgütlerden Kurtuluş’un içinde yer almış. Çorum Olayları’ndan yargılanmamış; ama siyasi suçlardan dolayı hüküm giymiş, cezaevinde yatmış bir isim. Ergenekon ve Balyoz iddianamelerindeki cami bombalama, müzeyi havaya uçurma ve kaos planları yargılanırken, 12 Eylül’ün toplumsal olaylarına ışık tutacak açıklamalar yapıyor.



-Çorum Olayları denince akla 4 Temmuz geliyor. Aslında ne zaman başladı olaylar?



4 Temmuz’dan 6 ay kadar önce başladı çalışmalar. Alevi ve Sünni mahallelerinde bildiriler dağıttılar. Alevilere ‘Sünniler saldıracak!’, Sünnilere ‘Aleviler saldıracak!’ diyorlardı. Bildirilerle birlikte ocaktan itibaren ev basma, adam öldürme, kundaklama ve buna paralel eylemler vardı. Paralel yapıların eylemleriydi bunlar. Kanunda var bunlar aslında. Kanunlar çıkarılmış, uygulanıyor. Silahlı Kuvvetler’le koordine hâlinde çalışan paramiliter güçler, 40’lı yıllarda çıkarılan (4854 sayılı memleket için düşmana karşı silahlı müdafaa mükellefiyeti) yasalarla kuruldu ve bu yasalar hâlâ yürürlülükte. Yılın belli dönemlerinde eğitiliyorlar.



-Çorum’da bu yapılar nasıl kullanıldı?



Mesela Sivil Savunma örgütü… Bu örgüt de bu yapının içindeydi. Kullanıldı. Adam Sivil Savunma müdürü ama olayın içinde. Çorum’daki olaylarda hemşireden doktora, esnafından iş adamına, dernekçilerden sendikacılara ve partililere kadar şehir ve köylerde bulunan her meslek ve tabakadan insan rol aldı. Gasp, yağma, talan, ev yakma, adam öldürme eylemlerinde çeşitli yaş gruplarından, çeşitli mesleklerden, aralarında az da olsa kadınların da bulunduğu görevli kişiler vardı.



-Sokağı karıştıranların ayırt edici özellikleri nelerdi?



Paramiliter yapı içinde 1 metre 90 cm ile 2 metre boyunda adamlar vardı. Tek tük adam değil; seçilmiş, hepsi aynı boyda, yan yana duran, kar maskeli adamlar. Bunlara ‘görevli değildir’ denir mi? Bunların yanında resmî polis ve asker de var. Adam kahveyi basıyor, birini öldürüyor, dokunulmuyor. 4 Temmuz günü olaylar oluyor, 5 Temmuz günü bir bakıyorsun bütün bu unsurlar kayboluyor, bir şey olmamış gibi.



-Sağ ve sol içine sızan ajanlar mı olayları yönlendirdi diyorsunuz?



Paramiliter yapının kullandığı kesim sağ gruplar içinde daha yoğundu. Solda da var ama bunlar deşifre olmamış.



-Nasıl?



Adam CHP yöneticisi, Çorum Olayları’nda CHP’nin belediye başkanı. ABD elçiliğinden birisi geldi olaylardan önce; MHP ve CHP’li yöneticiler ile görüştü. Biz dedik ki; “Açıklayın, ne görüştünüz?” “Yok, gizlidir, devlet sırrı.” dediler, açıklamadılar.



-En büyük olaylar 4 Temmuz Cuma günü, ‘cami bombalanıyor’ haberlerinin yayılmasından sonra çıkıyor. Kimdi bu haberlerin kaynağı?



2 Haziran’da Genelkurmay’ın dağıttığı bir bildiri var. ‘Aleviler bölücüdür’ denilerek hedefe kondu. Psikolojik savaş taktikleri ile iki taraf arasındaki gerilim tırmandırıldı. Bir bakıyorsun, 4 Temmuz Cuma günü radyodan sabah 7’den itibaren ‘camiye bomba atıldı’ haberleri verilmeye başladı. Ankara merkezden yapılıyor bu yayın. Çorum muhabiri böyle bir haber geçmemiş. Kim o hâlde bu yalan haberin kaynağı ve haber neden her saat başı TRT’den yayımlanıyor? Şu net gözüküyor, bu projeli, planlı. Radyoda ‘cami yandı’ diye veriliyor; bu, camilerde belli adamlar tarafından ‘Aleviler camiyi yaktı’ şeklinde bir mesaj olarak çevriliyor, daha görünür hâle getiriliyor. Ulu Cami hocası cemaati uyarıyor: “Yahu nereye gidiyorsunuz? Aleviler bunu yapmaz.” Kimse takmıyor. Kışkırtılmaya hazır bir toplum var. Benzin dökülmüş, kibriti çakmak mesele değil. Benzini döken de, kibriti çakan da aynı eller.







-Kim bu eller?



Malatya’da cezaevinde yattım. Filistin’de kaldığım için daha ağırlaştırıcı ceza verdiler. Görünürde Türkiye, Filistin yanlısı gözükmüyor mu? Kazın ayağı öyle değil. Demek ki perde arkasında başka ittifaklar var. 1. Irak Savaşı başlamak üzereydi, televizyonlardan petrole bulanmış kuşlar yayımlanmaya başladı. Körfez’den geliyor görüntüler ama “Ben biliyorum bu yerleri, buralar değil.” dedim. Sonra araştırdım, Grönland’da bir yer. Orada senaryo icabı çekilmiş bu görüntüler ve bütün televizyonlara servis edilmiş. Burada dünya kamuoyunun ‘Saddam böyle kötü biri’ diye düşünmesini sağladılar. Halkı yönlendirdiler. Çorum’da da bu oldu.



-4 Temmuz Cuma günü çıkan olaylar, güvenlik güçlerince neden önlenemedi?



Cuma günü namaz vakti 50-100’den fazla, 500’e kadar değişen sayıda kişi ve önceden hazırlanmış silahlar kullanıldı. Paravan örgütler devreye sokuldu, olaylardan bir hafta önce, görevli olduklarını söyleyen bazı kişiler mahallelerde nüfus sayımı yapıyoruz diyerek kapıları kırmızı boya ile işaretlediler. Olaylar esnasında askerler, saldırıya geçen kişilerin hareket alanını serbestleştirdi. Alaaddin Camii’nin yanına çok sayıda asker gönderilmişti. Askerler Terlemezevler ile Alevilerin çoğunlukta olduğu bölge arasında bir kordon oluşturmuşlardı. Saldırıya geçen güçlerin hem arkasını koruyor hem de onların hareket alanını serbestleştiriyorlardı.



-Olaylarda kullanılan sivil unsurlar kime bağlı? Askere mi?



Hiçbir sivil otoriteye bağlı değil. Devlet içindeki bazı örgütler özel yasa ile kurulmuş gölge ordudur. Sadece yerli-yabancı asker ve polis personelden oluşmazlar. Sivil kişiler de bu örgütün içerisinde aktif görev almaktadır.



-Siz de olaylara karıştınız. Kullanıldığınızı düşünüyor musunuz?



Çorum Olayları’ndan dolayı ceza almadım ama siyasi olaylardan ceza aldım. Çorumluyum, bir cevap vermek zorunda kalıyorsunuz. Biz taraf olmak, karşı taraf olmak zorunda kaldık. Ama biz “Yok kardeşim! Bu, Alevi-Sünni meselesi değildir.” dedik. Doğruydu yani, hâlâ da doğrudur, yanlış bir şey değil. Yok, dediler, Alevi-Sünni meselesidir. Birileri işte burada taraf oldu. Bilenler var, bilmeyenler var. Bilmeyenler 30 yıl sonra, biz kullanılmışız, dediler ama bunlar çok azınlıkta.



-Kullanılanlar ders çıkarıyor mu?



‘Kullanıldım’ diyen adam tam olarak ne olduğunu bilemiyor. İdeolojik baktığı için soruna, bir taraf olmuş.



-Nasıl anladınız arka planda başkalarının olduğunu?



Silahlar var. Ellerinde G3, Thomson, Kırıkkale beşlisi… Kaçakçılarda bile bunların olması mümkün değil. Thomson zor, olması çok zor. Nereden geldi bunlar? Bunu dağıtmışlar, belli. Hıdırlık’ta bakıyorsun, Kur’an kursu var ve 400 silahlı adam. Bunlar sağcı görünüyor. Dinimiz, imanımız elden gidiyor, diye saldırdılar.



-Alevilerin içinde de böyle gruplar var mı?



Alevilerden bu tip örnek yok.



-Ama orada da silahlar var. Onlar da cinayet olaylarına karışıyor.



Adam üzerine geliyor, ne yapacaksın? Çatışacaksın. Silahlanıyorsun.



-Solcular da çatışmada taraf…



İdeoloji ile bağlantılı bunlar. Osmanlı’dan gelen sınıflar arasındaki kavgada halkın taraf olmasını istiyorlar. Halk taraf oluyor mu? Oluyor. Doğru mu? Doğru değil. Buradan demokratikleşme çıkar mı? Çıkmaz. Ama halk taraf oluyor, baktığın zaman. O dönem böyle değildi, bir tarafı tümden almış arkasına. Alevi kesimlerin içinde CHP’nin dışına taşan kısmını da kontrol etmek istiyorlar. Alevilerin bir bölümü TİP’i (Türkiye İşçi Partisi) destekledi. Sistemin koyduğu partilerin dışına düşüyor. Bu tehlike. Niye? Sistemin dışına düşüyor.



-Bunlar yargılanabildi mi?



Birinci failler yok ortada, ikinci faillerden bazıları yakalandı ve yargılanabildi.



-Birinci faillere neden ulaşılamadı?



MHP’lilerden bazılarıyla görüştüm. Birisinin abisi öldürüldü. Dedim ki “Abini vuran silah kimde çıktı?’ Kendi grubunun içinden birisinden çıkmış. “İfadeyi verdiniz mi mahkemede?” “Verdik.” Mahkeme bunun peşine düştü mü peki? Yok! Yine bir mahkemede, kar maskeliler ve polisler kahveyi basıp bir adamı öldürmüşler, davası görülüyor. Mahkemeye bakıyorsun, polisleri yakalamak zorunda kalmışlar. Diğer kar maskeli yok. Polisi solcuların yanına koymuşlar. Pol-Der’li bir polis öldürülmüş. Pol-Der’li bir polisi, solcu bir adam neden öldürsün?



-Bu yapılar bugün de varlığını koruyor mu?



Tabii… Rengi değişiyor işin. Beyaz, siyah, mavi… Türk Kürt’e, Alevi Sünni’ye düşman yapılıyor.



-Bu düşmanlık toplumda olmayan bir düşmanlık değil mi?



Benim yüzlerce Sünni arkadaşım, Kürt, Türk, Arap ve Çerkez dostlarım var. Baktığınız zaman bu güzelliği duman ediyorlar. Çokluk çiçeklerdeki çeşitlilik gibi bir şey. Bunlar araya giriyor, kendine benzetiyor. Sistemde sorun var. O yapı orada duruyor. Adam cumhurbaşkanı bile olsa kapıyı bulamaz. Batı’da bir kadın düştü, helikopterle 10 dakika içinde alıp götürdüler. İnsanın değerine bak. Burada bu mümkün mü? İnsan üzerine bina edilmediği için yapı sorun üretiyor.



-Cinayetler, suikastlar ve katliamlar profesyonellerin işi mi?



İnsanları öldürme biçimlerine bakın. Resimleri de var. Oradan insanlığı çıkartırsın. Adamın kulağını kesmiş, sol gözünü oymuş. Bunu neden yapıyor? Nefreti büyütmek için. Buradan zihniyeti görürsün, insanlıktan düşmüş, nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu bilelim. Ne olursa olsun adı, adamın derisini yüzmüşler. Yalan haberi yapan, ‘cami yakılıyor’ diyen ve bu şekilde cinayet işleyenler hep bunlar. Baktığın zaman bunlar paralel gidiyor.



O silahlar bir sivilde olmaz

Gazi Eke’nin Çorum Olayları ile ilgili kitabında bazı tanık ifadeleri şöyle:



“Evden çıktım, yukarıdan bir taksi indi. Taksiden bir adam çıktı. Ağzı maskeyle kapalıydı. Sade gözü görünüyor. Adam Kıbrıs kahvesinin önünde bir bağırdı: “Alaeddin Camii’nde 150 adam öldürüldü, siz burada ne güne duruyorsunuz?”



“Taksilerin bagajını açıp mermi ve tüfek dağıttılar. Bir Mercedes geldi. Mercedes’ten çıkan adam tabanca verdi. Traktör kasası ile adam taşındı.”



“Islık iki türlü idi. Tek düdük çalınca hücum ediyorlar, çift düdük çalınca saklanıyorlar. Polis gelince hiçbir şey söylemiyor, kaçmıyorlar.”



“Asker elbisesi, silah, mermi ve telsiz getiren subaylar 5 Temmuz günü bir anda kayboldular.”



“Kullanılan silahlar arasında MKE yapımı üçayaklı 7.62 mm M-G3 makineli tüfek de vardı. O tarihte bir sivilde bu silahın olması mümkün değildi.”





--------------------------------------------------------------------------------







Alevi-Sünni çatışması için 6 ay çalışıldı

12 Eylül için geri sayım başlamış, ülkenin her yanından ölüm haberleri geliyor. Çorum’a da ateş düşüyor. ‘Alevi-Sünni çatışması’ diye geçiyor kayıtlara. Onlarca insan feci şekilde can veriyor. Evler yakılıyor, işyerleri yağmalanıyor. Peki, Alevilerle Sünnileri karşı karşıya getiren silahların susmadığı 4 Temmuz 1980’deki katliama nasıl gelindi? 4 Temmuz’da neler yaşandı?





Ocak 1980’den itibaren örgütler Çorum’da harekete geçti. Alevileri Sünnilere, Sünnileri de Alevilere karşı kışkırtan bildiriler dağıtmaya başladılar. Bildiriler psikolojik harekâtın parçasıydı.





Askerî istihbaratçılar Çorum’da bazı yerleresık sık gelmeye başladı. Şehirdeki çeşitli kişilerle görüşüyorlardı. İstihbaratçılar, paramiliter örgüt mensupları ve dağıtılan bildiriler arasında organik bir ilişki vardı. Devletin gizli organlarının açık faaliyet göstermesi ve yasaların askıya alınması, çok geniş kapsamlı olayların habercisiydi.





Ev, işyeri gibi yerler yağmalanmaya, Alevi ve Sünni vatandaşlar taciz edilmeye başladı. İstihbarat güçleri tek tek insanları Alevi veya Sünni diye saptıyordu.





29 Şubat’ta ABD Büyükelçiliği ikinci kâtibi; Çorum valisi, MHP il yöneticileri ve CHP belediye başkanı ile görüştü. Amasya ve Tokat’a gitti. Bu ziyaretlerin, görüşme ve toplantıların içeriği açıklanmadı. 12 Eylül’den sonra birçok insan görevden alındığı hâlde Çorum valisi, belediye başkanı ve emniyet müdürü yerinde kaldı. CHP’li Çorum belediye başkanı da makamını korudu.





Şubat ayının son haftası boyunca Çorum’da her gece bomba sesleri duyuldu. Kitapevleri, dernekler, evler, arabalar ve dükkânlara geceleri bombalar atıldı.





7 Mart 1980’de vali değişti. Taraflara silah ruhsatları yaygın biçimde verilmeye başladı. 40’a yakın polis görevlerinden alındı. Okullara el atıldı. Çeşitli işyerlerinde toplu işten çıkarmalar yaşandı.





Nisan ayının sonuna kadar cinayetler işlendi. Şehirde terör eylemleri başladı. Sokaklarda toplu gezmeler, dükkânlardan haraç toplamalar, adam kıstırıp dövmeler olağan olay sayıldı.





Aleviler ve Sünniler el altından silahlandırıldı. 23 Nisan ve 19 Mayıs bayramlarında ‘cihat’ bildirileri dağıtıldı. “Müslüman, namusuna sahip çık!” diye başlayan bu bildirilerde ‘İslamcı Gençlik’ imzası bulunuyordu!





28 Mayıs’ta Çorum’la hiç ilgisi olmayan Gün Sazak’ın öldürülmesini protesto için anma töreni düzenlendi. Alevilerin yoğun yaşadığı Milönü’ne doğru yürüyüşe geçildi ve bazı işyerleri taşlandı.





Yasama, yargı ve yürütme uykuya yatırıldı. Polis olaylara müdahale etmemeye başladı. İki grup içindeki silahlı unsurlar görünür hâle getirildi. Mahalle ve köylerde teşkilatlandılar.





Mahallelerde barikatlar kuruldu. Ankara-Samsun karayolu barikatla kesildi, kilometrelerce araç kuyruğu oluştu. Valinin yolu açmasını istediği Jandarma Alay Komutanı Yarbay Vural Güride, bu talebi geri çevirdi: “Kan dökülür, gelin siz açın!”





Barikatlara ateş açıldı. Küçük çaplı çatışmalar başladı. Şehir ikiye bölünmüştü. Hiçbir olay ve ilişki rastlantı değildi. Saldırılar devletin bilgisi dâhilinde ve önceden planlanan bir hazırlığın sonucuydu. Devletin güvenlik güçleri seyirciydi. Şehir giriş ve çıkışlarında yol kesiliyor, kimlik kontrolleri yapılıyordu.





2 Haziran’da şehir makineli tüfeklerle tarandı. Sabaha kadar taciz atışları sürdü. 30 Haziran’da sol görüşlü insanların oturduğu semte giren bir otomobille çevreye ateş açıldı. 31 Haziran–1 Temmuz arasında gece yarısı bazı mahallelerde çatışmalar sürdü. Çok sayıda insan yaralandı, aralarında çocukların da olduğu can kayıpları yaşandı.





3 Temmuz günü sabah 5 civarı sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Daha fazla yağma, talan, darp meydana geldi. 04.30’dan itibaren bazı mahallelere saldırılar başladı. Ölen ve yaralananlar oldu. İki gün içinde ölenlerin sayısı 7’ye çıktı.





Ve 4 Temmuz… Hükümet saldırı olacağını biliyordu. 4 Temmuz sabahı vali vekili Yüksel Çavuşoğlu’na bir tel emri geldi. Çorum’un köylere açılan çıkış yollarının ağzında daimî kontrol yapılması, Milönü’ne giden yolun kontrol altına alınması, bazı ilçelerde tedbirli olunması, olayların sıcaklığını kaybettikten sonra provokatör ve suçluların aranmasının zaruri olduğu bildiriliyordu. Alevilerin yaşadığı yerlerin başka bölgelerle irtibatının kesilmesi isteniyordu. Milönü bölgesi enterne edildi, saldırganların hareket ve saldırı alanı genişletildi. Cuma sabahı sokağa çıkma yasağı kaldırıldı. Yaklaşık 1500 kişi gözaltına alındı. Çatışmalar başladığı esnada 4 jet uçağı şehrin üzerinden uçuruldu. Halk terörize edildi. Operasyonlar 12’ye kadar sürdü.





Öğle namazı sırasında Bahçelievler ve Esnafevleri dışında bütün camilerde “Komünistler Alaaddin Camii’ni bombaladı!” haberi yayılmaya başladı. Öğleden sonra Alaaddin Camii, Ulu Cami, belediye garajı ve Kur’an kursunun bulunduğu bölgelerde toplanan halk, açık saldırılara girişti. Güvenlik güçleri, solcuların yaşadığı mahallelerde kurulan barikatların kaldırılması için baskı yapıyordu. Kayseri ve Nevşehir’den jandarma komando birlikleri Çorum bölgesine sevk edildi. Bazı askerlerin halka ateş açması üzerine ölenler oldu. Panzerler de rastgele ateş açtı. Tabanca, tüfek, bomba sesleri gün boyu susmadı. Gözaltına alınanlardan işkencede ölenler tespit edildi.





Ülkücü-Sünni tanık Adnan Baran: O yapı hâlâ dimdik ayakta fırsat kolluyor

Çorum olaylarından sorumlu tutulanlardan biri ülkücü Adnan Baran. Yargılamalar neticesinde 12 yıl hapis cezası aldı. Baran’ın anlattıkları ile Alevi araştırmacı Eke’nin anlattıkları arasında paralellik dikkat çekici.



Adnan Baran, ülkücü. Çorum Olayları’ndan yargılanıp 12 yıl hapis yattıktan sonra geçmişin muhasebesini yapıyor. Özellikle Ergenekon operasyonlarının kafasındaki soru işaretini giderdiğini söylüyor. Baran’ın açıklamaları da şoke edici ayrıntılar barındırıyor.



-Çorum olayları bir Alevi-Sünni çatışması mıydı?



Çorum seçilmiş iller arasındaydı. Sağ-sol çatışmasından kendilerine göre yeterli sonuç alamayanlar, olayların akışını Alevi-Sünni çatışmasına kanalize ettiler.



-Nasıl?



Ülkücüler ve solcuların arasına provokatörler sızmıştı. Gündüz olaylara müdahale eden güvenlik güçleri, her nedense geceleri kışlasına çekiliyordu. İlk olaylarla cuma namazı sonrası çıkan olaylar arasındaki yaklaşık bir aylık sürede, psikolojik harp taktikleri uygulanarak gerilim tırmandırıldı. Sağcılara ‘solcular size saldıracak’, solculara ‘sağcılar size saldıracak’ diye fısıldandı. Silahlar ve patlayıcılar teşrik-i mesai içinde olduğumuz, kendilerinin sağcı olduğunu söyleyen subaylar tarafından verildi. Solculara da muhtemelen aynı kişiler silah temin etti. 5 Temmuz’dan sonra bunlar âdeta buharlaştı! Çatışmalar bitmemişken, güvenlik tedbirleri alınmamışken cuma günü sokağa çıkma yasağının kaldırılması da kumpasın bir parçasıydı. 12 Eylül öncesindeki Çorum Olayları, 12 Eylül’e davetiye diye çıkarıldı. Halkı darbecilerin kucağına itmek için canından, malından her şeyinden bezdirmek istediler. Somut olaylar var.



-Ne tür somut olaylar?



Çorum’dan geçen Samsun yolu trafiğe kapatılıyor. Karadeniz’le bütün bağlantıların kesilmesi demektir bu. Karakola da talimat veriliyor, arabalar durduruluyor. Kilometrelerce kuyruk oluşuyor. Vali yarbaya telefon ediyor, barikatın kaldırılması, yolun açılması için. Yarbay da oturmuş eylemcilerle çay içiyor. “Açamam, güç kullanmak zorunda kalacağım.” diyor. Vali ısrar edince de “Gerekiyorsa kendin kullan!” diye telsizin mandalını kapatıyor.



-Çorum’da çatışma ortamı mı hazırlandı?



Evet. Alevilere diyorlar ki “Dışarıdan ülkücü komandolar Çorum’a getirilmiş, silahlandırılmış, Alevi mahallelerine saldırılacakmış.”



-Kim diyor?



Camiye bomba atıldığını kim söylediyse aynı odak bunu fısıldıyor. Yine aynı odak bize de diyordu ki “Milönü’ne iki kamyon silah gelmiş, adamlar size saldıracak.” Psikolojik harp taktiği bunlar ve bunun kaynağı aynı.



-Ama ülkücüler olayların içinde?



12 Eylül’den sonra herkesin silahı yakalandı. Bizden ne kadar silah çıkmış, Alevilerden ne kadar silah çıkmış? Buna bakılsa bile fısıltı gazetesinin yalanları ortaya çıkar. Sağ kesimden 20 tane otomatik silah çıkmamıştır. Kamyonlarla silah dağıtıldığından bahsediliyordu.



-Nereden geliyor silahlar?



Bizim mahalleyi Alevi sandığımız kişiler tararken, askerî terminolojideki adıyla izli mermiler kullanıyorlardı. Bunları araştırınca, kaçakçıdan alınacak mermi olmadığını öğrendik. Bu mermileri kimden aldılar? Bize TNT bombalarını verenler onlara da bu mermileri vermişler.



-Tam olarak silahları kim verdi size? Sonuçta o kişileri tanıyorsunuz.



Mahkemede açıklayacağım. İki tarafta da mahalle komiteleri oluşturuldu, Komiteler, silahları temin ediyordu. Bizim mahalle komitesini sonra lağvettik. Bu komitelerin içinde bir tane ülkücü yoktu. Silahları alıyor ve dağıtıyorlardı. Darbe olduğunda birer birer hepimizi aldılar. Bana diyorlar ki “Sende şu marka silah var.” Başkasına da aynı şeyi söylüyorlar. Nereden bilebilirler? Demek ki bize silahı veren kendileri. Emniyette komitenin ismini, kimlerden oluştuğunu tek tek söyledim. Hiçbirine dokunulmadı. TNT’ler, bombalar da komite aracılığı ile getirildi. Olaydan sonra da silahları topladılar ve kimde ne bulunduğunu açıkladılar. Acaba şu silahları mahalle komitesine sızdırılan kişiler mi aldı ve sonra teslim etti?



-Ülkücü değilse komitedekiler kimdi?



O yaşta bunları fark etmek mümkün değildi. Sağ ve solun içinde özel harbin elemanları vardı. Bizim komite beş-altı kişiden oluşuyordu. En az iki-üçü özel harbin elemanıydı. Mahkemede diyeceğim ki “Genelkurmay’a mı, MİT’e mi, nereye yazarsanız yazın, özel harbin elemanlarını açıklasınlar.” O zaman biz de deriz ki bunlar provokatör, bunlar suçlu.







-Asıl organize edenler açığa çıkmadı mı?



Onlara hiç dokunulmadı. TNT patlayıcı madde atılmıştı, bu kayıtlarda var, askerî madde olduğunu biliyorlar ama kimden aldın diye sormuyorlar. Nasıl attın diye soruyor ama kimden aldın diye sormuyor. Sorulsa, neresi çıkacağını onlar da biliyordu. Sormadılar. İşkencede pek çok şey soruluyor, insanlar pek çok şeyi itiraf ettiler ama kendilerini sıkıntıya sokacak şeyleri sormadılar. Ağabeyim olaylarda öldürüldü. Onu vuran silah ülkücü işçilerin başkanından çıktı. Polisleri öldüren silah benim suç ortağımdan çıktı. Biz bunların kimler eliyle kime ulaştırıldığının ortaya çıkmasını istiyoruz.



-Sizin kafanızda hâlâ şüphe var mı?



Ergenekon’dan önce kafamızda soru işaretleri vardı ama sonra birçok şey netleşti. Kimse macera için bu işe girmedi, ölüme talip olmadı. Vatan tehlikede diye inanıyorduk. Bedel ödedik. Sonradan bakıyoruz, bu birilerinin işine yaramış, birilerine meşruiyet kazandırmış, birileri bir yerlere gelmiş.



-Çorum Olayları mahkemelere geldi. Yargılamada gerçek failler ortaya çıkarılmadı mı?



Çorum Olayları örgütlü bir suç olarak yargılanmadı, bireysel suç olarak yargılandı. Çorum’da 17 sağ görüşlü vatandaş öldürüldü, bir tanesinin katili bulunmadı. Ne yaptılar? Ülkücüleri solcu polisler sorguladı, mahkemeler de öyleydi. Bir şeylerin üzeri örtüldü, kazılmadı. Çorum Olayları’nda gidilebilen en son noktaya kadar gidilsin, bugünkü Ergenekon’un uzantılarından başkası çıkmaz! Mahalle komitelerini kimler kurdurdu ise provokasyonları yapanlar da onlardır.



-Alevi mahallelerine saldırıların ardında ülkücüler yok muydu?



Solcu Alevi vatandaşların olduğu yoğunluklu bölgeler var, herkes birbirini bilir. Sigorta bölgesinde çok Alevi vardı, sağduyu hâkim olmasa idi binlerle ifade edilirdi katliam. Halkın elinden linç edilmekten kurtardığımız bir sürü adam var. Devlet halkına kumpas kurmaz, ama halkı tehdit olarak algılarsan bunu yaparsın. Devlet onlarca yıldır halkı tehdit olarak algılamış. Bir devlet düşünün ki halkın arasına ajan soksun, kumpas kursun… Bu, Baasçı devlet anlayışıdır.



-12 Eylül’le birlikte bu olaylar yeniden gündeme geldi. Ergenekon gibi yapılar da yargı önünde. Tehlike geçti mi?



Bunların üzerine sonuna kadar gidilmesi lazım. Örtülmesi demek, internete düşen kasetlerdeki tehditler demek. O yapı hâlâ dimdik ayakta fırsat kolluyor. Milletin kazanımları olmuştur ama en ufak bir şeyde çok daha geriye götürürler bu ülkeyi. O yapı duruyor, sen sivrisineklerle uğraşıyorsun, bataklık olduğu gibi duruyor. Davalar kesilirse, yine bataklık görmezden gelinmiş demektir. 12 Eylül hâlâ devam ediyor. Ürünü olan anayasa ortadan kalkmadı. Cemal Gürsel, Kenan Evren ve Çevik Bir’i suçluyoruz, mesele kişilere indirgeniyor, kötü olan şahıslar. Yapı ise gözden kaçırılıyor. Yapı kötü, Evren olmasa da darbe olacak. Öyle dizayn etmişler ki yapının görevi, sistemi halkına karşı korumak.





--------------------------------------------------------------------------------



TRT ve fısıltı gazetesi üzerinden yalan haber

4 Temmuz 1980 Cuma günü, Alevi ve Sünnileri tahrik eden karşılıklı bildiriler istenen etkiyi yapmamıştı. Psikolojik savaş taktiklerinden olan yalan haber yayma devreye sokulacaktı. Operasyonun daha etkili olabilmesi için Alevi-Sünni ayrımını çatışma noktasına sürüklemek gerekiyordu. 4 Temmuz Cuma günü Alaaddin Camii’nin bombalandığı haberi, olaydan 5 saat önce saat 07.00’de TRT Radyo haber bülteninde verilmişti: “Çorum’da bugün meydana gelen olaylarda ilk tespitlere göre 4 kişinin öldüğü, bazı kişilerin de yaralandığı bildirildi. Olaylar Milönü semtindeki Alaaddin Camii’ne patlayıcı bomba atılması ve dışarıdan ateş açılmasıyla başladı.”



Bu haberi radyo sık aralıklarla sürekli veriyordu. Peki, haberin kaynağı kimdi? Aynı gün TRT Çorum muhabiri Münir Tümtürk, ısrarla böyle bir haber geçmediğini söylüyordu. Merkeze gönderdiği haber metninde Alaaddin Camii’nin bombalandığı gibi bir bilgi kesinlikle yer almıyordu. Alaaddin Camii’ne ne patlayıcı madde atılmış ne de dışarıdan ateş edilmişti. Vali de haberi doğrulayıcı veya yalanlayıcı bir açıklamada bulunmamıştı. Muhabirin yazdığı metne cami unsuru kasten ilave edilmiş, TRT de verilen bir görevi yerine getirmişti.



Cuma namazı daha bitmeden operasyonun ikinci adımı atıldı. Ulu Cami’de hutbe okunurken kapıdan hızla giren biri “Alaaddin Camii’ne bomba atıldı. Müslümanları öldürüyorlar! Ne duruyorsunuz?” diye bağırdı. Caminin imamı Mürsel Hoca, cemaate, “Çorum’da böyle bir şey olmaz. Allah’ını seven gitmesin.” dediyse de dinletemedi. Cami bir anda boşalmış, içeridekilerin çoğu Terlemezevler ve Milönü arasındaki Alaaddin Camii’ne doğru koşmaya başlamıştı. Fitil ateşlenmişti. Cami çevresindeki ‘görevliler’ devredeydi. Ziraat Bankası bitişiğindeki Ulu Cami’de görevli biri kalabalığa “Ey Müslümanlar! Solcular ve Aleviler Milönü’ndeki Alaaddin Camii’ne bomba attılar. Ne duruyorsunuz? Cami yanıyor, namaz kılan Müslümanları katlediyorlar! Silahı olan silahını alsın gelsin!” dedi. Bir başkası “Din elden gidiyor! Komünistler Moskova’ya!” diye bağırdı. Aynı anda arabalarla caddelerde de buna benzer anonslar yapıldı. 12-13 yaşlarındaki çocuklar da diğer camilere giderek aynı ifadeleri dillendirdi. Cami avlusunda daha önceden saklanmış kürek, bel sapı ve kesici aletler hemen ellere tutuşturuldu. Kalabalığın içerisinde üzerinde silah olanlar da vardı. Aynı anda silahlar patlamaya başladı. Alaaddin Camii’nde yangın olmadığını gören bazı vatandaşların ikazları ise fayda vermedi, hemen susturuldular. Çorum’un tüm semt ve mahallelerinde silah sesleri ve alevler yükseliyordu. Cumhuriyet Caddesi üzerinde çok sayıda dükkân yağmalandı. Milönü semtinde kalabalığın üzerine otomatik silahlarla ateş edildi. Kulaksız Sokak ile Baltalı Sokak’ın kesiştiği yerde görgü tanıklarının ifadesi ile kısa kollu haki gömlekli, asker olduğu belli olan iki kişi üç ayaklı makineli tüfeğe şerit takarak Kulaksız Camii’ne doğru taciz ateşine başladı. Önceden hazırlanmış 50, 100 kişilik, 45-50 yaşlarında silahlı kişiler, kalabalıkların arasına karıştı. Milönüde 5 bin kişi toplanmıştı. Şiddetli çatışmalar yaşandı. Manzara korkunç, bilanço ağırdı.



Başbakan Süleyman Demirel, İçişleri Bakanı Mustafa Gürcügil, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Jandarma Komutanı Sedat Celasun’du. 15 Temmuz’da İhsan Sabri Çağlayangil’in başkanlığında toplanan MGK’da Çorum ve Ordu’nun sıkıyönetim kapsamına alınması kararlaştırıldı.