28 Aralık 2014 Pazar

BİR MERKEZ İKİ KUMPAS

Polisler neden hedefe konuyor?

  • idris Gürsoy
Polisler neden hedefe konuyor?
Taner Aydın, İzmir Emniyet’e yapılan operasyonla gözaltına alınan 32 polisten biri. Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Şube Müdürü’ydü. Mahkeme’nin serbest bıraktığı Aydın ve arkadaşlarının duruşması şubat ayında yapılacak. Polisler, kendilerine yapıldığını iddia ettiği ‘kumpas’a karşı bir dava açtı. 18 Mart 2014’te Star’daki bir haber, işaret fişeğiydi. Gazete 30 ilde yasa dışı dinlemeler yapıldığını iddia ederek bir liste yayımladı. Pek çok ilde bu haber ihbar kabul edildi ve polise yönelik gözaltılar yapıldı. İzmir emniyetine yapılan operasyonda da 32 polis gözaltına alındı. Gözaltı, savcılık ve mahkeme süreçlerinde dosyaların boş olduğu ve bütün algı operasyonunun bir merkezden yönetildiği ile ilgili kanıtlar ortaya çıktı. Pek çok mahkeme polisleri serbest bıraktı, algı operasyonları çöktü. İzmir 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan dava da şubata ertelendi. Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Şube Müdürü Taner Aydın’ın da içinde olduğu bütün polisler serbest kaldı. İzmir’de ilginç bir gelişme daha yaşandı; polis avukatları, devlet içinde bir çetenin polise tuzak kurduğu iddiası ile dava açtı. Aydın, “Yargılanmamız esnasında bize hukuksuzluk yapmak isteyen bir örgütün varlığı ortaya çıktı.” diyor. Peki, kim, neden ve nasıl kumpas kurmuştu? İzmir’de görüştüğümüz Taner Aydın, paralel yapı adı altında yürütülen operasyonlardaki kumpasları bütün ayrıntıları ile anlattı.
-Polise operasyonların arkasında nasıl bir hazırlık dönemi var? Ne zaman başladı bu çalışma?
24 Eylül 2012’de Başbakanlık koruma ekibi değişimi ile başladı. Önce Başbakanlık’taki koruma ekibi değişti. Personel daire ve istihbarat daire başkanını bu ekip belirledi. Kendilerince istihbaratı temizlemeleri lazımdı. Listeleri hazırladılar. 30 önemli ilde terör, kaçakçılık ve istihbarat müdürlerini ‘paralel’ ilan ettiler. Hedefleri bu üç daireyi temizlemekti. Ne denmesi lazım? Paralel…
-Paralel ilan edilen kişiler nasıl belirlendi?
Listelerin hepsini istihbarat dairesi hazırlayıp Başbakanlık ekibine götürdü. Birkaç adam bulmuşlar kendilerince, cemaat avcısı veya cemaat düşmanı bunlar. Bakıyorlar tek tek isimlere, kolejde böyleymiş, görevde iken şu yerlere gitmiş, şu işleri yapmış. Sonra ‘Cemaatle irtibatı var mı?’ diye soruyorlar.  Tasfiye edilecekleri belirleyip uygun suç arıyorlar. Suç araştırmıyorlar, suç isnat etmeye çalışıyorlar.
-Nasıl?
Değiştirmek istedikleri müdürler için, özel denetleme ekipleri kuruluyor ve illere gönderiliyor. Dinlenen telefonları, her şeyi inceliyorlar. Bula bula bir liste hazırlayıp, ‘Siz bu insanları usulsüz dinlemişsiniz’ dediler. Bu, onların iddiası; çünkü dinlemediğimiz insanları da o listelere yazarak dinlemişiz gibi bir algı oluşturmaya çalıştılar aslında.
-Kozmik Çalışma Grubu kimlerden oluşuyor?
Kendilerini cemaat düşmanı olarak konumlandırmışlar. Geçmişten beri kendi kabiliyetsizliği, liyakatsizliği, beceriksizliğinden dolayı bir yere gelemeyenler bunlar. Emniyette ahlâksızlık yapmış göndermişler, hırsızlık yapmış göndermişler, görevini liyakatle yapamamış göndermişler…
-AKP’li mi bunlar?
AKP’ye oy bile vermemiştir çoğu.
-Tasfiyeyi kriminalize etmeden yapamazlar mıydı? Neden ‘paralel yapı’ diye yaftaladılar insanları?
Yapacaklardı ama makul bir sebep gerekiyordu. Adam şimdi operasyon yapmış, başarılı, birden sen bu adamları alıyorsun, nasıl izah edeceksin? Şimdi 17 Aralık’ı çıkın, bütün bu sokak eylemleri olduğunda, bombalar patladığında, vatandaşın tepkisi farklı olurdu. Buna AKP’liler bile tepki gösterirlerdi. Ne oldu da biz bu adamları aldık? Terör azdı, uyuşturucu arttı, adamlar devlet kuracağız diye bas bas bağırıyor, biz bu polisleri niye aldık, bunlar mücadele ediyorlardı, diye tepki gösterilirdi. Şahsi kanaatim AKP’li vekiller, bakanlar ve taraftarlarından birçok insan bu işlerin yanlış olduğunu hissediyor ama söyleyemez. Söylediği anda paralel olacak, hain olacak.
-İstihbarat, KOM ve terör dairesi neden dağıtılıyor?
Aslına bakarsanız, Oslo ile bağlantısı var bu sürecin. Oslo’da oturup bir şeylere karar veriliyor. Özerk bir yapı olacak, PKK şehre inecek, polisin ve askerin görevini üstlenecek. Oturup bunu konuşuyorlar karşılıklı. Bunun kabul edilip edilmediğini bilemem. Apo diyor ki ‘Bizim önümüzde hedeflerimize ulaşmak için en büyük engel polistir.’ PKK’nın hareket alanını daraltan kim? İstihbarat dairesi, terör dairesi, bir de KOM dairesi.
-KOM dairesinin ne ilgisi var?
Terör örgütü her türlü kaçakçılıktan vergi alıyor. Siz kaçakçılığı engellediğinizde adamların gelir kaynaklarını engelliyorsunuz. Yüksekova’da uyuşturucu kaçakçılığı var, PKK orada 14 tane gümrük noktası oluşturmuş. Teröristi koymuş yola, kaçakçıyı durduruyor. Kaç kilo uyuşturucu? Şu kadar. Vergisini verip geçiyor.
-Emniyet bu işlere engel olduğu için mi tasfiye edildi?
Sadece emniyet değil, askeriyede de tasfiyeye karar verdiler. TSK da hedefte şimdi. Askerde de terörle mücadele edenleri almayı planlıyorlar. Hava Kuvvetleri’nden, Kara Kuvvetleri’nden, jandarmadan olabilir. PKK ile mücadele etmiş insanlarla ilgili aynı şekilde hazırlık yapıyorlar.
-Diğer yandan psikolojik bir harekât da yürütülüyor, polis müdürleri itibarsızlaştırılıyor. Burada üzerinde çalışılmış bir eylem planı var mı?
Bakın, 17 Aralık yolsuzluk operasyonu olmuş, 30 ilde KOM, istihbarat ve terörle mücadele müdürlerini alıyorsunuz. Neye göre alıyorsunuz? Demek ki bir hazırlığınız var. Oturmuşlar listeleri yapmışlar. Ben bu listeleri gördüm. Hiçbir tayin olmadan, kendim de tayin olmadan gördüm. Exel tablosu yapmışlar. 17 Aralık oldu, değiştirmeye başladılar.
-Emniyette paralel diye tasfiye edilen polisler bir cemaatle ilişkili mi?
İçki içen de var, ülkücü de var, ulusalcı da var, başka cemaatlere sempati duyan da var. Terörle ve uyuşturucu ile mücadele etmişseniz paralel olmayı hak etmişsinizdir!
-Size ‘paralel yapı’ suçlaması yapıldı mı?
Bize kimse örgütle ilgili bir soru sormadı. 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde örgütle ilgili yine soruya muhatap olmadım. Bize suçlamalarda bulunan bazı memurlar da mahkeme huzurunda ifadelerini değiştirdiler. Ve gerçekleri söyleme gereği hissettiler. Bir avukatımızın tabiri ile bir suç örgütü dosyasından yargılanan bizlerin örgüt olmadığı ortaya çıkarken bu kumpası kuran bir örgütün de varlığı ortaya çıktı. Bunlarla ilgili suç duyurusunda bulunduk.
-Kimlerden oluşuyor bu örgüt?
Burada iki büyük kumpas var. Birinci büyük kumpas; başbakan ‘altyapı kuruyoruz’ itirafında bulundu, Mehmet Metiner de ‘delil oluşturuyoruz’ dedi. Star’da da bu dinleme listeleri yayımlandı. İkinci büyük kumpas illerde; mesela İzmir’de savcı ile birlikte, bazı şube müdürleri, memurlara, önceki müdürleri aleyhine ifade vermek üzere baskı yapıyorlar. Delil üretmek için bazı dosyaları suç gibi gösteriyor, bazılarının ise suç olmadığına dair raporlar yazıyorlar. Terör şubesinde yazılan raporların sahte olduğu anlaşıldı.
-Nasıl?
Bunlar geliyorlar bizim alt rütbeli arkadaşlarımıza, ‘bak sen bunu dinlemişsin’ diye listeleri veriyorlar. Kendilerine bu dinlemelerin yasal olduğu izah ediliyor, ‘biz anlamayız kardeşim’ deyip gidiyorlar. Hâlbuki orada hiçbir usulsüzlük yok. 2013’ün yaz aylarında oluyor bunlar. 2014’e geliyoruz. 18 Mart 2014’te Star’da bir liste yayımlandı. Bu listeler denetlemelerde arkadaşlarımıza gösterilen listeler, aynısı hiçbir değişiklik yapılmadan yayımlandı. Çok ilginç bir şey var, müfettişler de 17 Mart 2014’te görevlendiriliyorlar. Avukatlarımız buldu, bunun belgesi var. Star’da yayımlanan listeden bir gün önce müfettişler 30 ile gönderilmek üzere görevlendiriliyor. Bir gün sonra da Star’da 30 ile ait dinlemeler yayımlanıyor. Çok net kumpas. 30 il özellikle seçilmiş. İzmir, Aydın, Mersin, Adana, Hakkâri, PKK ile mücadele eden, operasyon yapan iller. Sızdırmalar yapıldıktan sonra güya müfettişler sahaya inmişler de gazetede yayımlanan şeyler usulsüz mü değil mi diye araştırmışlar, raporlar hazırlamışlar! Hep aynı müfettişler. 20’yi geçmez bunlar. Binlerce adam var. Bunların kanunsuz emirlerini, konusu suç teşkil eden emirlerini yapmadıkları için adam bulamıyorlar. Savcıya müfettişlerin hazırladığı raporu gönderiyorlar.
-Savcı raporları aldıktan sonra ne yapıyor? Dosyada evrakta sahtecilik suçlaması var. Gizli tanıkların ifadeleri ve hakkınızda şikâyetler bulunuyor.
Savcı Okan Batu, Terörle Şube Müdürü Fatih Çankaya, İstihbarat Müdürü Kudret Dikmen bu süreci defaatle görüşüyorlar. Bu operasyonun nasıl yapılacağı tartışılıyor. Kim girecek, kim çıkacak, kararlaştırılıyor. Savcı, TEM ve istihbarat müdürü dışarıdan adam topluyor, on kişilik bir ekip kuruyorlar. D büro diye. Bu adamlar kimleri tutuklayacaksa, ‘usulsüzlük yaptı’; kimleri kurtaracaklarsa da ‘usulsüzlük yapmadı, kanunların emrini getirmiştir’ diye rapor tutup bunu fezlekeye dönüştürüyorlar. Bu da yetmiyor. Örgüt suçlaması yapacaklar ya! Bu sefer istihbarat şubede Kudret Dikmen, Oğuz Çatalkaya, Selçuk Cora, bir örgüt gibi çalışarak memurları çağırıyorlar. 100 memur zaten fişlemelerle atılmış, PKK masasından. Geride kalan memurlara diyorlar ki ‘Amirlerim bana baskı yaptı, demezsen seni de atarız ya da hapse girersin. Biz savcı ile konuşuyoruz. Böyle ifade verirsen seni kurtaracağız. Git tutuklan.’ Adamı ağır cezada yargılayacaklar. Diyorlar ki ‘Avukat tutma. Bu ifadeyi vereceksin, dört gün sonra mahkemede bırakılacaksın.’ Sulh cezada mahkemeye çıktığımızda bir komiser kumpası deşifre etti. “Akşam nöbetçiydim, şubeye çağırdılar, amirlerin aleyhine ifade vermem için baskı yapıldı.” dedi. Kimlerin baskı yaptığını bir bir anlattı. Ağır cezada da tutuklandıktan sonraki süreçte bir memur arkadaşımız kalktı, gece şubeye çağırıldığını söyledi. Kudret Dikmen müdür, savcının telkinleri ile izne ayrılıyor. Devamında da kumpası ele veren olaylar var.
-Neler?
Twitter’da isimlerimiz yayımlanmaya başladı. Tutuklanacaklar listesi yayımlandı. Toplumu alıştırıyorlar. Diyorlar ki Taner Aydın, Ramazan Karakaya, Rüştü Ünsal tutuklanacak. Rüştü Ünsal kim? Polis okulunun adı, ölmüş adam. Zekâsı anlamıyor, bilmiyor olayı, ne servis edilmişse yayımlanıyor. En son Yeni Şafak, operasyondan bir gün önce operasyon yapılacak diye haber yaptı. Yıllarca biz operasyon yaptık. Operasyon olur, sonradan basına verilir. Operasyondan bir gün veya bir hafta sonra bu haberler çıkar. Aslında bir algı operasyonu olduğu buradan belli. Önce basında çıkıyor, sonra savcı operasyon yapıyor.
-Star’da yayımlanan istihbarat belgeleri, komplonun bir parçası mı?
Bakın önleme dinlemesi ile ilgili savcılığa hiçbir görev vermemiş devlet. Savcıya verilen tek görev, bu önleme dinlemeleri sızar ve suiistimale uğrarsa hemen soruşturma başlatması. Başlatabilirsin demiyor. Burada görev yaptığımız süre içinde bir polis arkadaşımız, İbrahim Yardımcı, istihbaratın bir evrakı yabancı ele geçmesin diye şehit düştü. Bir yanda bu var, bir yanda da Star’a, 30 ilde dinleme listesi diye istihbarat daire başkanlığının sayfalarca evrakının yayımlatılması var. Sonuçta bu mahremdir, devletin namusudur. Bu evraka hiç kimsenin ulaşma şansı yoktur. Buna ya istihbarat daire başkanı ulaşabilir ya bu denetlemeyi yapan müfettişler ya da ildeki istihbarat şube müdürleri… Evrakı da bunlardan birinin vermiş olması lazım.
-Neden verildi?
Operasyon yapabilmek için. Müfettişler daha konunun ne olduğunu bilmiyorlar. Tutuklu olan arkadaşımıza geliyorlar, bu dosyalar nelerdir iki-üç ay bunlara izah ediliyor. Müfettişler en son bizden aldıkları bilgilerle rapor yazıyorlar. Ve bu yazdığı rapor o amirin tutuklanması için bilirkişi raporu sayılıyor. Böyle komik bir şey olabilir mi? Sonra müfettişlerin raporlarında ‘bunların suçu yoktur’ diye yazdıkları bir kısım insanlar var. Bunları şube müdürleri de biliyor suçsuz olduklarını. Bunlar yazıcılık yapmış, kâtip... Bunlardan da üç-beş arkadaş tutuklanıyor. Onlara parafın var, onayın var diyorlar.
-7 bin kişilik liste nasıl çıkıyor?
Kamuoyunda çakma hat dedikleri bir şey var. Telefon kullanıyorsunuz, abone kimlik numarası vardır. Kütük bilgisi denir. Bazı insanlar beş tane hat alıyor, çocuğuna dayısına veriyor. Dayısı kullanıyor ama kendi üzerine kayıtlı. Biz demişiz ki bu telefon Ahmet’in üzerine kayıtlı olmakla beraber dayısı kullanıyor. Bu müfettiş diyor ki siz Ahmet yazarak Mehmet’i dinlemeye çalıştınız. Zaten telefon Ahmet’in üzerine kayıtlı, neden Mehmet yazalım? Ahmet kullanıyor diye biz izah etmişiz ona. TİB’e sormuşlar. TİB de ‘Mehmet kullanıyor’ demiş. Sonra çağırmışlar Ahmet’i Mehmet’i ifadeye, adamlar bizi doğrulamasına rağmen biz suçlu görülüyoruz.
-Sahte isimlerle gerçek kişiler dinlendi mi?
Bu bir iddia. Biz bunun doğru olmadığını TİB kayıtları ile ispat ediyoruz mahkemede. Bir de şu var, MİT görevlileri ile ilgili dinleme iddiaları ortaya çıktı. Neyle cezalandırıldı bunlar? MİT’çilerin gönderdikleri savunmayı okudum. Biz Mehmet Altan’ı dinlemedik, onu arayacak ajanlar için dinledik, demiş. Sonra mahkeme var, mahkemenin verdiği kararı uyguladım diye savunmuş kendisini. Biz kimseyi böyle dinlemedik. Ayrıca MİT’in bir şüphesi varsa, ajanlık dinlemesi de yapabilir.
-Dinlemelerde ismi ve imzası olan Kudret Dikmen gibi bazı müdürler neden gözaltı listesinde yoktu?
Bizi suç işlemiş gibi lanse ediyorlar ya, biz dedik ki, bakın bizim yaptığımız işlemi yapanı ayırıyorsunuz, bizi gözaltına alıyorsunuz. Bana şu numarayı, şu isimle dinlemişsin diyor. Aynı işlemi Kudret Dikmen de yapmış ona suç yok, bana suç vardır, diyor. Aynı şeyleri onlar da yapmış, hatta daha ağır şeyi yapmış; onların yaptığı suç değil ama ben aynı şeyi yaptığım için suçlu olyuyorum. Elde ettiğin bilgiyi kullanırsan, suç olacak budur. Bizimle ilgili gazetede yayımlanıncaya kadar hiçbir şekilde şantaj, veri kaydetme, şahısları mağdur etme ile ilgili tek bir şikâyet olmamış.
-Siz savcıya neden ifade vermediniz?
Savcı Okan Batu, dosyada imzası bulunmayanları tutuklamaya sevk etti, örgütle ilgili tek bir soru sormadı. Mahkeme ifadeleri kısıtladı. Hâkim, önüne gelen listeye göre, tutuklanacakları ve serbest bırakılacakları okudu. Mahkemede de söyledim. Örgüt diyorsunuz, hangi örgüt olduğunu söylemiyorsunuz. Ben size söyleyeyim dedim. Biz 1923’te kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti örgütüyüz. Biz arkada gördüğünüz polislerle birlikte devletin malını örgüt adına kullanmak diyorsunuz ya, devletin helikopteri ile gittik PKK’ya operasyon yaptık. Bu şekilde devlet malını kullandık. Ama şahsım adına devletin kâğıdını, malını kullanmıyorum.
9 adımlı kumpas planı
1- 2012’den itibaren listeler hazırlandı. Başbakanlık koruma ekibi değiştirildi. Emniyet Genel Müdürlüğü daire başkanları görevden alındı. 
2- Tüm kamu kurumları ve emniyette fişlemeler yapıldı. Müfettişler görevlendirildi. Tasfiye edilecek insanlara suç isnadı aradılar. 
3- 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu fırsata çevrildi. Listeye giren il ve şube müdürlerinin yerlerine belirlenen isimler getirildi. 
4- Önemli dosyaların içi boşaltıldı. Deliller karartıldı. Soruşturmalar kapatıldı. 
5- 18 Mart 2014’te Star’a 30 ilde yapılan önleme dinlemeleri listeleri yayımlatılarak algı operasyonu başlatıldı. 
6- Müfettiş raporlarına dayanılarak gözaltılar yapıldı. 
7- Sahte deliller üretildi, gizli tanıklar ve şikâyetçiler bulunarak davalar açıldı. 
8- Sulh ceza hâkimlerinin ellerine gözaltına alınacaklar listesi verildi. 
9- Haklarında soruşturma açılan bütün polisler görevden alındı.

20 Aralık 2014 Cumartesi

19 Aralık, gece yarısı Çağlayan: Özgür basın susturulamaz



Özgür basın susturulamaz

Türk demokrasi ve basın tarihinde ilk defa binlerce insan özgür basın susturulamaz sloganları ile adliyelerin önünü koştu. Kumpas davalarının sonunu getiren yeni bir sürecin başındayız.


        14 Aralık, Ankara Adliyesi’nin önü. Ellerinde Türk bayrakları çeşitli mesleklerden, yaşlardan, kadın erkek binlerce kişi toplanıyor. Sanki bir düğün yerini andıran manzaradan en çok öne çıkan slogan: Özgür basın susturulamaz, oluyor. Aynı saatlerde İstanbul ve İzmir başta olmak üzere çeşitli şehirlerde de insanlar Adliyelerin önünde buluşuyor, ellerinde o gün çıkan Zaman gazetesi, medyaya baskın protesto ediliyor.
       27 Mayıs sabahı darbecilerin ilk duraklarından biri Ankara Radyosuydu. Bir cemse asker gece yarısından sonra radyoya ele geçirdi. Darbe bildirisi radyodan okunduğunda her şey bitmişti,  tanklar sokaklardaydı.  Gazetecileri Çankaya’ya çağırdı ve bir mutabakata imza attırdılar. ‘Darbe ve Yassıada mahkemeleri’ konusunda cuntacıların istediği haber ve yorumların yapılmasını emrettiler. 12 Eylül 1980’in hedefinde yine basın vardı. Yayın yasaklarına uymayan gazeteler hemen kapatılıyor, gazeteciler hapse atılıyordu. 28 Şubat 1996 post modern darbesinde tankların yerini bazı medya kuruluşları almıştı.
       Türkiye 14 Aralık’ta medyanın susturulmak istendiği yeni bir baskınla güne uyandı.  Zaman gazetesi yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı ve STV yayın grubu başkanı Hidayet Karaca gözaltına alındı. Gazetenin 15 Aralık’taki manşeti: Demokrasinin kara günüydü.  Gazete çalışanları ağızların siyah bantlar çekmiş ve ellerine “özgür basın susturulamaz” pankartlarını almıştı. Ancak ilk defa, Türk demokrasi tarihine de geçecek bir gelişme yaşandı. Ülkenin çeşitli şehirlerinde binlerce insan bu baskınlara tepki için gazete binaları ve adliyelerin önünde toplandı. 4 günlük hukuksuz gözaltıdan sonra 6 saat sorgulanan  Dumanlı ve Karaca’ya sorulan sorular Türk basın tarihine kara bir leke olarak geçti. Savcı bir yayın yönetmenine ‘Darshenalerle ilgili haberleri neden yayınladınız?’ diye soruyor ve tutuklanmaya sevk ediyordu. Karaca ise bir diziden dolayı hesaba çekiliyordu! İngiliz Financial Times gazetesi, bu haberi okuyucularına, ‘Dünyada ilk defa hayal ürünü bir dizi hedef alındı’ başlığı ile duyurdu.
        18 Aralık’ta hakimin karşısına çıkarılan Ekrem Dumanlı’nın avukatları neyle suçlandıklarını ve dosyadaki delilleri öğrenmek istedi. Sulh ceza Mahkemesi Hakimi Bekir Altun, dosyada gizlilik kararı olduğunu hatırlattı.  Silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmekten suçlanan gazetecilere hakim Altun, suç aletleri olarak, 2 makale ve bir haber olduğunu söyledi. Dumanlı’nın ağzından, ‘Bu mudur?” sözleri döküldü.  Dosyada gerçekten iki makale ve bir haber vardı. Karaca, mahkemenin tarafsız olmadığını kayıtlara geçirerek ifade vermeyi red ederken, Dumanlı, basın tarihine geçecek bir savunma ile mahkeme başkanına gazetecilik dersi verdi.  
       Çağlayan Adliyesi’nin 6.katında tam bir tiyatro sahneye konulmuştu. Darbe hukuku işliyordu. Savunma hakları kısıtlanmıştı. İfade işlemleri gece 12 sıralarında bitmesine rağmen hakim kararı ertesi güne 19 Aralık’a bıraktı.  Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca ile diğer polisler, emniyetin, soğuk, eksi altıncı ve yedinci katında adeta tutsak edildi.  Çağlayan Adliyesi’nin önü gün boyu binlerce insanın akınına uğradı.  Türk bayrakları, Adnan Menderes, Turgut Özal ve Recep Yazıcıoğlu pankartları ve atılan sloganlar, baskılara karşı tarihi bir duruşun kareleri olarak hafızalara kazındı.  ‘Karar yarın’ dendiğinde bile insanlar meydanı terk etmek istemiyordu. ‘Allah’a emanet Ekrem Abi’ tezahüratları altında sessiz ve vakur bir şekilde dağıldılar.
      Türkiye darbe süreçlerinde pek çok değerini kaybetti. Hukukun askıya alındığı bu zor dönemlerde mazlumlar hep yalnızdı. İlk defa ülke içinden yükselen ve bütün dünyada karşılık bulan, ‘özgür basın ” talepleri, Erdoğan rejiminin proje mahkemeleri ve kumpas davalarının amacına ulaşamayacağını gösteriyor.  27 Mayıs sabahı Ankara radyosunu darbeciler ele geçiremeseydi kim bilir tarih nasıl yazılırdı? ‘Senaryo davasının” sonu ne olursa olsun bundan sonra  korku rejiminin nasıl yıkılacağına tanık olacağız. (İDRİS GÜRSOY, 20 ARALIK 2014, ÇAĞLAYAN İSTANBUL)

28 Kasım 2014 Cuma

DOÇ MAHMUT AKPINAR'LA RÖPORTAJ

Muhafazakârlar hipnoz altında

  • idris Gürsoy AKSİYON DERGİSİ
Doç. Dr. Mahmut Akpınar, algı yönetiminin muhafazakâr kitlede çok başarılı ve etkili olduğunu düşünüyor: “Bu kitlenin hipnoz olmuş gibi bir hâli var. Gerçekleri belgeleri ile gözüne de soksan inanmıyorlar.” Akpınar, operasyonun MİT’i aştığı ve bir üst akılla yönetildiği kanısında.
Doç. Dr. Mahmut Akpınar, Turgut Özal Üniversitesi öğretim üyesi,  bir siyaset bilimci. Terör ve güvenlikle ilgili konularda uzman. Kamu yönetimi, Kürt sorunu, Sivil-asker ilişkileri alanlarında yaptığı çalışmalarla biliniyor. Son kitabının adı, Dün İrtica Bugün Paralel. Bu röportajı yaptığımız sırada, hükümete yakın medyada manşet oldu. Sabah, manşetten fotoğrafını yayımlayarak ‘Mülkiye imamı’ başlığını attı. Habere montajlı fotoğraflar eşlik etti. Akpınar’a sorduk. AKP politikalarını neden eleştiriyor? Paralel yapı operasyonu adı altındaki süreçle ne amaçlanıyor? PKK silahları bırakacak mı?
-Paralel yapı diye yürütülen operasyonla ne hedefleniyor?
Dün irtica denerek bazı kesimlere yapılan tasfiye ve itibarsızlaştırmanın bu defa İslamcı/Müslüman görünüm kazandırılmış kesimlerce yapıldığını ve temel hedefin şiddete bulaşmayan, manipülasyonlara gelmeyen Hizmet Hareketi’nin farklı bir yöntemle bitirilmesi olduğunu düşünüyorum.
-Bu operasyon Hizmet Hareketi ile sınırlı kalacak mı?
Diğer İslamî kesim ve cemaatlere de sıra gelecektir, kanaatimce gelmeye de başladı. MGK’da alınan kararlar, konuşulan şeyler, iktidara yakın bazı gazetecilerin büyük-küçük bütün cemaatler devletten temizlenecek itirafı, fişlemeler bunların göstergesi. AKP bir araç, enstrüman. Bu işlerin yürütülmesinden, planlanmasından AKP içindeki pek çok kimsenin haberdar olmadığı kanaatindeyim. Bir süredir parti dar bir kesimin eline teslim edildi. Parti kurul ve organları çalışmıyor. AKP’nin tamamını suçlamak doğru değil. Ama iktidardaki bir parti ve onun planlı şekilde itibar kazandırılmış, kredi biriktirilmiş hâli bir şekilde, dün laikçilerin, vesayet rejimlerinin yaptığı gibi toplum mühendisliğinde kullanılıyor.
-Operasyonların merkezi neresi? Bir kesime psikolojik harekât yapılıyorsa bunun devlet içindeki araçları neler?
Bu konuda bazı araştırmalarım var. Kesinlikle algı yönetimi ve propagandalar özellikle muhafazakâr kesimin az eğitimli bölümünde çok başarılı ve etkili. Bu kitlenin hipnoz olmuş gibi bir hâli var. Bazı gerçekleri belgeleri ile gözüne de soksan inanmıyor.  Düşünmeden hareket edip her şartta ve her şeye rağmen iktidarı destekleyen bir kesim var. Algı operasyonu profesyonel bir şekilde yürütülüyor. Bunun karargâhının MİT, uygulayıcı ve yayanlarının ise medya olduğu görülüyor. Ama ben MİT’in böylesi geniş, sistematik ve sonuç alıcı çalışmayı tek başına yürütülebileceği kanaatinde değilim. AKP’lilerin hep vurguladığı gibi burada bir üst akıl var. Bu, dünyadaki birkaç servisten birinin desteği olmadan yürütülemez. Hitler’in propaganda yöntemleri kullanılıyor ve neredeyse onun kadar başarılılar.
-Neden paralel yapı deniyor?
Paralel söylemini iktidar iyi bir PR çalışması ve medya desteğiyle tutturdu. Kullanışlı bir malzeme elde etti. Şimdi kurtulmak istediği zor durumlarda ve yapacağı sıkıntılı işlerde maymuncuk olarak onu kullanıyor. Ortada kalan her iş, her beceriksizlik “paralel” e yıkılıyor. Bunu satın almaya hazır epeyce yığın da var. Bu söylemi iktidarın PKK konusunda kamuoyuna izah edemeyeceği bazı şeylerin faturasını, vebalini yıkma adına geliştirdiği anlaşılıyor. PKK’nın bu süreçte en büyük zararı cemaate verdiği herkesin malumu. Kendilerine yapışmak üzere olan bir problemi hazır suçlu varken onlara yıkıyorlar.
 -Körfez’den Mısır’a, oradan Suriye ve Türkiye’ye kadar Müslümanların yaşadığı coğrafyada yöntemler farklı da olsa bir operasyon var diyebilir miyiz?
Doğru. Ortadoğu’da ve İslam coğrafyasında etkinliği olan ve geniş toplum kesimlerine dayanan, Sünni, makul bütün cemaatlere ve toplumsal kesimlere yönelik bir tasfiye ve kıyım projesi işliyor gibi. Kuzey Afrika’da, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de... Dikkatli bakılırsa bütün İslam coğrafyasında makul dengeli Sünni kesimler tasfiye edilirken yerine Selefî ve İran eksenli gruplar monte ediliyor. Müslümanlar Selefî radikalizmine kaymaya veya İran eksenine girmeye zorlanıyor. Aslında şu an Sünni İslam’ın ve geleneksel İslamî düşüncenin sistematik şekilde soykırıma, imhaya, tasfiyeye maruz bırakıldığını söyleyebiliriz.
-Mısır’da Müslüman Kardeşler’e yapılan operasyon, IŞİD’le Sünni İslam’a verilen zarar ve Türkiye’de cemaatlerin hedef alınması rastlantı mı?
Rastlantı değil. Bunların küresel bir projenin icrası olduğu kanaatindeyim. Barışa dayalı, birlikte yaşamaya uygun, radikalizme, şiddete kapalı, hoşgörülü İslamî yaklaşımlar tasfiye edilip yerine birbirine karşıt gibi görünen ama aslında ikisi de makul Sünni İslam’a düşman Selefî ve İranî akımlar güçlendiriliyor. Bir el İslam coğrafyasında Sünni/nebevi İslam’ı Selefî ve İranî yaklaşımlarla erozyona uğratıyor.
-Sünni İslam’ın tasfiyesi en çok kimlerin işine gelir?
ABD, Batı ve onların tabii müttefiki İsrail, İslam coğrafyasının, İslam medeniyetinin çöküş sürecine girmiş olan Batı medeniyetine alternatif olmasını istemiyor. Müslümanların önünü kesmek, enerjisini kendi içinde tüketmek istiyor. Bunun için de  mezhepsel ve etnik temelli çatışmalar olmak üzere iki yöntemi kullanıyor. Etnik temelli bölme ve çatıştırmaları zaten yapıyor ve bunda hayli başarılı. Ancak Sünni İslam’ın önünü kesmek için Batı’nın ve İsrail’in elinde tek seçenek, yek aktör var, o da İran. 2013 Irak işgalinden sonra da İslam dünyasında mezhep çatışmaları çıkarma noktasında etkin olarak kullanıldığını görüyorum. Ne kadar farkındadır bilemem ama şu anda İran, global güçlerin, İsrail’in ve Batı’nın İslam toplumlarında hedeflediği mezhebe dayalı çatışmaların en önemli enstrümanı. El Kaide, El Nusra, IŞİD gibi Selefî üretim örgütler de bu çatışmanın öteki tarafı. Sünni İslam’ın bertaraf edilmesi İran’a yarıyor gibi görünse ve ona alan açsa da nihai amacın İslam medeniyetini bitirmek olduğunu düşünüyorum. İran İslamî saiklerden çok Pers jeopolitiğine göre hareket ediyor ve Şiiliği çok etkili bir şekilde Pers dış politik enstrümanı olarak kullanıyor. Batı’daki İran düşmanlığının derinliği olmayan suni, taktik bir hareket olduğu kanaatindeyim.
-22 Temmuz’da polise operasyon yapıldığı gün ilk kapatılan dosya Tevhit-Selam oldu. Bunun anlamı nedir?
Tevhit-Selam İran’ın bütün İslam ülkelerine yönelik Şiileştirme ve Şii etkisi ile devletlerin-toplumların genetik kodlarını kontrol etme çabasının yakalanması dosyası idi. Ama iktidar içinde İran yanlısı ekip çok güçlü ve etkili olduğu için net bir ajanlık dosyası olan bu dosyayı 17 Aralık’tan da önce alelacele kapattılar. Polislere operasyon yapılmasında görünür saik 17 Aralık ve yolsuzluk soruşturması, bunun iktidarca intikamı gibi görülse de ondan daha önemli saikin iktidar ve devlet içinde konuşlanmış İranî bir ekibin sobelenmeyi örtme ve kamuoyundan kaçırma çabası olduğunu okumak lazım.
-Neden susturulmak isteniyorsunuz?
Hükümete karşı değilim. Aile çevrem ve ben muhafazakâr insanlarız. İktidarı uzun süre hem oy verip hem eleştirdim. Ustalık döneminden sonra yanlışlar doğrulara galip gelmeye başladı. İktidarın otoriterleşmesini ve tek adam rejimine doğru gitmesini eleştirdim. PKK ile de görüşülebilir ancak bütün Kürtler PKK/Öcalan’a ipotek ediliyor. Kürtlerin en temel hakları olan dil ve eğitim konusunda adım atılmıyor ama örgüt sürekli güçlendiriliyor. Hukuk devleti ilkesi imha edildi, artık güçlülere teslim bir hukuk var. Kuvvetler ayrılığı tamamen yok edildi. Yolsuzluklar aldı başını gitti ve yargı dâhil kimse müdahale edemiyor. Denetlenemez bir mutlak iktidar ortaya çıktı. Bağımsız özerk kurumlar, Sayıştay dâhil hiçbir denetim kurumu iktidarı, idareyi, yürütmeyi denetleyecek durumda değil. Ayrıca Gezi’den bu tarafa siyasî iktidar kutuplaştırıcı bir dil kullanıyor ve toplumu bölüyor. Bunu da iktidarı sürdürmek için yapıyorlar. Dış politika perişan, eleştirilmeyecek bir noktası kalmadı…
-Siz terör uzmanısınız. Öcalan’la yeni bir yol haritası belirlendi. Şartları iyileştirilecek, yeni sekretarya kurulacak, silah bırakma çağrısı yapacak? Örgüt silahları bırakır mı?
Hiçbir ülkede hiçbir örgüt rızaya dayalı olarak silah bırakmaz. Bir yandan güvenlik tedbirleri ile örgütleri takip eder sıkıştırırnız, öte yandan masaya oturmaya zorlarsınız. Ama Türkiye’de PKK sözde masada iken sürekli güçlendi ve silahlandı. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir barış süreci görülmemiştir. Çözüm mü olacak ne olacak belirsiz. Fakat örgüt silahlı unsurlarını katladı, bölgedeki hâkimiyetini güçlendirdi, Ortadoğu’da bölgesel güç hâline geldi. KCK yapılanmasını yeniden ve daha güçlü kurdu. Barış yapan sevimli bir örgüt hâline geldi. Dünyaya reklamını yaptı ve bu süreçte meşrulaşma, terör listesinden çıkma çabasını hızlandırdı. Sözde çözüm sürerken örgüt kendisine rakip-alternatif olacak bütün yapıları ya tasfiye etti ya da baskı altına aldı.
-PKK silah bırakmayacak mı?
PKK’nın federasyon sözü verilse hattâ icra edilse dahi silah bırakacağını sanmıyorum. Son yıllarda ifade etmekten kaçınsalar da PKK’nın amacı Büyük Birleşik Kürdistan. KCK sözleşmesinde aslında açıkça hedefler yazıyor. Yol haritaları kamuoyuna konuştukları değil, KCK sözleşmesidir. Türkiye’nin bir stratejisi var mı bilemiyoruz. Ancak örgüt taktik ve stratejik adımlarla hedefine kararlı şekilde yürüyor, sürekli güçleniyor, büyüyor. AKP siyaseti ise hamaset ve nutuk dışında bir şey üretmiyor.
-PKK-KCK operasyonlarını yapan emniyet mensupları tasfiye edildi, Oslo’da verilen sözler mi tutuluyor?
Oslo’da bir hakem devletin gözetiminde PKK’ya bir kısım sözler verildi. Bölgenin devletten ve güvenlik güçlerinden arındırılması ve PKK etkisine, hâkimiyetine terk edilmesi, devamında da PKK’nın orada kılçıksız bir yapı kurması sözü vardı sanırım. Paralel söyleminden önce de zaten bölge devletten arındırılıyor, örgüte terk ediliyordu. Paralel söylemi bu sözü verenlere yeni bir malzeme daha sundu. Şimdi devlet ve millet aleyhine pek çok düzenlemeyi “paralel” gerekçesi ile millete, en azından kendi tabanlarına rahatlıkla yutturuyorlar.
-Çözüm sürecinde hükümet sandık ile PKK arasında sıkışmış görünüyor?
AKP son dönemde sadece kendisi sıkışmadı, Türkiye’yi de dar bir koridora soktu; eğer otokritik yapmaz, bazı yanlışlardan dönmezse hem partiyi hem ülkeyi uçuruma itecek. Ben bu zor durumdan çıkmanın yolunu AKP içindeki makul, aklıselim sahibi, basiretini yitirmemiş, vicdanı ölmemiş, ama cesaret gösterebilecek kişilerde görüyorum. Zira dışarıdan her öneriye “hain”, “ajan” diye yaklaşan bir yapıdan söz ediyoruz. Kendi içlerinden özeleştiri olmadıktan sonra AKP bu sarmaldan çıkamaz.
-Çözüm süreci nasıl başarıya ulaşabilir?
Çözüm konusunda artık daha şeffaf olunmalı. En azından muhalefet, Genelkurmay da denkleme dâhil edilmeli. Bölge güvenliği ve bölge halkı PKK’ ya terkedilmiş durumda. Bu fevkalade tehlikeli. Bölgede asgari güvenlik mutlaka sağlanmalı, ama bu arada Kürt vatandaşlarımızla ilgili temel hak ve özgürlüklerde yeni düzenlemeler yapılmalı. Mesela Kürtçe eğitim meselesi bir takvime, programa bağlanmalı. Kürtçe hocaları yetiştirilmeli. Ana dilinde eğitim hakkı behemehâl verilmeli. Kürtlere hakkı teslim edilmeksizin sürekli PKK’ya taviz vererek bir yere varılmaz, ancak Kürtler PKK’ya ipotek edilir.

27 Kasım 2014 Perşembe

EDREMİTLİ HACI ARİF ÇAĞAN'IN SON DUASI

 


Kavuşma öbür tarafa kaldı

Eğitim gönüllüsü Hacı Arif Çağan 92 yaşında vefat etti. Çağan, 2007’de Alzheimer hastalığı ilerlemeden Fethullah Gülen Hocaefendi ile görüşmüş, telefonda karşılıklı gözyaşı dökmüşlerdi.
Ah! Ah!” diye inleyen bir ses. Arada “Allah, Allah, Allah…”  diyor çok derinden… Sadece “Sen Arif misin?” sorusuna cevap olarak başını ‘evet’ anlamında sallayabiliyor. Her şeyi unutmuş. Bir tek adını unutmamış.
Balıkesir’in Edremit ilçesinde ikamet eden bölgenin sevilen simalarından eğitim gönüllüsü hayırsever Hacı Arif Çağan 92 yaşında vefat etti. Alzheimer tedavisi görüyordu. Yaklaşık dört-beş ay önce hasta yatağında ziyaret etmiştik. Yurtiçi ve yurtdışındaki birçok okulun yapımına öncülük etmişti. Fakir öğrencilere hep el uzatmıştı. Uzun süredir evinde tedavi görüyordu, konuşamıyordu.
Yanında kalan sadık arkadaşı Ömer Faruk Avcı’nın anlattığına göre, Çağan’ın Fethullah Gülen Hocaefendi ile son görüşmesi 2007’de Alzheimer hastalığı ilerlemeden önce olmuş. Konuşma, selam ve hatır sormanın ardından “Hocam, ben seni dünya gözü ile bir daha göremeyecek miyim?” şeklindeki sorularla hüzünlü bir hâl almış. İki dost, dakikalarca gözyaşı dökmüşler telefonda. Hocaefendi, “Hacı abi, kader bizi buraya bağladı. İnşallah görüşme ahirette olur.” demiş ve konuşma sona ermiş.
27 Mayıs’tan 28 Şubat’a olağanüstü dönemlerin tanıklığını yapmış Arif Çağan. Ancak hiç geri adım atmamış. Böyle anlarda hep duaya sarılmış. Allah yolunda çekilen sıkıntıları şeref kabul etmiş. Zor dönemlerde, musibetin geldiği olağanüstü zamanlarda hep ‘dua edin’ tavsiyesinde bulunmuş çevresine. “Cenab-ı Hak bir yol, selamet karşımıza çıkarır.” demiş.
Arif Çağan, Gülen Hocaefendi’yi genç yaşlarda tanımış. Önde görünmemeye hep dikkat etmiş. Hatta “Allah’ım, bana her şeyi unuttur.” diye duada bulunmuş. Çünkü bağışladığı şeylerin daha sonradan aklına gelmesini istememiş. “Ben dünyaya geldiğim gibi gideceğim.” demiş.
Çağan’ın yıllarca büro olarak kullandığı ilçe merkezindeki mekânına da uğramıştık. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi Edremit’te karşılarken çekilmiş bir fotoğraf masanın üzerinde yerini almıştı. Başka bir karede alın teri ve gözyaşı ile kuruluşuna destek verdiği gözünün nuru bir eğitim yuvasının temelini atarken görülüyordu.  Risale i nurlar ve sonsuz Nur kitapları raflarda göze çarpıyor. Özel defterlerini inceledik, sadece inci gibi el yazısı ile kitaplardan aldığı notlar vardı. Çağan, yıllarca ziyaretçilerini bu mütevazı büroda ağırlamış. Müdavimlerden biri de Bülent Arınç’mış. Zeytinci Hacı Arif’in Arınç ile tanışıklığı Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Manisa’da verdiği vaaz günlerine kadar uzanıyormuş.
Arif Çağan’ın din ile ilk teması tarikat vasıtasıyla olmuş. 1945’te tanıştığı Sarı Hoca lakaplı Mehmet Hoca’ya çok tutkunmuş. Siyasete bir ara meyletmiş. 1957’de Demokrat Parti’den delege seçilmişse de parti içindeki bazı haksızlıkları ve yanlışları dile getirdiği için ikaz edilince siyasetten soğumuş.
1970’lerde Adalet Partisi ve MillÎ Selamet Partisi’nden gelen teklifleri ise Fethullah Gülen’in “Hacı ağabey, bizim partilerle ilişkimiz yok.” sözü üzerine geri çevirmiş. 12 Eylül 1980 sonrası Risale-i Nur bulundurduğu için 48 gün cezaevinde yatmış.  İzmir’e vaiz olarak gelen Fethullah Gülen’i tanıdıktan sonra ise onu hiç yalnız bırakmamış.
Edremit’te yüzlerce dönüm zeytin bahçesi olan bu hayırseverin dikili bir ağacı bile bulunmuyor. Arif Çağan, dünyaya geldiği gibi de uğurlanıyor.


 Kavuşma öbür tarafa kaldı



2 Haziran 2014 Pazartesi

Oğlum, ticarete girersen alıp sattığın ben olacağım!


26 Mayıs 2014 / İDRIS GÜRSOY
27 Mayıs 1960 darbesinden 54 yıl sonra Adnan Menderes, hayırla yâd ediliyor. Cesur, cömert, nazik ve mütevazıydı. Kendisini iyi yetiştirdi. İyi bir hatipti ancak bilmediği mevzularda konuşmazdı. Çocuklarına ticareti yasaklamıştı.
Cımbıza kadar mal varlığının hesabını verdi. Yüksel Menderes ile aynı okulda okuduk. Başbakan Adnan Menderes İngiltere’ye gelmiş, oğlunu çağırmıştı yanına, ben de gittim. Yüksel, babasından para istedi. Başbakan Menderes döndü özel kalemi Muzaffer (Ersü) Bey’e, ‘Bizim harçlıktan masrafları çıkar, bir şey kalırsa Yüksel’e para ver.’ dedi. Özel kalem de çıkardı, 25 sterlin verdi. Hepsi hepsi bu!" Bu sözler eski Bakan Kamran İnan’a ait.
1899 yılında dünyaya gelen Adnan Menderes’in göbek adı Ali’ydi. Menderes küçük yaşta öksüz ve yetim kaldı. Önce annesi veremden öldü, hemen ardından kalbinden rahatsız olan babası vefat etti. Ablası Melike de 5 yaşlarında veremden hayatını kaybedince ailenin hayattaki tek ferdi Adnan kaldı. Çocukluğu ve gençliğinin ilk yılları büyükannesinin himayesinde geçti. Aile terbiyesini büyükannesi Fitnat Hanım’dan aldı. Çalışkan bir öğrenciydi. Sürekli okuyordu. Amerikan Koleji’ne gitti. Yunanların İzmir’i işgal etmesi üzerine ‘Ay Yıldız’ adını verdiği bir milis gücü kurarak istiklal mücadelesine katıldı. İstiklal Madalyası aldı. 1928’de uzaktan tanıdığı Evliyazadelerin kızı Berin Hanım’la evlendi. Serbest Fırka’yı Aydın’da teşkilatlandırdı, İl Başkanlığı’nı yaptı. Partinin kapatılması ile CHP’ye girdi. Celal Bayar’la DP’yi kurdu, genel başkan oldu. 1950-60 arasında 10 yıl başbakanlık yaptı.
Menderes, zengin bir başbakandı. Aydın’da aileden kalma takriben 70 bin dönüm toprağı vardı. Adnan Bey, cömertti, vermesini severdi. Bu büyük arazinin tamamını muhafaza etmedi. Toprağın bir kısmını Çakırbeyli köyüne mera olarak bıraktı. Zeytinlikleri rızasıyla terk etti. Toprak kanunu çıkarken toprak tevzii yaparak arazinin büyük bir kısmını komşu köylülere devretti. Çakırbeyli Çiftliği annesinin babası tarafından miras kalmıştı. 20’li yaşlarda tam bir ziraatçı olmuştu. 1930’da ilk defa pamuk ziraatını denedi.
Siyasete hizmet için girmişti, çiftlik işlerini kâhyasına bıraktı. Çocuklarına ticareti yasakladı. Ailesi ve çevresine nüfuzunu kullandırmadı. 10 yıllık başbakanlığı döneminde ülke şantiyeye döndü; barajların, köprülerin temelleri atıldı, fabrikalar kuruldu. İstanbul’da büyük imar çalışmaları yapıldı. Anadolu yola, suya ve elektriğe kavuştu. Türkiye’de traktörle ziraat devrinin üzerinde Menderes imzası vardı.
DP döneminde ülkede refah düzeyi artarken Menderes’in yaşam tarzı ve mal varlığında hiçbir değişiklik olmadı. 1950’li yıllarda hukuk fakültesinde okuyan Yüksel, ortaokul talebesi Mutlu okullarına otobüsle gidiyordu. Adnan Menderes’in huylarından biri, hediye ve ikram kabul etmemesiydi. Aydın Menderes, hatıralarını kaleme aldığı ‘Babam ve Ben’ adlı kitabında; ‘Bu hususlarda kendisi bir ömür boyu dikkatliydi.’ diyor. Başbakan olarak büyük ilgi gösterdiği Türk traktör fabrikası, Menderes’e traktör hediye etmişti. Birkaç gün geçmeden özel kalem müdürü Muzaffer Ersü fabrikayı arayarak traktörün faturasını istedi. "Biz onu Başbakan’a hediye ettik" diyen fabrika yetkililerine Menderes’in cevabı; "Onlar kim oluyor ve kimin malını kime hediye ediyorlar? Böyle bir şey kabul etmemiz mümkün değildir. Parasını öderiz, hemen ödemeyi yaparız." oldu.
Menderes, 1956’da Türkiye’ye dönen büyük oğlu Yüksel’in ticarete girmesini istemedi. "Baba, izin verirsen serbest meslek, ticaret gibi konulara girmek istiyorum." diyen Yüksel’e, yüzünü asarak şu cevabı verdi: "İyi güzel ama Yüksel, sen serbest meslek veya ticaret konusuna girsen ne yapacaksın? Ne alıp satmış olacaksın? Bir yerde alıp sattığın ben olacağım. Ben Başvekil olduğum müddetçe sen ne yaparsan yap, yaptıkların bana bağlanacak. Bu beni rahatsız edeceği gibi seni de rahatsız edecek. Kusura bakma ama bu düşünceni uygun görmüyorum." Yüksel Menderes de, "Tamam." diyerek babasının kararına sadık kaldı.
Menderes, siyasete girdikten sonra mal varlığında bir artış olmadı. Aydın’daki miras çiftliğinin dışında biri Meşrutiyet’te biri Kocatepe’de iki apartmanı, bir de ikamet ettikleri daha sonra yıkılan Güvenevler’deki evi vardı. 1950 yılı başında bir iş hanını aldı. Milletvekili seçilince, eşi Berin Hanım’a vekâlet verdi. "Ankara’daki binaların kiralarını toplayacak olan sensin, harcayacak olan da sensin, bu evi çekip çevirecek olan da sensin. Yetmezse bir ihtiyaç olursa bana söylersin." dedi.
Bir gün dahi bana…
Başbakanlık Menderes’i değiştirmedi. Ömrünün sonuna kadar alçakgönüllülüğünü korudu. Son derece zarif, kibar ve güleryüzlüydü. Şık giyinirdi. İnsanlara değer verirdi. Onları daima hatırlayacak işlek bir zekâ ve hafızaya sahipti. Ceketsiz dolaşmazdı. Onu çeket düğmesi iliksiz gören olmamıştı. Vatandaşın önüne ceketini giyip önünü iliklemeden çıkmıyordu. Yanında çalışanlara son derece iyi davranıyordu. 27 Mayıs’tan sonra sorgulanan şoförü başbakandan hürmetle bahsedince, "Neden sabık, sakıt, düşük demiyorsun?" diye çıkışanlara şöyle diyordu: "Efendim ben o zatla on yıl beraber çalıştım, bir gün dahi bana Nuri Bey dışında başka bir tarzda hitap etmedi. Şimdi ben kendisinden bahsederken ondan başka türlü bahsetmek elimden gelmiyor."
Menderes inançlı, millî manevi değerlere bağlı, tarihine saygılı bir devlet adamıydı. Fırsat buldukça sabahın erken saatlerinde görülme ihtimalinin en düşük olduğu anlarda Eyüp Sultan’a giderdi, adak kurban kestirirdi. Caminin zeminindeki halıları dokutup hediye etmişti. 1990’a kadar Eyüp Sultan’da bu halılar kullanıldı. Başbakan Menderes hayırseverdi ancak bilinmesini istemezdi. Türkiye’ye dönen Osmanoğlu’nun kızlarına bir daire tahsis ederek, her ay düzenli olarak maddî yardımda bulunduğu 27 Mayıs’tan sonra kiraları aksayan ev sahibinin Berin Hanım’ın kapısını çalması ile ortaya çıkmıştı.
Menderes, 1931 Mayıs ayında CHP’den Aydın milletvekili olarak parlamentoya girdi. Dilekçe komisyonuna seçildi. İşini ciddiye alıyor, müzakereleri kaçırmıyordu. Kısa zamanda milletvekillerinin dikkatini çekti. Konuşma kabiliyetini bilgi ile teçhiz ediyordu. Umumiyetle bilmediği konular üzerinde konuşmuyordu. Aynı zamanda savaş sebebi ile yarım kalan hukuk tahsilini tamamladı. 1945 yılında Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın CHP’de değişim isteyen fikirlerinin dile getirildiği takrir fırtınalar kopardı. ‘Dörtlü Takrir’ diye adlandırılan takrir 7 saat müzakere edildi. Adnan Menderes, şiddetli tenkitler ve hakaretleri metanetle savundu. Celal Bayar, bu toplantıda Menderes’in yıldızının parladığını söylüyor: "Menderes saldırılardan yılmıyor, sinirlerini bozmuyor, içinde fikir varmış gibi görünen demagojik sözlerin parlak balonlarını bir cümleyle patlatıp söndürüyordu."
7 Aralık 1945’te Demokratik Parti kuruldu. 14 Mayıs 1950 seçim zaferinden sonra Celal Bayar cumhurbaşkanı, Menderes ise DP genel başkanı ve başbakan oldu. İsmet İnönü’ye karşı 1954 ve 57’deki seçimleri kazandı. Halkın taleplerine cevap veren politikaları ile toplumsal desteğini artırdı. Ezan Türkçeden Arapçaya çevrildi. Din eğitiminin önündeki yasakları kaldırdı. Ekonomide müteşebbislerin önünü açtı. Dış politikada yeni anlaşmalara imza attı. Menderes, dünyanın da sözüne güvenilir, barış taraftarı bir devlet adamı olarak sevgisini kazandı. Ülkeyi on yıl birlikte yönettiği Celal Bayar, gazeteci Nazlı Ilıcak’a (27 Mayıs Yargılanıyor, Doğan Yayınları) Menderes’teki devlet adamı vasıflarını şöyle anlatıyor: "Zeki bir adamdı. Kafası ve yüreği muvazeneliydi. Denilebilir ki, fikirlerini, vicdanının adaletine uğratmadan tatbikata götürmezdi. Doğru düşünmesini bilirdi. Onun için bir fikrin güzelliği değil, doğruluğu önemliydi. Bir fikrin doğruluğu da hayata uygulanabilirliği, insanı ve toplumu daha ileriye götürebildiği ölçüde aşikâr olurdu. Doğru düşünmesini bildiği için kuvvetli bir mantığı vardı. Fikirlerini sonuna kadar savunmasını severdi. Kendisinde halkın içinde yaşamanın halkın içinden gelmenin gücü vardı. Memleketi tanıyordu. Kusursuz bir vatanseverdi. Bu yüzden düşüncelerinde büyük çoğunlukla haklı çıkıyordu. Genel idare kurulunda fikirleri azınlıkta kaldığı zaman iddia ve düşüncelerinden hemen vazgeçer, bunları unuturdu. Yalnız vazgeçmek ve unutmakla da kalmaz neden yanlış düşündüğünün sebeplerini de arardı. ‘Büyük ve kuvvetli Türkiye’ idealine inanmıştı. Bunun için gerçekten çok çalışırdı. Menderes’in eğlenmek için, dinlenmek için, ailesine vermek için çok az zamanı olmuştur."
Her kuruşun hesabını verdi
Menderes’in başbakanlığı döneminde muhalefet DP’nin iç ve dış politikalarını çok sert eleştirdi. 1957’den sonra ülkedeki gerilim tırmandı. Ancak Menderes, yolsuzluk, suiistimal, kara para aklama, altın kaçakçılığı gibi suçlamalara muhatap olmadı. Nefret dili kullanmadı. Ülke meselelerini cesurca savundu. 27 Mayıs darbesinden sonra ise, yalan haber ve iftiralarla halkın gözünden düşürülmek istendi. Menderes tertiplerle linç edilmek istendi.
Adnan Menderes, basında hakkında çıkan iddialara tek tek cevap verdi. El yazısı ile savunmasını yaptı. ‘Gayrimeşru servet elde ettiği’ iddiasını avukatı Talat Asal belgelerle yalanladı. Aydın Satış Kooperatifi ekstrelerini ortaya koydu. Avukat Asal, 1950’de Ahmet Erkmen Hanı’nın 185 bin liraya alındığını açıkladı. Avukat Ertuğrul Akça da örtülü ödenekle ilgili iddialara şu cevabı verdi: "Başsavcı örtülü ödenek davasından bahsederek hakaret ediyor. Her zamanki âdeti veçhile tavsifi bırakarak bu sefer de tahkiri iddiasının mesnedi yapıyor. Bu davanın neticesi ne olursa olsun şu muhakkaktır ki kendi cebinden 200 bin lirayı hayır cemiyetlerine hibede bulunan bir adamın 200 bin liranın mürtekibi olacağı mantıkla kabil telif değildir. Yılda 400 bin lira sadece emvalinden geliri olan bir kimsenin bu yola tevessülünde mana yoktur." DP’lilere döviz temininde bir rüçhaniyet içinde bulunduğu iddiası da, CHP’lilerden döviz alma işlemi yapanların listesi açıklanarak çürütüldü. Listede Aziz Uras, Fethi Çelikbaş, Kasım Gülek, Nüvit Yetkin, Sırrı Atalay, Hüseyin C. Yalçın, Cihat Baban gibi isimler bulunuyordu.
Çadır tiyatrosunu andıran Yassıada’da davalardan biri de örtülü ödenek davasıydı. Mahkeme on yıl içinde Menderes’in zimmetine örtülü ödenekten 200 bin lira gittiğine ve bir milyon küsur lira da usulsüz ödeme yapıldığına karar vermişti. Temyiz yoktu. Aile Menderes’in acısını yaşayamadan hukuki bir süreçle karşı karşıya kalmıştı. Ya babadan kalan mirası kabul edecek cezasıyla birlikte Menderes’in vârisi olarak 4 bin 700 küsur lirayı devlete ödeyeceklerdi ya da mirası kabul etmeme hakkını kullanacaklardı. Aileye intikal edecek ne varsa hazineye kalacaktı. Aile mirası kabul etti. Her şey haczedildi, bütün gelirlere el kondu. Hazine’nin talepleri doğrultusunda taşınır taşınmaz ne varsa hepsi için icraya müracaatlar başladı.
Menderes’in 2 bin dönümlük çiftliği ve Ankara’daki dört gayrimenkulü, değil icra şartlarında piyasanın üstünde şartlarda satılsa bile 4 milyonu geçen paranın denkleştirilmesi mümkün görülmüyordu. Muhtelif parti teşkilatları aileye destek için yardım kampanyaları düzenledi. Menderes’in mirasına halk sahip çıktı. Gayrimeşru iktisap adı altında açılan davalar ağır ceza mahkemelerinde görüldü ve bir bir beraatla sonuçlandı.
Menderes ailesinin dramı baba Menderes’in idamıyla da bitmedi. Maddi zorlukları göğüsleyen Berin Hanım ve çocukları ağır imtihanlardan geçti. Aydın milletvekilliği yapan ailenin en büyük ferdi Yüksel Menderes 1 Mart 1972’de Ankara’daki evinde ölü bulundu. Yüksel’in intiharı kuşku doluydu. Ancak dosya kapatıldı. Ailenin diğer ferdi Mutlu Menderes, Ankara’da 8 Mart 1978 tarihinde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Kazaya ilişkin soru işaretleri vardı ancak aydınlatılamadı. Adnan Menderes’in hayattaki son oğlu Aydın Menderes de trafik kazası geçirdi ve felç oldu. 2011 yılında hayatını kaybetti.
10 yıl başbakanlık yapan Adnan Menderes milyonların gönlünde taht kurdu. 27 Mayıs askerî darbesi ile iktidardan indirildi. İşkence gördü ve idam edildi. Ancak millet onu hiç unutmadı. 54 yıl sonra bile İstanbul’daki anıt mezarına binlerce insan akın ediyor. Ruhuna Fatihalar okunuyor

22 Mayıs 2014 Perşembe

SOMA'DAKİ FACİA ÜZERİNE: DEMEK Kİ 1940'DAN BUYANA DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK

Bilinmeyen bir ‘mükellefiyet’

18 Şubat 2013 / İDRİS GÜRSOY
1940’lı yıllarda Zonguldaklı, madende çalışmaya mecbur ediliyor. Vergisini veremeyen, borcunu ödeyemeyen ‘mükellefiyet’e tabi tutuluyor. Zayıf oldukları için kadınlar ve çocuklar daha çok yollarda çalıştırılıyor. 12 yaşından itibaren yollarda taş diziyorlar, 16’sında madene giriyorlar…
Sisleri yararak yol alıyoruz. Bulutlar başımızı okşuyor. Her taraf is, her taraf çamur. Siyah ve gri tonların hâkim olduğu bir şehir burası. Yerin üstü kadar yerin altında da hayat var. Kömür, damgasını vurmuş her yere. Zaman ilerledikçe sizi de esir alacak hissine kapılıyorsunuz. Bazen dikkat kesilip acıyla kulak verdiğimiz ‘madende facia’ haberleri işte buradan geliyor.      
Yıllardır gözyaşlarının dinmediği bir şehir Zonguldak. En büyük acılar tek parti (CHP) döneminde yaşanmış. 1940’da madenler devletleştirilmiş. İktidarda Millî Şef İsmet İnönü var. 2. Mükellefiyet uygulaması ile madende çalışmak zorunlu hâle getirilmiş. ‘Parası olmayanlar madene’ denmiş. 2. Mükellefiyet’le ilgili çok az araştırma var. O günlerin tanıkları da tek tek aramızdan ayrılıp gitti. Kadir Tuncer, üç kuşak madenci bir aileden geliyor. Dedesi 1890-1920 arasında Fransızların işlettiği madenlerde çalışmış. Babası, 2. Mükellefiyet’in olduğu 1940-50 arası Kozlu’da sakat kalmış. Kendisi de 1991’de ocaktan emekli olmuş. Mükellefiyet dönemini araştırmış, tanıkların anlattıklarını kaydetmiş Tuncer. “Sadece madende yok mükellefiyet… 12 saat çalışıyor, iki saat spor yapıyor, iki saat de okuma yazma kursuna gidiyor işçiler. Yol mükellefiyetinde küçük çocuklar, kızlar, kadınlar çalıştırılıyor; çıplak ayaklarla yol parkesi döşüyorlar. Daha küçük olanlar ormanda çalışıyor.” diye anlatıyor o dönemi.
Zonguldak madenleri Osmanlı’dan bu yana stratejik öneme sahip. İmparatorluğun ve yeni kurulan Türkiye Cumhu-riyeti’nin tek enerji kaynağı bu madenler. Osmanlı da Cumhuriyet de bölgeye özel önem veriyor bu yüzden. 1940’lı yıllarda Zonguldak halkı madende çalışmaya mecbur ediliyor. Buna ‘2. Mükellefiyet’ deniyor. Enerji ihtiyacı arttıkça daha fazla kömür çıkarılması gerekiyor. Gönüllülükle işin yürümesi zor. Askerler, mahkûmlar çalıştırılıyor o dönemde. En fazla göç alan il oluyor Zonguldak. Vergisini veremeyen, borcunu ödeyemeyen mükellefiyete tabi tutuluyor. Parası olan madenden kurtuluyor. Ancak her beldede birkaç zengin aile bu imtiyazdan yararlanabiliyor. Köyler ayrılmış; yol, maden, orman mükellefiyeti diye. Kazmacı, kürekçi ve domuz damcı köyleri var… Zayıf oldukları için kadınlar ve çocuklar daha çok yollarda çalıştırılıyor. İş bitince ormana gönderiliyorlar. İş bitiyor ama borç bitmiyor. 12 yaşından itibaren yollarda taş diziyorlar. 16 yaşında madene giriyorlar.
Madende şartlar çok ağır, ücretler düşük, kötü muamele var. Bir nohut yemeği tabağından 8 taş çıkıyor. Bir ayda 70 gram sabun veriliyor, hastalıklar artıyor. Kaçan kurtulabiliyor. Jandarma esir kovalar gibi kaçak işçilerin peşine düşüyor. Evlere baskınlar düzenleniyor. İşkencenin bini bir para.
1908’de Dilaver Paşa mükellefiyeti kaldırılmış, ancak etkisi devam etmiş. 1923’te Cumhuriyet kurulduktan sonra maden ocaklarını 1940’a kadar Fransızlar işletmiş. Emekli madenci Tuncer, “İstiklal Harbi ile düşman denize döküldü ise, Fransızların ne işi vardı 1940’lara kadar Zonguldak’ta?” diye soruyor.
Zonguldak’ın üstünü örten sis gibi mükellefiyet dönemine ait pek çok olayın üzerinde sır perdesi var. Tek parti, acıların üzerini örtmekle kalmamış, müthiş bir propaganda ile ‘Uzun Mehmet’ gibi hayal ürünü hikâyelerle madenciliği özendirmiş. Maden kazalarında hayatını kaybedenler sansür sebebi ile gazetelerde haber olamamış uzun süre. Dergilerde mankenler madenci diye gösterilmiş. Millî Şef’in ziyaretleri boy boy gazetelere manşet olmuş. “Uzun Mehmet’in nüfus kayıtlarını vermeleri için valiliğe başvurdum. Veremediler. Çünkü Uzun Mehmet diye biri yok. Halk-evlerinde kararlaştırılıyor, Behçet Kemal Çağlar’a da şiir yazdırılıyor.” diye anlatıyor kendisi de bir         madenci aileden gelen araştırmacı Metin K    öse.
Tek parti yönetimi, önce madenlerin devletleştirilmesi için 3780 sayılı yasayı çıkarıyor. 26 Şubat 1940’ta Zonguldak ve çevre yerleşim birimlerinde ikamet edenlere ocaklarda çalışmaları için kanunla hüküm getiriliyor. 1 Mart 1940’ta ilçe ve köylerden işçi toplamak için ‘İş Mükellefiyeti Müdürlüğü’ kuruluyor. Çalışma saatleri belli değil, yatacak, barınacak yer yok. Dayak, küfür, parasızlık, adam kayırma var ve iş sağlığı bilinmiyor. Bu şartlara tahammül edemeyerek kaçanlardan ‘işçi taburları’ oluşturuluyor. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte günde 8 saat olan çalışma süresi  11 saate çıkarılıyor.
1946’da Türkiye’de çok partili seçim yapılıyor. 1950’de DP iktidara geliyor. Özgürlük havası bütün ülke ile birlikte Zonguldak’ta da hissediliyor. 1950’de İkinci Mükellefiyet kaldırılıyor, çalışma şartları iyileştiriliyor. Ancak olağanüstülük bir süre daha devam ediyor. Hak arama arayışları, direnişler, yürüyüşler Ankara’yı tedirgin ediyor. Olağanüstü dönemlerde baskılar yine artıyor. “Zonguldak’tan devlet hep korkuyor ve korkmaya devam ediyor.” diyor araştırmacı Tuncer. Enerji, maden, demir çelik ve sanayinin en yoğun olduğu bu bölgeden her an bir başkaldırıdan çekiniyor Ankara. 1970’in ortalarına kadar maden sahalarında fotoğraf çekmek yasaktı. Madenlerle ilgili yazılar devlet sırrını açığa vurmak suçundan soruşturmaya uğruyordu. Tuncer, “Mükellefiyetle ilgili araştırma yaparken, mükellefiyette çalışanlar hâlâ konuşmaya korkuyordu.” diye anlatıyor. 

100 YIL YETECEK KÖMÜR REZERVİ VAR
Zonguldak’ta 1,2 milyar ton kömür rezervi bulunuyor. Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Genel Müdürlüğü bünyesinde; Kozlu, Üzülmez, Kandilli, Karadon ve Amasra Müessesesi olmak üzere toplam 5 müessese var. Her bir müessesede 5 ile 10 arasında değişen maden ocağı var. 8 bini yer altında olmak üzere toplam 10 bin maden işçisi çalışıyor. Her işçi günde 8 saat mesai yapıyor. Bunun 2 saati yer altına gidiş ve yer altından gelişte (işçi naklinde) geçiyor. Maden ocakları, günde 3 vardiya çalışıyor. Yıpranma paylarına sahipler. 7 bin 200 gün yevmiyeyi dolduran (20 yıl) işçi emekli olabiliyor. En büyük problemleri; işçi sayısının azalması, buna paralel olarak da üretimin düşmesi nedeniyle işin ağırlığının artması. İşçiler bu yüzden iş kazalarına maruz kalıyor.
Metin Köse (Araştırmacı-yazar)*:
ÇALIŞMA ŞARTLARI DAYANILACAK GİBİ DEĞİLDİ “Osmanlı’nın kömür ihtiyacını karşılamak için Karadeniz Ereğli’ye gönderilen Dilaver Paşa, meşhur nizamnamesini (1867) yayımlar. 21. madde şöyle: “Ereğli’nin 14 kariyesinde 13-50 yaşındaki erkekler kazmacı, kürekçi, direkçi olarak çalışmakla mükelleftir.” 30. maddede ise “Her kim ki çalışmaz duruma gele eşeğe bindirilip köyüne gönderile.” şeklindedir. 1. Mükellefiyet’in uygulamaya konması ile başlangıçta 30 bin okka olan üretim 250 bin okkaya çıktı. İkinci Mükellefiyet’te çalışma şartları daha ağırdı. İnsanlar zorla madene sokuldu. Disiplini sağlamak için alınan tedbirler insan haklarına aykırıydı. Sindirmek için âdeta insanlara işkence yapıldı. Madenlerden kaçmaları önlemek için Devrek’te bir tümen kuruldu. Çürük raporu alabilmek için Amele Birliği Hastanesi’ndeki doktorlara, öküzlerini, tarlalarını satarak rüşvet veren insanlar var. Bu işlerden çok zenginleşenler olmuş. Parası, tarlası olmayanlar da madenden kurtulabilmek için elini ayağını kesiyor. Patlamalar ve kazalarda toplu ölümler oluyor. 1957’deki grizu faciasında Dedeoğlu köyünün bütün erkekleri ölüyor. Katır insandan değerli. Bir belgede, kazada katırın ayağı parçalanmış ve katır itlaf edilmiş. Parası da sorumlulara ödettirilmiş. Raporda katırın tırnak numarası, boyu, doğum tarihi, vücudunun belirgin özellikleri anlatılıyor; ancak sorumlular sadece başçavuş, çavuş ve seyis diye geçiyor. Mükellefiyet 1948’de kalkıyor ama uygulamalar değişmiyor. 1965’te madenciler performans zamlarına isyan ediyor. Yürüyüş yapılıyor. Jan-darma Kozlu Dispanseri önünde durduruyor madencileri. Kurşun yağıyor üzerlerine. Zonguldak’ta ‘ola-ğanüstü hâl’ ilan ediliyor. Yüzlerce işçi gözaltına alınıyor.”
*Zonguldak’taki iki mükellefiyet (zorunlu çalışma) uygulamalarını araştırdı ve değerlendirmelerini Göl Dağı isimli bir kitapta topladı.

Beyaz Devrim'in üniformalı kahramanı


12 Mayıs 2014 / İDRIS GÜRSOY
Tek parti döneminin bitişinde TSK’nın değişim talebi büyük rol oynadı. 1950’de orduda Org. Nuri Yamut’un da içinde bulunduğu kanat çok partili hayata geçişin önünü açtı. Bunun faturasını 27 Mayıs Darbesi’nde hakaretler eşliğinde yargılanarak ödedi.
Demokrat Parti İstanbul Milletvekili Nuri Yamut, Ankara’nın Emek Mahallesi’nde bulunan İsrail evlerinde oturuyordu. 27 Mayıs 1960 sabahı askerî bir araç evinin önünde durdu. İçinden bir subay, bir astsubay ve erler çıktı. Yamut’un zilini çaldılar. 71 yaşındaki Nuri Paşa kapıyı açtı. Elinde bastonu, yakasında İstiklal Madalyası vardı. Subaylardan biri "Seni almaya geldik. Hırsız! Vatanı sattınız!" diye bağırdı. Nuri Paşa silahlı subayların beklemediği bir tepki verdi: "Ben Çanakkale kahramanıyım, Atatürk’ün silah arkadaşıyım, İstiklal Savaşı gazisiyim, eski Genelkurmay Başkanıyım... Bana hakaret edemezsiniz!" Subaylardan biri öne atıldı ve bir tokat attı... Paşa sendeledi. Astsubay olan arkasından bir tekme savurdu… Paşa, merdivenlerden yuvarlandı, gözlüğü kırıldı. Kan revan içindeki Nuri Paşa’nın kollarına girdiler, alıp götürdüler...
Darbecilerin Yamut Paşa’ya öfke ve nefreti sebepsiz değildi. 27 yıllık tek parti dönemi Nuri Yamut ile ordu içindeki demokrat subayların çok partili hayattan yana tavır koymaları ile sona erdi. Peki, Yamut Paşa kimdi? Darbecilerin öfkesi nereden geliyordu?
Mehmet Nuri Yamut 1890’da Selanik’te doğdu. 1912 yılında Manastır’daki 6. Kolordu’da görev yaparken düşmana esir düştü. Balkan Harbi’ne fiilen katılan Yamut, Birinci Dünya Savaşı’nda cephedeydi. Kurtuluş Savaşı’nda Sakarya’da 7. Tümen Kurmay Başkanı olarak görev yaptı. İstiklal Madalyası verildi. 1945’te orgeneralliğe yükseldi. Muharebe Gümüş Liyakat Madalyası, Muharebe Gümüş İmtiyaz Madalyası, Altın Liyakat Madalyası ve Alman Demir Haç Nişanı sahibiydi. Kara Kuvvetleri Komutanlığından sonra 1950-54 arası Genelkurmay Başkanlığı yaptı. 1957’de Demokrat Parti’den milletvekili seçildi. 27 Mayıs 1960’ta gözaltına alındığında 71 yaşındaydı.
Yamut Paşa, kara kuvvetleri komutanıyken Türkiye çok partili hayata geçiş sancıları yaşıyordu. 14 Mayıs 1950, Türk siyasi hayatının en önemli dönüm noktalarından biri oldu. Demokrat Parti serbest seçimle iktidarı kazandı. 27 yıllık tek parti dönemi sona erdi. Gözler ‘millî şef’ İsmet İnönü ve tabii ki askerin üzerindeydi. 22 Mayıs’ta Meclis açıldı. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Refik Koraltan Meclis Başkanı seçildi. Adnan Menderes hükümeti kurmakla görevlendirildi. İşte herkesin nefesini tuttuğu bu süreçte Kara Kuvvetleri Komutanı Nuri Yamut Paşa çok partili hayattan yana tavır alarak demokrasinin yolunu açmıştı.
14 Mayıs 1950’de geç saatler… Sandıklar açılmış ve oylar ekseriyet DP’ye çıkıyor. CHP genel merkezinde büyük hayal kırıklığı ve umutsuzluk yaşanıyor. Tek parti döneminin sonuna yaklaşıldığı anlaşılıyordu. Ordunun üst kademesi İnönücüydü. Seçimleri CHP’nin kaybetmesinden sonra İsmet Paşa’ya, "DP’ye iktidarı teslim etme, yönetime el koyalım" teklifi yapıldı. Ancak İnönü kabul etmedi. Ankara gergindi. Müdahale her an bekleniyordu. Ancak tam tersi oldu. Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman, karargâha geldiğinde bir sürprizle karşılaştı. Odasında Kara Kuvvetleri Komutanı Nuri Yamut vardı. Orgeneral Gürman’la seçimi konuştular. Gürman "Bu adamlara memleketi teslim edemeyiz!" deyince Nuri Yamut buna şiddetle karşı çıktı. 1962’de yayımlanan Yeni İstanbul gazetesindeki habere göre; "Meclis toplanıncaya kadar mevkufsunuz! Daha sonra ben sizin emrinizdeyim. Lüzumu ne ise onu yaparsınız!" dedi.
Başbakan Adnan Menderes 6 Haziran 1950’de Bakanlar Kurulu kararıyla genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarını değiştirdi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdurrahman Nafiz Gürman, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zeki Doğan, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Mehmet Ali Ülgen, Jandarma Genel Komutanı Korgeneral Nuri Berköz, Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral İzzet Aksalur, Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Asım Tınaztepe, İkinci Ordu Komutanı Orgeneral Muzaffer Tuğsavul, Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Mahmut Berköz gibi üst düzey komutanlarla birlikte toplam 15 general ve 150 albay emekliye sevk edildi. Kararname 8 Haziran 1950’de 7527 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Org. Nuri Yamut genelkurmay başkanı oldu.
Orgeneral Gürman’ın ve üst rütbeli subayların ordudan tasfiye edilmesinin ardında bir de ihbar bulunuyordu. 5 Haziran’da bir albay, Adnan Menderes’e gelmiş ve bazı kumandanların darbeye hazırladığını haber vermişti. Albay, "Bazı generaller 8 Haziran’ı 9’a bağlayan gece darbe yapacaklar." diye tarih de söylemişti. Menderes, Millî Savunma Bakanı ve bazı bakanlarla durumu değerlendirdi. Aynı gün Çankaya’ya çıktı ve Celal Bayar’la görüştü. Darbe planlayanların tasfiyesi için düğmeye basıldı. Yamut Paşa yine devredeydi. Millî Savunma Bakanı Yaveri, Orgeneral Abdurrahman Nafiz Gürman’ın yanına gelerek; "Kumandanım, bakanımın verdiği emre göre, Askerî Şûra üyeliğine tayin edildiniz. Arz ederim." dedi. Orgeneral Gürman şaşırmıştı, böyle bir durumu beklemiyordu. "Anlamadım, bu nasıl şey!" diye tepki gösterdi. O anda kapı açıldı, içeri Orgeneral Nuri Yamut girdi: "Orgeneralim, Genelkurmay Başkanlığına tayin edilmiş bulunuyorum, görevi sizden devralmaya geldim." dedi. Orgeneral Gürman için çantasını toplamaktan başka yol kalmamıştı.
13 Haziran 1950’de Menderes, ordudaki tasfiyelerin sebebini anlatırken CHP’yi suçladı: "Size esefle haber vermek isterim ki, iktidara gelişimiz henüz bir ayı bulmadığı hâlde, bazı zaruri değişiklikleri mesele ittihaz ederek Cumhuriyet Halk Partisi, orduyu aleyhimize tahrik etmek yoluna sapmıştır. Bizim bütün çalışmalarımız memleketimizde demokrasiyi perçinlemeye matuftur. CHP, eğer başarılı bir çalışmaya girmek istiyorsa, başlarındaki iktidar hastalarını atmalıdır. Bu iktidar hastaları, havayı karıştırmak istemektedirler. Memlekette siyasi iktidarı muhtal (bozuk) göstererek, bir polemiğe, bir hücum ve taarruza geçmişlerdir."
İsmet İnönü ise, bu iddiayı reddetti. İsmet Paşa’nın, bazı generallerin 14 Mayıs gecesi "seçimleri iptal edelim" teklifini geri çevirdiği daha sonra ortaya çıktı. CHP basın bürosu sözcüsü Orhan Birgit, "Seçimleri iptal edelim" diyen 1. Ordu Komutanı Orgeneral Kurtcebe Noyan’a, CHP liderinin "Millî irade nasıl tecelli etmişse herkesin buna saygı göstermesi gerektiği" cevabı verdiğini söyledi. Yakın tarih uzmanı Prof. Dr. Tanel Demirel’e göre de; İnönü bu teşebbüslerin başarı şansının düşük olduğunu bilecek kadar tecrübeliydi. İnönü, ordu içindeki değişim isteğinin farkında olduğu gibi bu aşamada seçimlerin iptalinin Batı dünyası ve ABD’nin tepkisini çekebileceğini tahmin edebiliyordu.
Demokrat Genelkurmay Başkanı
Adnan Menderes’in tam bir isabetle Genelkurmay Başkanlığına atadığı M. Nuri Yamut, görev yaptığı süre içinde önemli icraatlara imza attı. Çanakkale’ye kendi maaşından bir anıt yaptırdı. İskoçların gaydasını görerek Genelkurmay Başkanlığı Mehter Takımını tekrar kurdu. Kore Savaşı’na asker gönderme kararını uyguladı. Cumhuriyet döneminde ilk kez 1950 yılında yurtdışına asker gönderildi. Türkiye 1952’de NATO ittifakına kabul edildi.
Ankara, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan Doğu-Batı eksenindeki çekişmede arada kalmış, kendi tarafını belirleme fırsatını arıyordu. Daha sonra ‘Soğuk Savaş’ olarak adlandırılacak bu çekişme Türkiye’nin jeo-stratejik önemini de artırmıştı. Ankara, savaş sırasında tarafsız kalmıştı ancak sonrasında Sovyetler’in Doğu Anadolu’da toprak, Boğazlar’da üs ve ortak savunma talepleriyle karşı karşıya kalmıştı. Tam bu esnada patlak veren Kore Savaşı, Türkiye’nin Sovyet tehdidini bertaraf edip Batı Bloku ve Amerika’ya yaklaşması için bir fırsat oluşturdu. Birleşmiş Milletler, ABD’nin isteğiyle, üye ülkelerden asker istemiş, 52 üye devletten sadece 12’si bu isteğe cevap vermiş, onlar da kara askeri gönderemeyeceklerini bildirmişlerdi. DP hükümeti, NATO’ya üyeliğini de hızlandırmak için Kore Savaşı’na birlik göndermeyi kabul etti.
Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, Millî Savunma Bakanı Refik İnce ve Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut’un komitesinde 4 bin 500 Türk askeri Kore’ye gönderildi. 1950’den 1953’e kadar Kore’de savaşan Türk Tugayı’ndan 741 asker şehit düştü, 2 bin 147 asker yaralandı. 25 Eylül 1950’den 27 Temmuz 1953’e kadar Kore’de savaşan Türk askerlerine kanunla ‘gazi’ unvanı verildi. Kore ve ABD devlet başkanları Türk birliğinin başarısını devlet nişanlarıyla ödüllendirdi.
Nuri Yamut’un komuta ettiği Türk askeri sadece alan savunması yapmadı Kore’de. Acımasız savaşın anne-babasız bıraktığı Koreli çocuklara da yardım elini uzattı. Savaş alanlarındaki kimsesiz çocukları Seul-Suwan’daki tugay karargâhında kurdukları bir çadırda toplayan Türk subayları, kimsesiz çocukların hem güvenliğini hem de bakımını üstlendi. Ancak kimsesiz Korelilerin sayısı 100’ü aşınca, karargâhın içindeki yıkık bir bina yeniden inşa edildi, okul ve yetimhaneye çevrildi. Kayıtlara ‘Ankara Okulu ve Yetimhanesi’ olarak geçen bu okulda çocukların günlük iaşelerinin yanı sıra eğitim de verildi. Her gün iki saat verilen Türkçe dersinden dolayı çocuklar Türkçe de öğrendi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mehmet Nuri Yamut, askerî raporlarda geçen ve savaş bölgesinde eğitimine devam eden tek okul olan Ankara Okulu’nu bizzat yerinde ziyaret etti. 1953’teki ateşkesin ardından bir müddet daha eğitime devam eden Ankara Okulu, Türk askerlerinin çekilmesiyle kapandı. Bugün Suwan bölgesinde yaşayanların birçoğu, sadece temel kalıntıları kalan Ankara Okulu’ndan minnetle söz ediyor.
Baban eşek de olsa…
Yamut Paşa, üniformayı üstünden çıkarıp emekli olduktan sonra siyasete atıldı. DP’den milletvekili seçildi. 27 Mayıs darbesinden sonra tutuklanarak cezaevine kondu. Yassıada’da işkencelere dayanamadı, kalp krizinden hayatını kaybetti. 27 Mayıs darbesinden sonra Yamut Paşa’nın evinden alınırken tokatlanıp tekmelenmesi tarihe kara bir leke olarak geçti. Yassıada’da Yamut çok mahzundu. Hakaretler, işkenceler ona çok acı veriyordu. Nuri Yamut’un yüzünde sigara söndürdüklerine yanında bulunan Erzurum Mebusu Rıza Topçuoğlu şahit olmuştu: "Bir teğmen yüzünde sigara söndürdü. O da dönüp ‘Oğlum, baban eşek de olsaydı bunu yapmazdı.’ dedi."
Cuntanın Yamut Paşa’ya öfkesi öldükten sonra da sürdü. Devlet mezarlığına naaşı alınmadı. 12 Eylül 1980’de yönetime el koyan Millî Güvenlik Konseyi, 10 Kasım 1981’de Devlet Mezarlığı yapılmasına karar verdi. Kurtuluş Savaşı’na katılan subaylar ve cumhurbaşkanları buraya defnedilecekti. Devlet Mezarlığı, 30 Ağustos 1988’de açıldı. Hangi komutanların defnedileceğine Genelkurmay karar verdi. DP dönemine kadar Genelkurmay Başkanlığı yapmış tüm komutanların mezarları buraya nakledildi. DP döneminin genelkurmay başkanları ise Devlet Mezarlığı’na alınmadı. Oysa Nuri Yamut 4 Ocak 1920, Nurettin Baransel 1 Mart 1921, Hakkı Tunaboylu 31 Temmuz 1921, Rüştü Erdelhun ise 2 Nisan 1921’de Anadolu’ya gizlice gelerek Millî Ordu’ya katılmışlardı. DP’nin emekli ettiği Orgeneral Nafiz Gürman, 8 Şubat 1921’de Millî Ordu’ya katılmıştı. Gürman, Devlet Mezarlığı’na defnedildi. Salih Omurtak da, Nuri Yamut’la aynı dönemde Millî Ordu’ya katılmıştı. Rütbeleri aynıydı. Genelkurmay’ın internet sitesinde emekli Org. Nuri Yamut’la ilgili kısa bir biyografi var: "1954’te emekli oldu. 1961’de vefat etti ve Zincirlikuyu’ da toprağa verildi."