20 Haziran 2012 Çarşamba

DDK'NIN ÖZAL RAPORU: ÖLÜMÜ SÜPHELİ

Devlet de Özal'ın ölümünü şüpheli buldu

28 Mayıs 2012 / İDRİS GÜRSOY
Turgut Özal’ın ölümünü araştıran Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun taslak raporuna Aksiyon ulaştı. Kurulun, ‘mezar açılması’ dâhil pek çok konuda talepte bulunması bekleniyor.
13 Nisan 1993, akşam vakti. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Türkmenistan gezisinde gazetecilerle birlikte. Temaslarını değerlendiriyor. Aniden fenalaşıyor. Gazetecilerin ifadesi ile mosmor kesiliyor. Cumhurbaşkanı sözcüsü Kaya Toperi, aniden ayağa kalkıp koluna giriyor. Özal’ı âdeta sürükleyerek odadan çıkarırken gazetecilere de “Toplantı bitti arkadaşlar.” diyor. Sonraki durak olan Azerbaycan’daki iki günlük program, bir güne indiriliyor.
Ankara’ya dönüşte, Özal’daki yorgunluğu herkes fark ediyor. Cumhurbaşkanı, dinlenmek için, 16 Nisan akşamındaki programını iptal ediyor. Ancak Bulgaristan Büyükelçiliği’nde Bulgar bir ressamın resepsiyonuna katılması için ısrar ediliyor. Özal birkaç kez reddetmesine rağmen ısrara daha fazla dayanamayıp hazırlanıyor. Resepsiyonda limonata (veya portakal suyu) ikram ediliyor. Gece geç saatte Köşk’e dönüyor.
17 Nisan sabahı uyandıktan sonra hâlâ sebebi bilinmeyen bir şekilde hayatını kaybediyor. Milyonlarca insanın ‘dindar, sivil ve demokrat cumhurbaşkanı’ diye cenaze törenine katılıp gözyaşı döktüğü Turgut Özal’ın ölümü ile ilgili cevabı verilemeyen sorular aradan geçen 17 yıla rağmen azalmadı, aksine arttı. Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı soruşturma derinleşerek sürüyor. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu (DDK) da raporunu tamamlayarak Abdullah Gül’e sundu. Kurul, en yakın daireden en uzak daireye kadar çok sayıda kişinin tanıklığına başvurdu. Resmî belgeler gözden geçirildi. Seyahat kayıtları, sağlık raporları titizlikle incelendi.Bazı belgelere ise ulaşılamadı.
Özal’ın yurtdışı seyahati, Bulgaristan Büyükelçiliği’ne götürülmesi ve özellikle de Çankaya’daki ilk müdahaleden mezara gömülmesine kadar geçen süredeki olaylar mercek altına alındı. DDK raporu, Özal’ın ölümü için ‘suikasttir’ diyemedi ancak pek çok soruya da cevap bulunamadı. Mesela, Özal’ın otopsisi neden yapılmadı? Semra Özal’ın izin vermediği iddia edilse de şüpheli durumlarda, hele söz konusu bir cumhurbaşkanı ise, otopsi için yakınların rıza ya da talebi aranmıyor. Kan, doku ve kıl gibi örnekler niçin alınmadı? Alındığı söylenen kan örneği neden güvenli bir ortamda saklanmadı? Özal’ın vefat ettiği sabah Köşk’te doktoru yoktu. Cumhurbaşkanının sağlığını koruma görevi kimindi? Neden doktor, hemşire ve sağlık görevlileri yoktu? Onlara kim tarafından izin verildi? Cumhurbaşkanı neden ambulansla değil de üçüncü vitese geçmeyen, içinde tek bir tıbbi malzeme olmayan hasta taşıma aracıyla taşındı? Niçin Hacettepe’ye götürüldü? Özal’ın ölüm sebebi ve şekli hâlâ bilinmiyor. Özal’ın ölümü ile ilgili soruşturmada DDK’nın üzerinde durduğu noktalar şöyle:
Vefatından bir gün önce Bulgaristan Büyükelçiliği’ndeki kokteyle katılıyor. Yorgun olmasına ve istememesine rağmen davete zorla götürülüyor. Özal’ın elçiliğe gelirken görüntüleri izlendi. Elçiliğe doğru yokuş yukarı yürüyor. Neden izin verildi?
Kokteylde limonata aldığı görüntülerden tespit edilmiş. Ancak limonatayı veren kişi teşhis edilemiyor. Limonata mı, portakal suyu mu içti? İkramı yapan kişi kimdi?
Fotoğraflar ve filmler incelendiğinde kokteyle davet edilenlerden pek çoğu bilinmiyor. Çok sayıda bilinmeyen kişi cumhurbaşkanının davetli olduğu resepsiyona nasıl girebildi? Güvenlik zaafının sorumlusu kim?
Köşk’teki garsonlar konuşmuyor ve aynı şeyleri söylüyorlar. Köşk’e ketum kişiler alınıyor. Sonraki araştırmada bunların seçiminde dikkat gösterilmediği anlaşılıyor. Bazılarının daha önce başka büyükelçiliklerde çalıştıkları ve borcu olduğu da ortaya çıkarılıyor. Garsonları kim seçti?
Özal’ı hastaneye taşıyan araç bir ambulans değil, hasta taşıma aracıydı. Hiçbir tıbbi teçhizat yoktu. 1967 model bir Mercedes’ti ve üçüncü vitese geçmiyordu. Neden tam teşekküllü bir ambulans yoktu? Köşk’ün ambulans talebine Başbakanlık neden olumsuz cevap verdi?
Özal, GATA’ya doğru yola çıktı ancak Hacattepe’ye götürüldü. Cumartesi sabahıydı ve trafik yoktu. Durumu acil olan bir kalp hastası acilen en yakın hastaneye götürülecekse, yol üzerinde Numune, Yüksek İhtisas ve Ankara Tıp Fakültesi vardı. Özellikle kalp cerrahisinde en gelişmiş hastane Yüksek İhtisas’tı. Neden Hacattepe seçildi? Bu durumdaki hasta için 5 dakikanın bile önemi vardır. Hacattepe’ye geldiğinde nefes almıyordu. Nasıl ve kim karar verdi?
GATA’ya, o sabah sağlık kontrolüne gideceği bilgisi verilmişti. Sağlık kontrolü rutin miydi?
Ölüm belgelerinin tamamında bir doktorun imzası var. ‘Doku örneği alalım’ diyen doktorlara rağmen imzası olan doktor neden doku örneği aldırmadı? Bazı doktorların demek ki bir şüphesi var. Şüphe neydi?
Ceset bozulmadan mikrobiyopsi ile istenen bir organdan da parça alınabilirdi. Neden alınmadı?
Özal’ın doktoru Cengiz Aslan ‘Otopsiyi aile istemedi’ diyor. Aile ise bunu reddediyor. Kanunlara göre, şüpheli ani bir ölüm varsa, aile iznine de gerek yok. Otopsi şüphesi olan durumlarda, doktor savcılığa haber verir, savcılık ailesinin rızasını istemeden otopsi yapılmasını ister. Neden bu yol takip edilmedi?
Kan örneği alındı deniyor, sonra bu örnek kayboluyor. Nasıl kayboldu?
Mezara nasıl gömüldüğü belli değil. ‘Tabutla gömüldü’ diyenler var ancak görüntülerde tabut mezardan çıkarılıyor. Neden şüpheler gündeme gelir gelmez ceset çıkarılıp otopsi yapılmadı?
Köşk günlüğü yok, ne olup bittiği bilinmiyor. Celal Bayar döneminde Köşk’ün seyir defteri varmış. Sonraki dönemde bu uygulamadan vazgeçilmiş. Köşk’ün hafızasına ne oldu?
Özal’ın sağlık kontrolleri özel bir hastanede yapılıyor. Cumhurbaşkanı neden devlet hastanesinde ve sıkı güvenlik tedbirleri altında bu kontrolleri yaptırmadı?
Özal’ın kalp ve prostat ameliyatı olduğu Amerika’daki hastaneden sağlık raporları getirildi ve incelendi. Ancak GATA’da hiçbir kayıt yok. Cumhurbaşkanı’nın sağlık dosyası GATA’da neden tutulmadı?
Özal’ın ölümünün ardından, hastanede, ölüm haberinin açıklanıp açıklanmayacağı tartışma konusu oldu. Bazı yetkililer açıklama için dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in beklenmesi için neden ısrar ettiler?
Devlet Denetleme Kurulu, Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazasında olduğu gibi bir rapor hazırlayıp Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sunacak. DDK’nın ölüm sebebini bulabilmek için ‘mezar açılması’ dâhil pek çok konuda talepte bulunması bekleniyor. Savcılık kendi soruşturmasına bu raporu ekleyerek ölümle ilgili şüpheleri aydınlatmaya ve sorumluları adaletin önüne çıkarmaya çalışacak. Soruşturmada gözler, Köşk’ün işleyişinden sorumlu isimlere bir kere daha çevrilecek. Turgut Özal’ın basın sözcüsü Kaya Toperi, başyeveri Aslan Güner’di. Hasan Iğsız da Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı’ydı. 1993’te tuğgeneralliğe terfi etti.
DDK’nın araştırması, soruları çoğalttı!
Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu, Muhsin Yazıcıoğlu’ndan sonra, 17 Nisan 1993’te vefat eden Turgut Özal’ın ölümünü de mercek altına aldı. Şüpheli noktaların aydınlatılması için kurulan heyetteki tıp uzmanları, Özal’ın bir kalp krizi mi yoksa uzun süreli kimyasallara bağlı zehirlenme veya bir başka suni yöntemin uygulanması sonucu mu öldüğünü araştırdı. Turgut Özal’ın son günleri incelendi. Kullandığı ilaçların listesi çıkarıldı. Günün hangi saatlerinde, hangi sıklıkta aldığı; bu ilaçların teşhisi konulmuş rahatsızlıklara uygun olup olmadığı; beslenme programıyla uyum ve etkileşimi araştırıldı. Özal’ın Houston’da geçirdiği by-pass ameliyatı da dâhil bütün sağlık raporları, tetkik ve tahlilleri bir araya getirildi. Özal’ın vefat ettiği 17 Nisan 1993 gününün ‘nasıl aktığı’ dakika dakika simüle edildi. O sırada yanında kimlerin olduğu, Köşk’te o sırada görev yapan ve izinli olan personel, hastaneye götürülürken yanındakiler, Hacettepe’de karşılayan, müdahale eden ekip, daha sonra götürüldüğü GATA ekibi tek tek listelendi. Başta doktorları ve güvenliğinden sorumlu kişiler olmak üzere herkesle görüşüldü. DDK, Özal’ın öldüğü gün Köşk’te doktor ve hemşirenin izinli olması, ambulansın çalıştırılamaması, müdahale ve sağlık yardım setinin olmaması, vefatından sonra kan örneğinin bulunamaması gibi bir dizi şüpheli durumu not etti. Ölümünden bir gün önce sergi açtığı sanat galerisinde kendisine ikram edilen limon suyuyla ilgili iddialar, iki gün öncesinde döndüğü Orta Asya gezisindeki beslenme programı da mercek altına alındı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da 1988’deki suikast girişimiyle ilgili bağlantıları araştırıyor. Savcılar çok sayıda kişinin ifadesine başvurdu.
Korkut Özal: Köşk’e
uzanan tertip var
Türkiye’de bugün gizli teşkilat ortaya çıkarılıyor. Ergenekon adı altında, Menderes’i de Özal’ı da öldürenler o grupların kontrolündedir. Turgut Bey’i de Ergenekon’un zehirlediği artık bir kanı hâlindedir. Doktor ve hemşirelerin o gün izinli olması dikkat çekici. Köşk’teki işleyişi bilmiyorum. Açık kalp ameliyatı geçirmiş, rahatsızlığı bilinen bir cumhurbaşkanının köşkünde doktorun bulunmaması ilginç. Bunların araştırılması lazım. Turgut Bey’in ölümüyle de Türkiye’de öyle şeyler değişti ki bir çağ kapandı, bir çağ açıldı. O öldükten sonra Türkiye batağa gitti. Eğer cumhurbaşkanlığında kalsaydı bugün Anayasa Mahkemesi’nin yapısı farklı olabilirdi. Turgut Bey’e 1988’de suikast yapıldı. Kimden olduğunu biliyordu, bana isim bile verdi. Ama dedi ki “Bunu burada kapatalım.” Ben o ismi yıllar sonra DGM’ye bildirdim. Bu isim oradan medyaya sızdırıldı. Turgut Bey’in ölümünde öyle boşluklar var ki ölümü iyi incelenirse, Amerika’da Başkan Nixon’ın istifasıyla neticelenen Watergate gibi bir skandal çıkar ortaya. Gerçek olan ölümünün normal olmadığıdır. Çok açık, kardeşimi zehirlediler. Evet, ağabeyimin ölümünde tertip vardı. Bu da araştırılmalı. Birini Köşk’e sokup ağabeyimi öldürdüler. Köşk’teki doktor ve hemşirelere o gün kim izin verdi? Araştırılmalı. Köşk’e kadar uzanan bir organizasyon var. Kalp krizi geçirince müdahale edilmiyor ya da ettirilmiyor. Kendi hâline bırakılıyor. Âdeta ölmesi bekleniyor. Bu da Köşk’ün içine kadar girmiş bir organizasyonu işaret ediyor. Emniyetin ve istihbaratın içinden bilinen kimseler bu işin içindedir diye düşünüyorum. Burası Cumhurbaşkanlığı Köşkü olduğuna göre, doktorun ve hemşirelerin çalışma günü ile ilgili bir kuralın olması lazım. Doktor ve hemşirelere kim izin verdi. Bunun araştırılması gerekiyor. Emniyetin ve istihbaratın içinden bilinen kimseler bu işin içindedir diye düşünüyorum. Bunlardan ibaret de değildir. Daha geniş bir mekanizma da var arkasında, bunları kullananlar da var. Eğer bu bütünüyle araştırılırsa ortaya çıkacak gerçekler Türkiye’nin güçlü bir ülke olmasının altyapısını oluşturur. (Kaynak: Devlet Sırrı, Korkut Özal)

GATA'dakı nobetçi subayın Özal notları

GATA’daki nöbetçi subayın notlarından Özal’ın ölümü

11 Haziran 2012 / İDRİS GÜRSOY
İlk defa Aksiyon’un ulaştığı GATA’daki nöbetçi subayın el yazısı notlarından: “Yıkama esnasında Kemal Yamak, Aslan Güner, Ömer Şarlak oradaydı. Fatiha’ları okuduk. Sedyeye alınırken ben de yerimden fırladım. Tahsin Şahinkaya gülerek çıktı.”
‘17 Nisan 1993 günü Nöbetçi Amiriydim. Saat 11.00 civarı komutanımız Acil Servis’e bir ekiple hızla gitti. Ben Genelkurmay İkinci Başkanı Fikret Küpeli gelecek sanıyordum. Oysa 15 dakika sonra Cumhurbaşkanlığından ‘Ben Komiser Hamza’ diye bir telefon aldım. Cumhurbaşkanımızın rahatsızlandığını ve Hacettepe’ye götürüldüğünü, acele GATA komutanı ve ekibinin Hacettepe’ye gelmesi gerektiğini söyledi. Ben hemen araba ile acil servise gittim. Komutanımız benden önce ayrılmıştı. İlerleyen saatlerde Fikret Küpeli geldi. Sedat Celasun’u ziyarete gelmişti. Biz Turgut Özal’ın sıhhati ile ilgili sağlıklı haber alamıyorduk. 14.30 civarında bir telefon aldık ve birinin ‘Turgut Özal öldü’ demesini işittik. Bir anda çok şaşırmış ve inanamamıştım. Hemen TV kanallarını dolaştım. Gerçekten haber doğruydu ama ben inanmak istemiyordum. Bayrakların yarıya indirilmesi için Genelkurmay Vardiya Amirliği’ne müracaat ettim. Onlar da Genelkurmay Nöbetçi Amirliği ile görüşmemi istediler. Oradan da konuyu bize sonra bildireceklerini söylediler.’
Mustafa Sarsılmaz’ın “Özal’ın ölümü kendi notumdan’’ başlığını verdiği notlar bu satırlarla başlıyordu. GATA’da nöbetçi subay olan Tabip Binbaşı Sarsılmaz, 17 Nisan’da tarihî bir olaya şahitlik yapacağını elbette bilmiyordu. Bir gün önceden kendisine Cumhurbaşkanı Özal’ın rutin sağlık kontrolü için hastaneye geleceği haber verilmişti. Nöbeti devralır almaz, gerekli hazırlıkları yaptı ve Özal’ı beklemeye başladı. Ancak dakikalar ilerliyor ve Özal’dan haber gelmiyordu. Saat 11.00 civarı Cumhurbaşkanlığı’ndan Özal’ın rahatsızlandığı ve acilen Hacettepe’ye götürüldüğü haberini aldı. 14.30’da öldüğünü öğrendi. 22.30’da GATA’ya Cumhurbaşkanı’nın cenazesi getirildiğinde Sarsılmaz, nöbetçi amir olarak duruma vaziyet ediyordu. O sabahtan itibaren GATA’da olan bitenleri el yazısı ile not aldı. İlginç isimler ve ayrıntılar da düştü notların içine. Özal’ın vefatını araştıran Devlet Denetleme Kurulu, çok sayıda tanık gibi Prof. Mustafa Sarsılmaz’ı da dinledi. Sarsılmaz, o ana kadar kimse ile paylaşmadığı notları DDK’ya sundu. Peki, 6 sayfalık notlarda neler vardı? Aksiyon, Sarsılmaz’ın DDK’ya verdiği orijinal notlara ulaştı. Emekli Tabip Binbaşı Prof. Mustafa Sarsılmaz’ın notları aynen şöyle:

İKİNCİ SAYFA:

Bu esnada TV’de maçlar iptal edilmiş ve bayraklar yarıya indirilmişti. Bunu da görünce Des. Kıt.dan tören kıtasını çağırttım. Saygı duruşu ile bayrağı yarıya indirdim. Emrimdeki okulları aradım, meğer onlar benden önce yarıya indirmiş. Tahsin Şahinkaya geldi. ‘Başınız sağ olsun’ dedim. Önce inanmadı. Sonra dönüşünde gülümseyerek GATA’dan ayrıldı.
Kur. Bşk. telefonla Özal’ın naaşının GATA’ya nakledileceğini, bu haberin duyulmamasını istedi. Ben de imamı evinden aldırdım, tek. hizmetlere boya-badana yaptırdım. Elektrikleri gözden geçirttim.
22.30 civarı GATA’ya merhumun naaşı getirildi, morga aldık. Ahmet Hoca yıkama ve dua işlemlerini yaptı. Sadece akrabaları GATA Komutanı, F. Kocabalkan ve iki hoca yıkanma esnasında mevtanın yanında bulundu. Dualar yapılarak morga kondu.
Gece devriye dolaşarak emniyeti gözden geçirdim. Komutanımız ayrılmadan önce bizlere tek tek sarılarak, yanaklarımızdan öptü ve teşekkür etti. ‘Vicdanımda iki şey için sıkıntı duyuyorum. Biri, keşke bütün bunları video’ya alsaydık. İkincisi ise niçin Diyanet İşleri Başkanı’nı yıkama ve dua için çağırmadık’ dedi.

ÜÇÜNCÜ SAYFA:

GATA’da yıkama esnasında bulunanlardan tanıyabildiklerim, Kemal Yamak, Aslan Güner, Yusuf Bozkurt Özal, Korkut Özal, Garnizon Komutanı, Dr. Mustafa Özer, Fikri Kocabalkan, hocalar, özel kalem, ihtiram nöbeti tutan askerler vardı. Basından (Kanal 6) Can Okanar oradaydı.
19.04.1993 Pazartesi günü:
Patoloji’den Ömer Günhan beni arayarak tahnit konusunda yardımcı olmamı istedi. 1990 yılı literatürünü bularak personel Mustafa Cebelik ile vakumlu aletimiz ve aspiratörle otopsi salonuna gittik. Rıfkı Finci Hoca, komutandan ‘anatomistlerden birisi bulunabilir mi?’ diye müsaade almış. Saat 14.30’da otopsi salonunda hazır bulundum. 15.00’e kadar hazırlıklar tamamlandı. 10-20 ve 50 cc’lik enjektörlere formalin çekildi. Hazır beklendi. Patologlar yeşil giymişlerdi. Benim beyaz önlükle kalmamı istediler. ‘Sadece aspiratöre gerek duyulursa devreye girersin’ dediler.

DÖRDÜNCÜ SAYFA:

15.15’te komutan geldi. Diğer generallerin de hazır bulunmasını istedi. I. Hariciye ekibi, Fahrettin Alpaslan’ın emrinde hazırdı. Komutan, Genelkurmay II. Başkanı’ndan ve cumhurbaşkanının ailesinden ve de Kemal Yamak’tan izin alındığını söyledi ve tahnit işleminin yapılmasını istedi. Bizim anladığımız anlamda tahnit yapılmasına ailesinin müsaade etmediğini, yüzünün veya vücudunun yaralanmasına razı olmayacaklarını söyledi. Bu nedenle patologlar intratorakal, intraabdominal ve intramuskuler formalin enjeksiyonlarını yaptılar. Cerrahlar, bilhassa Fahrettin Alpaslan nasogastrik sonda ile aspirasyon yaptı ve ardından formalin verdi. Mesaneden sokulan sonda ile formalin verdi. Bizim vakum aletini çalıştırdık. Nasogastrik bölgeden aspirasyon yapıldı. Sırtından da formalin verildi. Rektal yol temizlenmeye çalışıldı ama muvaffak olunamadı.
Bütün bu işlemlerde ekip başı patolojiden Prof. Dr. Rıfkı Finci ve yardımcıları; doçentler, Ömer Günhan ve Bülent Celasun’du. Cerrahiden ekip başı, Fahrettin Alpaslan, İsmail Arslan ve Köksal Öner’di. Gözlemciler arasında: Prof. Dr. Şakir Tanındı (General, Çocuk), Prof. Dr. Nüzhet Aras (Gen. Cildiye), Prof. Dr. M. Ali Gündoğan (General Dahiliye)

BEŞİNCİ SAYFA:

Prof. Tbp. Tuğg. Çetin Harmankaya (Üroloji), Prof. Tbp. Tuğg. Sabri Devecioğlu (Cerrahi), Tümg. Ömer Şarlak, Prof. Tbp. Tuğg. Levent Karaca (Biokimya), Prof. Tbp. Tuğa. İnal Ülgenalp (Kad. Doğ.), Prof. Tbp. Kd. Alb. Nurettin Bayhan (Anesteziyoloji), Prof. Dr. Fikri Kocabalkan (Dahiliye, Baştabip Yrd. raporu bu hocamız tuttu)
Başhemşire Şennur Ay bulundular.
İşlem bittikten sonra, komutanımız yeniden kefene sarılmasını ve dua yapılmasını istedi. O zaman imamlar içeri alındılar. (İbrahim Hoca duasını yaptı. Karaçörek kondu, gül suyu döküldü. Fatihaları okuduk. Sedyeye alınırken ben de yerimden fırladım. Komutanımızın hoşuna gitti. ‘Sarsılmaz devam et’ dedi. Özal’ın vücuduna elimin değmesini istiyordum. Eldiven kullanmadım. Sırtını kaldırırken elim değdi. Vücuduna uzun uzadıya baktım. Başı çok genişlemişti. Boyun görülmeyecek kadar küçülmüştü. Vücudun bazı yerlerinde ekimozlar (morarma) vardı. Ama genel olarak vücudu tertemiz

ALTINCI SAYFA:

ve bembeyazdı. Göğsü göbeği ve kollarının büyük kısmı seyrek kıllıydı. Meme bölgesi ile kol üst kısımları, deltoid kas bölgeleri kılsızdı. Çok tonton ve tatlı vaziyette yatıyordu. Korku verecek görüntüsü yoktu. Ayak parmakları başparmaktan küçük parmağa doğru kısalarak eğimli uzanıyordu. Göbeği çok şişkince idi. Boyu kısaydı.)
İşte, çok sevdiğim, düşünürken gözlerimi yaşartan, soluk borumda tıkanıklık yapan, sesimi titreten, kalbimin atışını hızlandıran ‘O Yürekli Büyük’ Rabbine yürümüştü. Allah gani gani rahmet etsin. Günahlarını affetsin. Cennet ve Cemalullah şerefiyle şerefyab etsin, amin.
Halen Şifa Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Tıp Fakültesi Dekanlığını yürüten bu notların sahibi Prof. Dr. Mustafa Sarsılmaz, Aksiyon’un sorularını cevapladı.
-Özal GATA’ya getirildiğinde göreviniz neydi?
Gülhane’de binbaşı rütbesinde doktorum. Nöbetçi amirliği diye bir görev var, komutan adına nöbetçi olmak demek. Komutan Ömer Şarlak’tı, tümgeneral. Cumartesiydi. Sabah görevi aldım. En ilginç kısmı burası, hep atlanıyor. DDK’da da dile getirdim. Nöbeti 09.00’da devraldığımda komutan dedi ki, ‘‘Cumhurbaşkanımız Orta Asya’dan döndü. Chek-up’a gelecek. Uyanık olalım, etrafı temiz tutalım.” Komutan adına nöbetçiyim. Denetleme yaptım 09.00’da. Bekliyoruz Cumhurbaşkanı gelecek. Saat 11.00 gibi haber yok. 2 saat olmuş nöbetteyim. Bunları tuttuğum günlüğüme kaydettiğim için söylüyorum. İsmi ‘Hamza’ olan ve polis olduğunu beyan eden biri nöbetçi amirliğini aradı, DDK’ya ‘böyle bir polis memuru var mı araştırılmalı’ dedim. “Özal Gülhane’ye değil, Hacattepe’ye gidiyor.” dedi. “Rahatsızlandı, yönünü çevirdik, Hacattepe’ye gidiyor.” Tablo bu.
-Yani o anda Özal yaşıyor mu?
Bakın çeşitli tanıklar konuşuyor, 09.00’da vefat ettiğini söyleyen var, 10.00’da vefat ettiren var. Bana gelen haber, 11.00’de hareket hâlinde, henüz ölmediğine dair bir telefon konuşmasıdır.
-Neden aramış olabilir sizi polis memuru?
Ön bilgidir, takiptir. ‘Yönümüzü değiştirdik, beklemeyin’ manasındadır.
-Sonra?
Hacettepe’ye geçti, bilgi almaya çalışıyoruz. Gelen bilgiler ‘durumu iyi değil’ şeklinde. Televizyonlardan, 14.00 gibi, vefat ettiği söylendi. Beklentimiz var, gelecek, check-up yapacağız; kafamız iyice karıştı. Bize teslim edecekler. Bayraklar yarıya inecek. Herkes faaliyet içine girdi. Cenazesi geldi. İmam refakat eder, morga alınır. Ben işin başındayım. Nöbetçi Amirliği’ne teslim edilmek zorunda, benim sorumluluğumda. Nöbetçi amiri olarak cenazeyi aldık.
-Neden size gelmiyor da Hacettepe’ye gidiyor?
Anormallik burada başlıyor. Bize gelmesi gerekirken yönü değiştiriliyor. Yön değiştirildiği bize 11.00’de haber veriliyor.
-Hacettepe’de müdahale oluyor mu?
Etrafındaki insanlar konuşuyor ve bunlar da güven vermiyor. ‘Kendi hâline bırakıldı’ gibi şeyler var. Saatler tutmuyor.
-Nasıl geldi? Tabut içinde miydi?
Hayır, üstünde bir örtü ile getirildi. Biz onu morga koyduk. O zaman hafif yollu bir sıcak var, bozulabilir. Komutan katafalka kaldırılacağını söyledi. Duyan geliyor, almıyoruz içeri, yasak. Basından tek Can Okanar vardı. Bir tek ona izin verildi komutan tarafından.
-Pazartesi günü?
Komutan dedi ki tahnit yapılması lazım. Bu işlemdeki görevim bir anatomist olarak tahnit işlemine katılmaktır. Tahnit damarlardaki kanın alınması ve yerine formaldehit sıvısının konulmasıdır. Bu sıvı dokuların kokma ve bozulmasını önlüyor. Cesetler üzerinde böyle çalışıyoruz. Bozulmasın diye. İşlemi yaparken kullanacağımız bir pompalı cihazımız vardı. Basınçla çalışıyor o damarları patlatır diye içime sinmemişti. Korkut Özal, ‘Hayır, ben bunu istemiyorum, kardeşimin vücudu bozulmasın’ dedi. Ben buna sevinenlerdenim.
-Ne yaptınız peki?
10-20 cc’lik enjektörlerle formaldehit çektik; karın, göğüs ve eklem boşluğuna bunları enjekte ettik. Bu heyet hâlinde yapıldı. Orada kimlerin bu işe karıştığını komutan not aldı. İmzalarımız alındı. Etrafta kim var hepsini yazdı, not aldı. Bende de var bunun notu.
-Siz de bu süreci not aldınız değil mi?
Evet, çok etkilendim. Duygusal anlamda. Sevdiğiniz bir insan yani. Tahnit işlemi bitti, bu sefer kefenlenmesi, yıkanması lazımdı. İmamlar geldi. İbrahim Hoca vardı yaşlı bir hoca. O yıkarken sağa sola çeviremez diye ben öne atıldım. Yardımcı oldum. Orada onunla ilgili bütün hususiyetlerini bir anatomist gözüyle yazdım.
-Ne gördünüz? Şüpheli bir durum var mıydı?
Darbe mi, itme mi, yumruklama mı var? Neden dolayı vefat tetiklenmiş düşüncesiyle inceledim. Bundan çıkardığım sonuç şu; kesinlikle bir darbe yok. İtekleme yok. Güzel, pembe, tombul bir insan. El parmaklarından ayak parmaklarına kadar hepsini tek tek yazmışım.
-Neden vücuttan bir kan, kıl örneği almadınız?
Basiretimiz bağlandı, birkaç saç teli çekebilirdim.
-Vücutta darbe olmaması ölümün normal olduğunu gösterir mi? Bir problem var mı?
Fiziki anlamda yok ama ben diyorum ki, kesinlikle bir olumsuzluk var. Çünkü durup dururken neden aniden vefat ediyor. Çok hızlı. Bu anlamda yapılmayanlar beni rahatsız ediyor. Niçin otopsi yapılmıyor? Hacattepe’de yok, GATA’da kesinlikle yok.
-Hiç gündeme gelmedi mi o esnada?
‘Aile istemiyor’ gibi bir tutum sergilendi. Buna şahit olduğum vaka ailenin tahnit yapılmasında kullanılacak pompalı cihazı istememesiydi. İkisi birbirine karışmasın. Bunun otopsi ile bir ilgisi yok. Bir canlı televizyon yayınında bizzat Semra Özal’a “otopsi yapılmasını istemeyen siz miydiniz?” diye soru yönelttiğimde, “Hayır hayır böyle şey olur mu, tamamen iftira” diyen kendileri oldu. Üstelik stüdyoda o yıllardaki GATA Komutanı Tümgeneral Ömer Şarlak ve Hacettepe Üniversitesinin Rektörü Prof. Dr. Yüksel Bozer’in bulunduğu esnada dedi bütün bunları.
-Otopsi olsaydı ne olurdu?
Kıl köklerine, derisine, karaciğerine bakıp zehirlenme var mı ortaya çıkarılırdı. Uzun süreli zehirlenmeler olabiliyor. Çünkü tarihte örnekleri var. İç çamaşır hediye ediyorlar devlet başkanlarına, giyiyor bir müddet sonra ölüyor, arsenik zehirlenmesi. Budur anlamında demiyorum ama böyle şeyler tarihte çok olmuştur. Şüpheli kısımlar bunlar. Bir cumhurbaşkanı, ne diye vefat etmiş? En azından vücudundan bir örnek alıp araştırılmalıydı.
-Kim buna karar verecek?
O devlettir. Aileye bırakılmaz. Devletin sahiplenmesi lazım. En azından Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamlarının sahiplenmesi lazım. Cumhurbaşkanı bir yere gidince Meclis başkanı vekalet etmiyor mu? Tablo fazlaca karışık.
-Ölüm sebebi ne?
Kalbi sıkıştı diye gidiyorlar Hacattepe’ye, kurtaramıyorlar. Görünen bu.
-GATA’da dosyası var mıydı?
Yoktu. Bize ölü olarak geldi, ölümün nasıl olduğuna dair bir bilgi ve belge bizde bulunmuyordu. Onu doktoru yapacak. Devlet büyükleri bir seyahatten sonra GATA’ya gelir, sistem böyle çalışıyor. O seyahati yapmış bir cumhurbaşkanı elbette bir sağlık kontrolünden geçirilmeliydi. Bu rutindi.
-Başka rutin olmayan şeyler var? Doktor yok, ambulans bulunmuyor?
Bir devlet başkanını bozuk araba ile götürüyorsunuz. Askeriyeden bildiğimiz her şey sürekli kontrole dayalıdır. Cumhurbaşkanının etrafındaki koruma, onun nakli, bütün bunlar sistematik olarak karar altındadır, rastgele olamaz. Herkes bellidir. Sorumluluk bellidir. Kimin nereye kadar götürüleceği bellidir. Köşk’ün doktoru var; onun için oradadır. Onu orada tutmak için oraya tayin ederler. Maaş verirler. Doktoru var, yine asker olan doktor vardır. Bir doktor üsteğmen komutasında hemşire ve sağlık görevlileri, ambulansı her şeyi vardır. Ambulansın olmaması, bu doktorların olmaması izah edilemez. Bunların yüzde yüz olması ve çalışması gerekir.
-Sizin kanaatiniz ne?
Devlete, millete çok hızlı hizmet etmiş bir insanın ortadan kaldırılmasına yönelik bir faaliyet gibi duruyor, bu devletlerarası da olabilir. Profesyonellik içinde ortadan kaldırmış olabilirler. Zamana vabeste olan zehirlenmeler var. Zehir vücutta birikiyor, 10 ay sonra ortaya çıkıyor. Adam onu yavaş yavaş ölüme götürüyor. Verdiği madde ne ise onun sonucu yıllar, aylar alabilir. Şüphe duyuyorum. Ambulansı çalışmıyor, ortada kalmış, yönü değişmiş, otopsi yapılmamış; bu oldubittiler insanı ürpertiyor.
-Direkt Gülhane’ye gelseydi?
Müdahalesi yapılırdı. Diyelim yine kurtarılamadı, morga kaldırılır ama kesinlikle otopsisi yapılırdı. Hastanedeki prosedür şudur: Devlet büyüğüdür, başkomutandır cumhurbaşkanı; otopsisi yapılmak zorundadır. Bu her hastane için de geçerli bir kaidedir.

Turgut Özal, hastaneye canlı gitse bile ölürdü

18 Haziran 2012 / İDRİS GÜRSOY
DDK’nın hazırladığı ‘Özal Raporu’nun kamuoyuna yansımayan ayrıntıları da var. Hacettepe acilde resüsitasyon sırasında verilen sodyum bikarbonat miktarı (2550 ml) sağlıklı bir insan için bile tehlikeli. Beyin sularının çekilmesine sebep olur. Özal o anda yaşıyor olsa da ölürdü.
Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun ‘Özal Raporu’ geçen hafta sınırlı olarak açıklandı. 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ani ölümündeki şüphelerin altı çizildi ve mezarının açılması istendi. 10 kişilik Tıbbi Uzmanlar Heyeti’nin tespitleri raporda geniş yer buldu. Zehirlenerek öldürüldüğü iddiasını güçlendiren somut deliller rapora yansıdı.
Raporda, Köşk’ten Hacettepe’ye kadar ‘akıl tutulması’ olarak nitelenen ihmaller zinciri tek tek ortaya kondu. Köşk’ün genel işleyişi ve hizmetlerin yürütülmesinde genel sekreterin birinci derecede görev, yetki ve sorumluluğunun bulunduğuna dikkat çekildi. Ayrıca idari ve sosyal hizmetlerden sorumlu genel sekreter yardımcısı, başyaver ve personel idari mali işler başkanının da bu kapsamda görev ve sorumluluklarının bulunduğu ifade edildi. Özal’ın basın sözcüsü Kaya Toperi, genel sekreteri Kemal Yamak, başyaveri Aslan Güner’di. Hasan Iğsız da Muhafız Alayı komutanıydı.
GATA’ya giden hasta taşıma aracının Hacettepe’ye Güner’in talimatıyla gönderildiği belirlendi. Ayrıca Muhafız Alayı Komutanlığı’nda ambulans ve doktor olduğu; ama bunların kullanılmadığı kayıtlara geçti. Kurulun ulaştığı bazı bilgiler savcılıkça yürütülmekte olan hazırlık soruşturmasının gizliliği ve başka bazı sebeplerden dolayı kamuoyunun bilgisine sunulmadı. Rapora girmeyen ancak not alınan bazı hususlar da var. DDK raporunu önceden kamuoyuna duyuran Aksiyon’un raporla ilgili ulaştığı bazı şoke edici ayrıntılar da şöyle:
  • Muhafız Alayı’nda tam donanımlı ambulans ve doktor vardı, kullanılmadı. Köşk’te ilk yardım çantası bulunamadı. Bulunsa bile o anda kullanabilecek tek bir sağlık personelinin olmadığı tespit edildi.
  • Sağlık hizmetlerinin koordinasyonu cumhurbaşkanlığı genel sekreterinin görev ve sorumluluğunda. Özal rahatsızlandığında yanında doktor yoktu. Köşk’ün resmî doktoru Prof. Dr. Hilmi Özkutlu’ya ulaşılamadığı belirtiliyor. Özkutlu’nun doktor eşi, o gün kendilerinin herhangi bir şekilde aranmadığını beyan ediyor.
  • Köşk’te çalışanların bazılarına ulaşılamadı. Yapılan araştırmada birkaçının daha önce başka büyükelçiliklerde çalıştığı saptandı. Bazılarının da kumar borçları olduğu anlaşıldı. Köşk personelinden, başka bir ülkenin büyükelçiliğinde de çalıştığı belirlenen bir kişinin olaydan hemen sonra Amerika’ya tatile gönderildiği öğrenildi.
  • Semra Özal, “16 Nisan akşamı yemek yemedi”, görevli garson ise “Yedi” diyor. Başka çelişkiler de var. Başyaverin sorumluluğunda özel ve resmî bütün faaliyetlerinin kaydedildiği Ceride Defteri’nde Köşk’te olup bitenlerle ilgili hiçbir bilgi bulunamadı.
  • Semra Özal’ın yanında götürdüğü iki hizmetçiden biri İngiltere’ye yerleşti. İlk ifadesinde ‘Özal’ın sabah düştüğünü gördüm’ ifadesini daha sonra nedense değiştirdi.
  • GATA’ya yola çıkan hasta arabasının Hacettepe’ye götürülmesi emrini Aslan Güner verdi. Arabada hiçbir sıhhi alet ve sağlık personeli bulunmuyordu. 3. vitese geçmeyen araba 2. viteste gidebildi! Neden GATA veya kalp hastalıklarında o zaman bir numara olan Yüksek İhtisas’a götürülmedi? Güner, çelişkili açıklamalar yaptı. ‘Trafik bahanesi’ inandırıcı bulunmadı. Yol güzergahında tedbirlerin alındığı anlaşıldı.
  • GATA’daki nöbetçi doktor Mustafa Sarsılmaz’a Özal’ın check-up için getirileceği haberi verildi. Hazırlıklar yapıldı. Daha sonra ilginç bir şekilde GATA Komutanı Ömer Şarlak bu emrini teyit etmedi.
  • Krizden sonra Özal’ın yanına ilk gelen yüzbaşı, ifadesinde ‘Nabzını tuttum, yaşıyor gibiydi’ dedi. Ancak daha sonra bu sözlerini ‘Emin değilim’ diye değiştirdi.
  • Özal, Köşk’teyken ilk yardım sağlık kitini merak etti, ‘Nasıl kullanılıyor?’ diye sordu ancak sağlığından sorumlu kişiler ilgisiz kaldı. Personeli bu konuda eğitmediler.
  • Ölüm raporlarında imzası bulunan Prof. Dr. Yüksel Bozer ‘Ölümü şüpheli görmedik’ diyor ancak kan değerleri anormal çıkıyor, hastanede bazı doktorlar otopsiyi gündeme getiriyor. Adliyeye haber verilmesi ve savcı görmeden cenazenin kalkmaması gerekiyordu.
  • Hacettepe’de laboratuar teknisyeni Hatice Güngör, ‘Digoksin benden istendi’ diyor ancak bunu kimin ve neden istediği kayıtlara girmedi. Doç. Dr. Cumhur Özkuyumcu da TORCH grubu olarak ifade edilen bir kan çalışması yapıldığını söylüyor. Özal’ın hasta dosyasında bulunan test sonuçları arasında o gün kendilerinin çalıştıkları test sonuçları bulunamadı.
  • Tıbbi kayıt ve beyanlarda ‘digoksin’ kullandığına dair bir bilgi olmamasına rağmen kanda digoksin değerlerinin çok yüksek olduğu tespit ediliyor. Ancak hasta dosyasında bu işleme ait bir kayda rastlanmadı. Özal digoksin kullanmıyordu, kim verdi?
  • İlaç listesinde olmamasına rağmen yüksek miktarda tansiyon düşürücü dilaltı hapı izordil alındığı tespit edildi. Bu ilacı kim aldı, kullanmasına nasıl izin verildi?
  • ABD’den gelen 5 Şubat 1993 tarihli raporlara göre; 17 Nisan’dan 3 ay önce yürüme-koşu testleri yapılıyor, dosyasına ‘Sağlığı ile ilgili ciddi sorun yok, kalp yolu ile ani ölüm beklenmiyor’ yazıyordu. 16 Nisan’daki kokteyle giderken de yokuş yukarı yürüdü. O gece aile münasebeti yaşamış olsa da kalbi için sorun değildi. 17 Nisan sabahı görevi başında ani şekilde ölmesi neden şüphe sebebi sayılmadı ve kalp krizi dendi?
  • Hacettepe’de alınan kanda yapılan rutin testlerin sonuçlarında fosfor oranı çok yüksek çıktı. Zehirlenme göstergesi olan bu sonuç açıklanmaya muhtaç olduğu hâlde herhangi bir inceleme yapılmadı. Fosfor oranının yüksekliğini gören doktorların hemen zehirlendi mi diye düşünmesi, sebebini araştırması gerekiyordu.
  • Hacettepe’ye geldiğinde Özal ölmüştü. Hayata geri dönmeyeceğini bile bile yapılan müdahalelerde aşırıya kaçıldığı saptanıyor. Ayrıca kan gazının neden az sayıda çalışıldığı ile ilgili tıbbi belgelerde bilgi olmadığı anlaşılıyor. Biyokimyasal tetkiklerin sayıca az yapıldığı, bazı tetkiklerin (tam kan sayımı, kanama pıhtılaşma parametreleri gibi) ise hiç yapılmamış olduğu belirlendi.
  • Kayıtlardaki bilgilere göre resüsitasyon sırasında verilen sodyum bikarbonat miktarının (2550 ml) çok yüksek olduğu tespit ediliyor (En fazla 500 ml olabilir). Sağlıklı insan için bile hayati sonuçlar doğuracağı, beyin hücrelerindeki suyun çekilmesine sebep olacağı bilinmesine rağmen neden sodyum bikarbonat bu kadar yüksek veriliyor? Hastane dosyasında bu konuyu açıklayacak bir değerlendirme de bulunmuyor. Özal sağ olsaydı bu işlem onu öldürecekti.
  • Kan örneği, rutin tahlillerden sonra adli tıbba kapsamlı bir tahlil için gönderilmedi. Doç. Özkuyumcu, ‘Devlet büyüğü olması nedeniyle yarın ihtiyaç olabilir’ diye kan örneğini sakladı. Bozer ve ekibi bunu neden düşünemedi? Kan, doku ve kıl gibi örnekler alınmadı? Otopsi yapılmadı?
  • Hacattepe doktor gözlem raporunda Özal’ın hastane öyküsü yok. ‘Spor yaparken öldü’ kim diyor? ‘Yatağında öldü’ dense bakış açısı farklı olurdu. Dezenformasyon yapılarak kamuoyu ve doktorlar yönlendirildi.
  • Özel doktoru Cengiz Aslan yurtdışındaki bütün ameliyat ve gezilerinde yanında olmasına rağmen yurtiçinde yalnız bırakıyor. Kalp ameliyatından sonra yüzde 20 de olsa ölüm riski taşıyan Özal için neden 7 gün 24 saat doktor görevlendirilmesi önerilmedi?
  • Raporda ölüm sebebi yok. Prof. İlhami Paşaoğlu ‘Bu şekilde verilen esasen afakîdir’ diyor. Peki raporu neden imzaladı?
  • Meclis Araştırma Komisyonu raporu sonuç vermedi, daha önce başlatılan bir soruşturma kapatıldı. MİT, Genelkurmay ve Emniyet iddialarla ilgili işlem yapmadı.
  • Bilgisine başvurulan bazı kişiler, bazı evrakın Cumhurbaşkanlığı arşivinde olacağını belirtmesine rağmen arşivde yapılan incelemede Turgut Özal dönemine ilişkin inceleme-araştırma konusuyla alakalı hiçbir doküman bulunmadı.
  • Köşk’te görevli personelin isim ve iletişim bilgileri temin edilemedi. Kurumlarda gerek görevli personele ve gerekse o gün yaşanan sürece ilişkin herhangi bir tespit-kayıt-tutanak tanzim edilmediği için bilgilere ulaşılamadı. Aynı sorun Hacettepe Üniversitesi’nde de yaşandı. 17 Nisan 1993’te yaşanan sürecin belirlenmesine katkısı olabilecek kamera görüntüsü, iletişim tespiti ve kaydından yararlanılamadı. Türk Telekom, Köşk’e ait telefon kayıtlarının mevcut olmadığını bildirdi.

Dinç Bilgin: Ellerinden gelse yine darbe yaparlar

18 Haziran 2012 / İDRİS GÜRSOY AKSİYON
Dinç Bilgin, “Basın, Genelkurmay’ı, yarı ilahi bir makam gibi görüyordu. Medya, 4. güç olmanın ötesine geçti.” diyor. 28 Şubat’ın sivil ayaklarına dikkat çekerek “Yine darbe yapabilirler.” uyarısında bulunuyor.
Ünlü medya patronlarından Dinç Bilgin, televizyon ve gazetesini kaybetti, yargılanıyor. Adliyeden ayağının tozu ile geldiği Sarıyer’deki (kızına ait) Boğaz manzaralı bir villada, sadece 28 Şubat sürecini değil, yakın siyasi tarihimizde medya-iktidar ve özellikle de asker-medya ilişkilerini konuştuk. Canı yanmış ancak çok da can yakmış bir medya patronu olarak sorularımıza mümkün olduğunca açık cevaplar vermeye çalışıyor. Bazı cevapları ‘off the record’ oluyor. Bilgin, “Basın, Genelkurmay’ı, yarı ilahi bir makam gibi görüyordu. Medya dördüncü güç olmanın ötesine geçti.” diyor. 28 Şubat’ın sivil ayaklarına dikkat çekip “Ellerinden gelse yine darbe yaparlar.” uyarısında bulunmayı ihmal etmiyor. Fethullah Gülen’i hedef alan kaset olayında, ATV’nin kritik noktalarının ele geçirildiği itirafında bulunuyor.
1940 doğumlu Bilgin’in İzmir’de Yeni Asır’da başlayan gazeteciliği, İstanbul’da Sabah’la zirveye ulaşıp 28 Şubat 1997 sürecinde noktalanıyor. Yarım asrı geçen meslek hayatında olağanüstü dönemlerin hem tanığı hem de içinde olan Bilgin, 28 Şubat’ın basın aktörlerinden de biriydi. Turgut Özal’la Sedat Simavi’nin büyük kavgasının canlı tanığı oldu. İşte Bilgin’in ağzından bir dönem içinde olduğu Türk basınının demokrasi sicili…
-Türkiye’de basın kaçıncı kuvvet? Erol Simavi, Turgut Özal’a mektup yazıyor. ‘Basın birinci kuvvet’ diyor?
Gazeteyi satmaya karar vermiş. Öyle farz ediyor kendisini.
-Farz ediyor mu, öyle mi?
İnsafla bakıp söyleyeyim size. Nasıl Sovyetler Birliği’nde troyka, yani rejimin üç ayağı Kızılordu, KGB ve partidir. Türkiye’de de işte asker, yargı var, üçüncü ayak olmaya da basın heveslendi.
-Siz de heveslendiniz mi?
Benim öyle hiç meraklarım olmadı. Ankara’ya hiç gitmedim. Hiçbir bakanla konuşmadım, hiçbir bürokratla temasım olmadı. Ama gazete çalışanları için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Onlar merak saldılar. Tansu Hanım (Çiller) telefon açıyor Zafer’e (Mutlu), Zafer mest veya Mesut Yılmaz telefon açıyor Ertuğrul’a (Özkök), Ertuğrul mest. Özel haber alıyor ama önemli insan olmak hikâyesi var ya… Medya, dördüncü güç olmanın ötesine geçti, çok sorumsuz hâle geldi gazeteciler. Her şeyin ayarı kaçtı, basın da laçka oldu, laçkalığa yardım etti. Enerji şirketleri özelleştirilecek, bakıyorsun, bütün medya patronları ihaleleri aldılar. Sanki Türkiye paylaşılıyor ve kendilerine güç vehmeden medya patronları da ondan pay alıyorlar ama pay almakta da kendilerini bir yerde haklı görüyorlar. Böyle garip bir Türkiye oldu.
-Kendinizi hiç sorguluyor musunuz 28 Şubat süreciyle ilgili olarak?
Evet, gerektiği kadar demokrat olamadık. Rekabet dönemi vardı. Onların partisi, bunların partisi… O işten hiç hoşnut değildim. Yılmaz’a ulaşmaya çalıştım ama yapamadım. Bizdeki politikacılar da politikacı değil. 28 Şubat öncesi üçlü bir sonuç çıktı. O tarihte gazetecilerin genetiğinde de Refah radikal bir unsur, tu kaka! İşte hükümet kurabilecek partiler Refah dışındakiler. İşlemiş kafalara bu.
-Askere neden boyun eğiliyor kolayca?
Mesela, Adnan Bey’in (Menderes) yanında gezdirdiği evlatlığı Etem Menderes, adama ihanet edebiliyor. Çünkü korkuyor, askerler var, ‘Onlar daha güçlü’ diyor. Güce tapınma hikâyesi. Rahmetli Adnan Bey’in akrabasını asmışlar İstiklal Mahkemelerinde. Kan var işin içinde, silah var.
-Sadece baskı ile açıklanabilir mi?
Politikacı olmak için bir yerde askerle veya cuntacı ile temasın olması gerekiyor. Gücün yanında yer aldığın zaman bir adım öne çıkıyorsun. Türkiye’deki fenalık o. Bazı gazeteciler için genel geçer bir durum bu. Bir devir de tamamı için geçerli.
-Sabah da aynı genel geçer durum içinde miydi?
Biz gazeteciliği daha profesyonel olarak ele aldık. Zafer (Mutlu), “Biz buraya dükkân kurduk, para kazanmaya çalışıyoruz.” dedi. Doğruydu ama başına iş açtı. Öbür türlüsü ne? Biz para kazanmaya bakmıyoruz, hükümet kurmaya, düşürmeye bakacağız. Gazete çıkarma işi profesyonel bir iş. Bunu iş almazsan çok tehlikelidir. Şimdiki Türkiye’nin hâli… Bunu iş olarak ele alan çok az. Sistem kendi içinde fon oluşturmadığı için başkalarının eline bakıyorlar. Sabah, ilk çıkışında çok güçlüydü. Banka işine bulaştım, birden devlet benim başıma bulaştı. Gazeteyi yapan adamlar başka iş yapmayacaklar, tek işleri gazetecilik olacak.
-Bu işlere karışan askerler tutuklanıyor.
Onlarınki ayrı konu, onların üzerine gidilmesi lazım. Çünkü ellerinde silah var. Sizle ben konuşuyoruz ama burada tabancam olsa benimle rahat konuşamazsınız. Milletin verdiği silahı gözünü kırpmadan millete çevirecek adamların mutlaka cezalandırılması lazım. Ne derseniz deyin, ibret için cezalandırılması lazım.
-Kasetler çıkıyor, bazı rütbeliler “Cezaevinden çıkar çıkmaz çocuklarına kadar hesap soracağız.” diyor. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İmkân olsa Türkiye’de darbe yaparlar. Ama öyle bir ortam yok, yaparlarsa başlarına kötü şeyler geleceğini gördükleri için yapmazlar zannediyorum. Bundan sonra cinayet işlenmeyecek mi? İşlenecek ama cinayete, cinayet diyeceğiz artık. 27 Mayıs bir cinayet değil mi? Cinayet ama bunu söyleyemiyorduk, eskiden bayram diye kutluyorduk yav! Nereden nereye geldik?
-Ya gazeteciler…
Eskiden askerle gazetelerin ilişkisi Ankara büroları üzerinden kurulurdu. Bazı gazeteciler bu işten hoşlanıyordu ve palavrasını da yapıyordu. Bir temsilci, Ankara’da lokantada kafa çekiyor. Patronu “Neredesin? Sana ulaşamadım.” deyince “Şimdi Genelkurmay’dan çıktım.” diyor.
-Siz Genelkurmay’a gitmediniz mi?
Bir kere... Çevik Bir yemeğe çağırdı. Kapılarda karşılandık. Erol Özkasnak’la Çevik Bir geldi. Yazarlardan şikâyet ettiler. Çetin Altan’ın yazılarıydı konu. Ben de “Çetin Altan, Türkiye’deki az sayıdaki entelektüelden biridir.” dedim. Sinirlendiler. Dosyalar getirildi. Hürriyet Grubu… Yazar yazmış… Altında Genelkurmay’ın notu. Dinç Grubu demiş, işte not düşmüş. “Bu nedir?” dedim. Özkasnak, “Bunu kor ve üstü generallere servis yaparız.” dedi. “Bizim ordunun kor ve orgeneralleri böyle mi okur gazeteyi?” diye tepki gösterdim. “Nasıl okusunlar?” dedi. “Gazeteyi böyle alırsın (eliyle gösteriyor), açarsın, keyifle okursun. Bizim orgeneraller okuduklarını anlamaktan aciz adamlar mı ki arkasına yazıyorsunuz?” dedim. Onun üzerine Çevik Bir, “Türk ordusu, Türk milletini, devletini kuran ordu falan…” diye söze girdi. Yemek için salona geçtik. Allah’tan Erol Özkasnak gelmedi. Yemekte de Kürt meselesi konuşuldu. Kürtler şımartılırsa iyi olmayacağını söyledi Bir.
-Genelkurmay’da kavga ediyorsunuz ama kendi meslektaşlarınız olan Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’ı andıçladınız.
Doğrusunu anlatayım. Birand televizyon programı yapıyor, Sabah’a da arada sırada yazıyordu. Bizim kadrolu elemanımız değildi. Çandar’ın işine andıç yüzünden son verdiğimiz doğru değil. Andıca inanmadık. Birkaç gün yazısını kestik, sonra devam etti. Çandar’a tehditler gelmeye başladı. Akın Birdal’ı da vurdular. Onun üzerine Çandar’ı Amerika’ya gönderdik, bir sene baktık. Cengiz’in Sabah’tan ayrılışı, hapse düştüğüm sırada oldu. Nazlı Ilıcak andıç belgelerine ulaştı. Çandar da bir yazı yazmak istemiş, o yazıyı koymamışlar. Yazıyı koymayan bizim Erdal Şafak, işin ironik yanı da bu.
-Andıcın yayımlanması Türk medyası için bir facia değil mi?
Facia tabii. Biz yurtdışındaydık, Fransa’da tatilde. Zafer Mutlu da benim yanımda. Telefonla bildirdiler, sürekli telefonlar gelmeye başladı. Zafer’e “Aç Ertuğrul’a söyle, böyle bir şeyi yayımlamasınlar.” dedim. Zafer açtı Ertuğrul’a “Yayımlamayın.” dedi. O da “Tamam.” dedi. Öğle saatleri, yine dünyevi dertlerimizden uzak, yemekteyiz. Arkasından Zafer’e bir telefon; Ertuğrul, “Biz yayımlayacağız.” dedi. Ben “Aydın Doğan’ı bağlatın.” dedim, bağlatmadılar.
-İlk defa Kanal D’de yayımlıyor.
Türkiye garip bir ülke. Gazeteci milletinin en aşağılık şantajcısı, dürüstlük sembolü olarak görülüyor. Bazı gazeteciler bütün hayatı boyunca haber yapmama parası aldı ondan bundan. Haber yapma değil, yapmama parası! Böyle bir ülke Türkiye. Sonra başyazarları “Hainleri tanıyalım” diye yazı yazdı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nden milletvekili oldu, gitti.
-Siz söylüyorsunuz üç ayak var: Asker, yargı ve medya... Askere soruluyor, diğer ayaklara da soruşturma uzanmalı mı?
En önemlisi yargı ayağı. Gazetecilere bulaştırmadan, meslektaşlarımı yine koruyayım, yargı ayağına da bakmak lazım. Davaları açan savcı Savaş Vural, 367 sersemliğini çıkaran Sabih Kanadoğlu, bunlardan hesap sorulmalı.
-Bazıları ‘Cadı avı olmasın’ diyor. 28 Şubat bir cadı avı değil miydi?
Her devirde olmuş bu iş. Düşünün Türkiye’nin en önemli hukuk profesörü, genetik olarak faşist, askerci. Zavallı Menderes, Demirel ne yapacak bunlara? Şapkasını aldı, gitti.
-Ama 28 Nisan’da 27 Nisan’a cevap verildi.
Evet, bir öğle yemeğindeydim. Cemil Çiçek konuşurken, “Bu adam ne diyor?” diye sesler yükseldi. Böyle bir şeyi doğal görmüyorlardı.
-28 Şubat’ta bu işin karşılığı ne oldu, medya açısından?
Maddi tarafı için bir şey diyemem ama gücün yanında olmazsan fena olur ha! O tehdit olmuştur. Bir de samimiyetimle söyleyeyim, Refah’la Tansu Hanım’ın koalisyon yapması büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Bütün dünyada da bu böyleydi. Zamanın ruhu farklıydı. Batı’da da soru işareti vardı. Tansu Hanım bizi kandırdı. Bilderberg toplantısındaydım o dönemde. 1996 veya 97... Konu Türkiye idi. Bütün önemli adamlar orada. Hillary Clinton, başkanın temsilcisi, Hollanda Kraliçesi… Türkiye nereye gidiyor? Kaygılar dile getirildi. Clinton’la oturduk. Selahattin Beyazıt, Clinton’a birden “Tansu senin arkadaşın.” dedi. Clinton döndü, “Benim arkadaşım değil.” dedi, aldatılmış havasında.

-Refah-Yol’un ekonomi politikaları iş dünyasını rahatsız etti mi?
Onlar abuk sabuk şeylerdi.
-Ama en azından yürüyen bir çarka çomak sokmadı mı?
Yürüyen devasa bir çarka soktuğu bir çıta. Ama öngörülmeyen biri olmanın riskleri var Türkiye’de. Onları ülkeye taşıttırıyorlardı. Bunun sonucu postmodern darbe mi olmalıydı? Asla olmamalıydı. Askerler işin dışında kalmalıydı. Askerî müdahaleyle değil, seçimle gitseydi muhteşem bir ülke olurduk.
-‘Türk basınının genlerinde darbecilik vardır’ sözünü siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne zaman bu genlerle oynandı?
Darbecilik değil de güçlünün yanında olma işi. Yani gerçek güç askerde zannediliyor, askerî ve sivil bürokraside... Bizim ülkemizde atanmışlar hep önde seçilmişlere göre. En büyük gürültü milletvekili maaşlarında çıkar, yüksek bürokrasinin maaşları ile kimse uğraşmaz. Öyle bir refleks mevcut. Ama bu yavaş yavaş geçiyor Türkiye’de…
-İstanbul’a geldiğinizde ‘Hep sol görüşte gazetecilerle çalışmak zorunda kaldım’ diyorsunuz. Bu, Sabah’ın çizgisini nasıl etkiledi?
Seçme şansım yoktu. Hepsi 68 kuşağı, çok zordu tabii. O tarihte ülkenin az sayıdaki okumuşu kendini milletten daha önde ve daha imtiyazlı sayıyordu. Cumhuriyet’in meşhur “Halk sahile hücum edince vatandaş denize giremedi.” dediği durum vardı. 27 Mayıs’tan bu yana bu çizgi var ve devam ediyor.
-Yalan haberler nasıl kolayca yayımlanabiliyor?
Dejenformasyon var ama gazeteci milletinin özensizliği ve drama peşinde koşması da söz konusu. O tarihte haber kanalları fazla değil. Gazeteciler inanmak istediğine inanıyor, şimdi de öyle ya, ideolojik olarak taraf. Bir de DP’ye vurmanın riski sıfır. Asıl korkunçluğu orada işte.
-‘Kıyma makinaları’ yalanı, Millî Birlik Komitesi (MBK) bildirisinde yer alıyor.
Evet, tam öyle… O tarihteki gelenek uzun seneler sürdü maalesef. Bunlar bir tür dezenformasyon yaparak toplumu manipüle ederek insanların kafalarına bir fon çekmeyi bir metot, askerî bir metot olarak gördüler. KGB’nin yalan haber verme servisi var ya, bizde de aynısını yapma merakı.
-Ben bir gazeteciye sordum: “Siz iyi bir gazetecisiniz. Önünüze gelen bu haberi nasıl yayımladınız? Çifte kontrol neden yapmadınız? Hani cesetlerin fotoğrafı?” Aynı soruyu Uğur Dündar’a da andıçla ilgili sordular? Cevapları aynı: “Genelkurmay’dan geldi, yayımladık.”
Yarı ilahi bir makam olarak görülüyordu Genelkurmay. Maalesef öyle. Sonra daha korkunç şeyler oldu. Menderes ve arkadaşlarını idam ettiler, sonra idam fotoğraflarını sattılar. Hürriyet, en büyük parayı verdi ve bastı o fotoğrafları utanmadan. Böyle bir şeyi düşünebiliyor musunuz?
-Peki, bunu sorgulamak gerekmiyor mu? Adnan Menderes’in idamı bir cinayet. Bunda gazetecilerin sorumluluğu yok mu?
Askerlerin sorumluluğu derseniz daha doğru, şimdi basın da sorgulanıyor. İşte sorguluyoruz. Tarihe bakın, bir sürü haksızlık, yalan, hep böyle olmuş. Hürriyet’e Erol Simavi, Millî Birlikçi Orhan Erkanlı’yı genel müdür tayin ediyor. Kendisini güçlü farz ediyor onun yanında. Erkanlı, Yassıada komutanının hatıratını yayımlamaya başladı, reklam yapıp. Basın tarihinin bana göre en yüz kızartıcı olayıydı. Hürriyet’in satışı 200 bine düştü, yarı yarıya. Yani müthiş bir tepki aldı. Simavi onun üzerine gazeteyi teslim etmek zorunda kaldı abisine, o da geldi Erkanlı’yı kovdu. Bu tür rezaletler hep oldu. Türk demokrasisinin şanlı bayraktarlığını basın falan yapmadı doğrusunu söylemek gerekirse.
-Bu darbeci damar devam ediyor.
O, huyla ilgili. Halk Partili ise o huy çıkmıyor. Halk Partisi de iflah olmuyor maalesef.
-27 Mayıs sonrası nasıl planlandı?
27 Mayıs’tan sonraki müesseselerle ve seçimle iktidar olmaktan umudunu kesen Halk Partisi vasıtası ile inanılmaz bir askerî-sivil bürokrasi hâkimiyeti kurdular. 27 Mayıs anayasası onu getirdi. Her darbe teşebbüsü bu yapıyı daha da perçinledi.
-Erol Simavi, Oktay Ekşi, Orhan Birgit ve Altan Öymen gibi bazı isimler askerliğini hep Ankara’da, Genelkurmay’da yapıyorlar. Tesadüf mü?
Ülkenin kreması denilen takım, rahat askerlik yapmak için Genelkurmay’la yakın olma merakındalar. 55-60 arasındaki dünyaya baktığınız zaman da SSCB’deki yazarlar, gazeteciler hepsi hain miydi, değildi. Rejimle işbirliği içinde olma mecburiyetinde hissettiler kendilerini. Olmasalar da hapishaneye atılacaklardı. O faşist rejim insanları o şekilde eviriyor. Diktatörlüklerde bütün gazeteler diktatörün, bütün gazeteler onun için çalışıyor. Türkiye’de de öyleydi iş.
-Hürriyet’e neden devletin gazetesi deniyor?
Öyle görünmekten hoşlanıyorlar. Devletten özel haberleri ilk alan gazete hep o olurdu.

ATV’de kritik noktalar tutulmuştu

-Fethullah Gülen’i yargısız infaz eden kasetler ilk defa ATV’de yayımlandı. Ali Kırca “Düğmeye ben bastım.” dedi. Medya grubunun başında siz vardınız. Sistem nasıl işliyordu?
ATV’de ve diğer televizyonlarda yayımlandı. O tip kasetler veya ordudan bir bildiri geldiği zaman Ali Kırca’nın böyle sesi değişir, ekranda yazılar geçer, ben ona illet olduğum için gürültü patırtı ederdim. Ancak gürültü patırtı edebilirdim. Haberin başında o zaman Ayşenur Aslan vardı. Belli, kilit noktaları tutmuş vaziyetteler. Kasetler geliyordu. Yalan falan olduğunu fark etmedim onların. Gerçek olduğuna inandım.
-Rahatsız olduysanız neden engellemediniz peki?
Kasetlerden yayımlanınca haberim oldu. Patronluğumun şekli değişmişti. Gazeteler endüstri kuruluşu hâline geldiler. Zamanımın yarısını yurtdışında geçiriyordum. Haber toplantısına falan girdiğim yoktu.
-Sizden sonra kimdi bir numara?
Gazetede Zafer Mutlu, televizyonda Ayşenur Arslan’dı.
-Hiç sormadınız mı bunlar nereden geliyor? Çünkü karşıda da yargısız infaz yapılan bir kişi var.
Bakın şimdi, bugün Suriye’de Beşşar Esed ile ilgili haberlerde aşırı şeyler de olsa ‘Acaba’ deme içgüdüsü var mı? Yok! Çünkü o ‘tu kaka’ edilebilir kişi. O günlerde Refah için durum böyleydi.
-Gülen için…
Evet, onun için de öyleydi.
-Sabah’ta bir manşet hatırlıyorum: “Öcalan’dan sonra İmralı’ya Gülen gidecek.” Nasıl atılıyordu manşetler?
O günler işin zıvanadan çıktığı günlerdi. Genel teamül öyleydi. ATV, Show, Hürriyet, Sabah hepsinde çıkıyordu.
-Neden siz dur demediniz?
Demokrat olamadık, yapamadık, beceremedik işte.
-BÇG (Batı Çalışma Grubu) ismini ne zaman duydunuz?
Valla son senelere kadar farkında değildim.
-Dezenformasyonun kaynağını merak etmediniz mi?
İşi yapanlar aleni yapmadılar. Kimse, ‘Size uydurma haber gönderiyoruz, güzel güzel gösterin, kullanın’ demedi. Zaman zaman oluyor, “F -16’lar falan dağı bombaladılar” diye haber geliyor, herkes kullanıyor. Kimsenin bu haberleri irdeleme gücü var mı? Aynı şeyi bugün de yapıyoruz.