2 Mart 2015 Pazartesi

Ağırlaştırılmış 28 Şubat

28 şubat tarihe postmodern darbe olarak geçmişti. 18 yıl aradan sonra devlet, bu defa hükümet eliyle yine ‘rutin dışı’na çıkıyor. Muhalifleri yok etme, fişleme, hakaret etme ve ekonomik olarak batırma gibi araçlar tekrar kullanımda.
Devletin “ürpertici” yüzüyle karşı karşıya geldiğimiz dönemlerden biriydi 28 Şubat. 9 saat süren tarihî Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısının ardından ‘irticayı önleme’ iddiasıyla başlayan ordu-bürokrasi merkezli süreç çok geçmeden cadı avına dönüşmüş, makul şüpheliler linç edilmişti. Siyasetin yanında ekonomik ve sosyal alana taşınan, hukukun askıya alındığı, her türlü muhalifi imha etmeye matuf süreç ülkeyi onlarca yıl geri götürmüş, ardında devasa bir ekonomik/mali enkaz bırakmıştı.
Devletin hukuk dışına çıktığı, toplumda fay hatları açan süreç tarihe ‘postmodern darbe’ olarak geçti. 18 yıl aradan sonra bugünlerde devlet, hükümet eliyle bir kez daha ‘rutin dışına’ çıkıyor. 28 Şubat’ta yürütülen ‘yok etme’ girişiminin daha ağır hâli eğitim faaliyetleriyle öne çıkan Hizmet Hareketi’ne karşı uygulanıyor. Daha doğru ifadeyle zaman içinde Hizmet Hareketi’nin sadece bir gerekçe ve muhayyel düşman olduğu ortaya çıktı. ‘Ya benimlesin ya da düşmanımsın’ konsepti gittikçe belirginleşiyor. O yüzden ‘İç Güvenlik Paketi’ne siyasal ve sosyal muhalefetin tamamı karşı çıkıyor. İstisnasız bütün barolar ve siyasi partiler paketin Türkiye’yi despotik bir tek parti devletine götüreceği konusunda hemfikir. İktidar mensupları, MHP ile HDP’nin belki de ilk kez aynı şeye karşı çıkmasından komplo teorileri üretedursun; toplumun bir kesiminin gidişatı doğru okuduğu anlaşılıyor. 28 Şubat ve diğer bütün darbeler, olağan şüpheliyi, bir günah keçisini imha etmeye çalışırken aslında diğer bütün kesimlere gözdağı veriyordu. Darbecilerin ‘Ya benim yanımda durursunuz ya da sonunuz bunun gibi olur’ diyebileceği bir örneğe ihtiyacı oluyor. 18 yıl önce bunun adı ‘irtica’ idi, bugün ‘paralel yapı’. O gün irticanın en büyük ve tehlikeli parçası olarak hedefe konan Fethullah Gülen ve Hizmet Hareketi bugün de aynı konumda. 28 Şubat’ın psikolojik harp bülteni gazetelerin manşetleriyle şimdinin ‘devlet kararı’ yansıtıcılarının yazdıkları, fotokopiyle çoğaltılmış gibi. Muktedirlerin dili bile aynı. Postmodern darbenin öncülerinden Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya “İrtica PKK’dan tehlikeli” diyordu. Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan da “Paralel yapı PKK’dan tehlikeli” diyor.
Bir kez daha yurtiçi ve yurtdışından masum vatandaşlar uydurma, mesnetsiz ithamlar ve raporlarla fişleniyor, çalışma hayatından, siyaset alanından tasfiye ediliyor, antidemokratik soruşturmalara,   gözaltılara tabi tutuluyor. İktidar, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını, oluşturduğu ‘paralel’ algısı üzerinden etkisiz kılmaya çalışıyor. Yeni baştan kurguladığı yargıda bunu başardı ancak kamuoyu algısında tam manasıyla aklanmadı. Zihinlerin tehlikeli şeyleri düşünmemesi adına ‘paralelle savaş’ durumunun devamı gerekiyor. AK Parti, kontrolündeki medya üzerinden kara propaganda kampanyası yürütüyor. Camia’yı ‘örgüt’, ‘çete’, ‘in’, ‘virüs’, ‘haşhaşi’ gibi ağır iftiralarla itibarsızlaştırmaya çabalıyor. Karalama kampanyalarıyla toplumu kutuplaştırıyor.
28 ŞUBAT’IN HAYALİNİ HAYATA GEÇİRİYOR
28 Şubat sürecinde cunta, Suriye Baas rejimini inceleyip Türkiye’ye adaptasyonunu tasarlamıştı. Ancak şartlar olgunlaştırılamadığı için proje akim kalmıştı. O günlerde rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu, “Türkiye, İran olmaz. Suriye olmasına da biz müsaade etmeyiz” çıkışıyla bu projeyi deşifre etmişti. Ancak bugün Türk tipi başkanlık projesi adı altında, kolluk gücü ve MİT’e geniş yetkiler tanıyan yasalarla ülke bir çeşit Baas yönetimine doğru götürülüyor. Slogan ‘Yeni Türkiye’ olsa da model İran ve Suriye rejimi.
BÇG’DEN KÇG’YE
Kısa adıyla BÇG, yani Batı Çalışma Grubu, Güven Erkaya’nın komutanı olduğu Deniz Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösterdi. Fikir babası ise dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Çevik Bir’di. İrticai faaliyet içerisinde olduğunu iddia ettiği kişilere karşı kurulan BÇG’nin 28 Şubat sürecinde 6 milyona yakın insanı fişlediği iddia edildi. Yasadışı olarak kurulan bu kurum birkaç yıl sonra lağvedildi. 28 Şubat’ta öncelikli tehdit ‘irtica’ kılıfı altında dinî olan her şeydi. Bugün baktığımızda ise ‘Paralel Devlet Yapılanmaları (PDY)’ adıyla -öncelikli kastedilen Camia olsa da- bütün dinî gruplar, cemaatler risk altında. Takip, istihbarat toplama, eleman sokma, derlenecek bilgilerin merkeze gönderilmesi gibi BÇG çalışma sistematiği bugün de başka bir hâliyle devrede. Kozmik Çalışma Grubu’nun (KÇG) varlığı resmen kabullenilmedi, yapısı ve üyeleri henüz muğlak! Fakat icraatlarıyla kendini belli ediyor. On binlerce memurun sürülmesi, kamuya yeni alınan ve terfi ettirilen herkesin tek ortak özelliğinin iktidar referanslı olması, fişleme merkezinin varlığını kaçınılmaz kılıyor.
FİŞLEME-TASFİYE
28 Şubat’ta BÇG eliyle, mütedeyyin isimlerin yer aldığı listeler oluşturulmuştu. Amaç TSK, MEB, Maliye, Dışişleri ve Emniyet gibi devlet kurumlarında çalışan insanları tasfiye etmekti. Hiçbir şikâyet, somut delil olmadığı hâlde binlerce insan hakkında soruşturmalar açıldı. İrticacı polis, savcı, hâkim yaftası kullanıldı. Darbeye karşı direnecekler iddiasıyla Özel Harekât birimi pasifize edildi ve elindeki ağır silahlar alındı. Bugün de benzer uygulamalar, hatta daha fazlası yapılıyor. Bizzat AKP’li Burhan Kuzu’nun itirafıyla Başbakanlık’ta bilgi havuzu oluşturulduğu, ‘cemaatçi’ diye bilinen kişilere yönelik fişleme listesi hazırlandığı ortaya çıktı. Binlerce emniyet mensubu sürgün edildi. TRT, Maliye ve birçok kamu kurumunda da tasfiyeler yapıldı ve hâlen devam ediyor. Tasfiye edilenlerin pek çoğu ‘cemaat’ dışından ve bu anlaşıldıkça basit bir gerekçeden ibaret olduğu inancı pekişiyor. İç güvenlik paketindeki canhıraş direniş, aslında her kesimin hedefe konulduğu kanaatinin göstergesi. Zaten 2004 MGK kararları gerekçe gösterilerek toplumun önde gelen cemaat ve mütedeyyin kitlelerinin 2008, 2011 ve 2013 yıllarında fişlenerek hedef hâline getirildiği belgeleriyle ortaya çıktı. Kurban Bayramı’nda dana hissesine girenler bile fişleme kapsamına girdi.
KAN EMİCİ VAMPİRLERDEN HAŞHAŞİLERE
28 Şubat darbesi o dönemin üslubuna da yansımıştı. Mesela, dönemin Yargıtay başsavcısı Vural Savaş’ın hazırladığı iddianamede mütedeyyin insanlar için ‘Habis ur, kan emici vampirler’ benzetmesi sıkça dillendirilen hakaretlerden bazılarıydı. İrtica, gerici, imam, örümcek kafa, sıkma baş gibi yaftalamalar da yine o döneme ait. İtibarsızlaştırma taktikleri bugün de Camia merkeze konulmak suretiyle yapılıyor. Camiaya yönelik ‘çete, virüs, in, haşhaşi’ benzetmeleri dile getiriliyor.
28 ŞUBAT DA EĞİTİMİ VURMUŞTU
28 Şubat postmodern darbesinin en büyük mağduru eğitim camiası oldu. İrticanın arka bahçesi olarak gördükleri imam hatip liselerini paravan yaparak bütün eğitim sistemi altüst edildi. ‘İHL’lerin önünü kesiyoruz’ iddiasıyla mesleki eğitime belini doğrultamayacağı şekilde darbe vuruldu. Yine Anadolu çocuklarının sınıf atlamasının yegane yolu Anadolu liseleri işlevsiz hâle getirildi. MEB’e bağlı okullarda binlerce eğitimcinin görevine son verildi. Daha önce denkliği kabul edilen yurtdışı üniversiteleri kapsam dışını çıkarılarak geçmişe doğru mağduriyet oluşturuldu. Dershane ve yurtlar basıldı. Bugünün hedefinde yine eğitim var. Planlanmamış, toplumsal müzakereye açılmamış dönüşüm programlarıyla eğitim tam bir kaosa itiliyor. Okula başlama yaşından müfredata, oradan okul kayıt sistemine kadar her kalem bir kaos vesilesi. İyi eğitim şöyle dursun, gidebileceği bir okula yazılmak büyük başarı sayılmaya başlandı. Eğitim ve sınav sistemi revize edilmeden dershaneler kapatılıyor. Özel ders alamayan ve pahalı okullarda okuyamayan çocuklar nasıl üniversite kazanacak sorusu hâlâ cevapsız.
İç güvenlik paketiyle polis okulları hedef tahtasına alındı. Paketin yasalaşması hâlinde polis kolejleri kapatılacak. 28 Şubat’ta emniyetin elinden ağır silahlar alınmıştı, bugün emniyet teşkilatı yeniden dizayn bahanesiyle kapısına kilit vurulup parti polis teşkilatı kurulmaya çalışılıyor.
DEVLET ELİYLE BANKA BATIRMA
28 Şubat’ta muhafazakâr işadamlarını ekonomik anlamda çökertmek için her türlü boykot uygulandı. Bazı şirketler ‘yeşil sermaye’ adıyla kumpasa alındı, zarar etmeleri için müfettiş gönderildi, sermaye baskısı oluşturuldu. Kombassan, Yimpaş, Petlas gibi şirketler mağduriyetin simgesi hâline geldi. Kredi verilmeyip batırılmak istenen şirketler oldu. Bugünse Hizmet Hareketi’ne yakın işadamları, mütedeyyin çevreler hedefe konuldu. Bunun en somut örneği Bank Asya oldu. Önce İçişleri Bakanı Efkan Ala, bankayı döviz ticaretinden 2 milyar dolar kazanmakla itham etti. “Elimde belge var.” dedi. Ancak bugüne kadar hiçbir belge ortaya konulamadı. Merkez Bankası’nın haftalık döviz alım işlemleri açıklanınca gerçekler ortaya çıktı. Bu taktik tutmayınca büyük şirket sahiplerine bankadan mevduatlarını çekmeleri için baskı yapıldı. Son olarak Bank Asya yönetimine TMSF el koydu ve yönetim değişti. AK Parti ile organik bağı kabul etmeyen büyük küçük bütün firmalar kuşatma altında. Başta Maliye olmak üzere bütün bakanlıkların neredeyse tek gündemi ‘düşman’ şirketleri yok etmek. Zaman zaman hükümeti eleştiren TÜSİAD da tehditlerden nasibini aldı. Sütaş’ın sahibi Muharrem Yılmaz, yandaş medyanın hedefi hâline gelince iflas etmemek için TÜSİAD başkanlığından istifa etti. 28 Şubat’ın sermayeye karşı topyekûn savaşı bire bir bugün de uygulanıyor.  
‘POSTALLI’ MEDYADAN ‘HAVUZCU’ BASINA
28 Şubat sürecinde asker medya gücünü kendine iltisaklı yazar ve yöneticiler üzerinden yürütüyordu. Karargâhta brifing alan yandaş gazeteciler askerlerden aldıkları bilgiler üzerinden provokatif haberlere imza atıyordu. Bu düzene karşı çıkan demokratik kalemlere akreditasyon, baskı uygulanıyordu. Sızdırılan ‘andıç’lar üzerinden Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar gibi gazeteciler hedefe konuldu. O dönemde askerle iş tutan medya organları ihya edildi. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet skandalından sonra gün yüzüne çıkan yeni medya düzeni 28 Şubat’ı aratmıyor. Adrese teslim ihale ve rant taksimiyle oluşturulduğu iddia edilen yandaş medya her şartta iktidarı kollamanın yanında, başta Hizmet Hareketi olmak üzere muhalif kesimleri yalan haberlerle hedefe koyuyor. MİT ve Başbakanlık’tan servis edildiği iddia edilen haberler üzerinden kamuoyunun manipüle edilmeye çalışıldığı görülüyor. Hükümet, kara propaganda ve iftira içerikli haber ve köşe yazılarına imza atan kalemşorları kollarken; demokrat, muhalif gazetecilere ambargo uyguluyor. “Yandaş medya” kamu ilanlarıyla ihya edilirken muhalif medya devasa RTÜK cezalarıyla yıldırılmaya çalışılıyor. Başbakan ve bakanların programlarını izlemeleri engelleniyor. Hatta işten atılmaları için medya patronlarına baskı uygulanıyor. Nazlı Ilıcak, Murat Aksoy, Nur Batur, Hasan Cemal, Can Dündar, Mehmet Altan, Eser Karakaş, Mustafa Akyol, iktidar baskısı ile işinden olan gazetecilerin başında geliyor.
ALGI OPERASYONLARI
Basın-yayın organlarına kilit vurulmaya çalışılıyor. Bu çabanın en somut örneği 14 Aralık’ta yaşandı. Bir dizi senaryosu üzerinden Samanyolu TV ile Zaman Gazetesi’ne baskın düzenlendi, yöneticileri Hidayet Karaca ile Ekrem Dumanlı gözaltına alındı. Ortada somut suç ve delil olmamasına rağmen terör örgütü üyeliğinden suçlanan gazeteciler Karaca ve Dumanlı yaklaşık 4 gün boyunca alıkondu. Çıkarıldıkları mahkemede iddia edilen suç ve örgüt üyelikleri dillendirilemese de dava düşürülmedi. Masum olmasına rağmen Hidayet Karaca hapse kondu, Ekrem Dumanlı da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. 14 Aralık medya baskını başta AB olmak üzere tüm dünyada yankılandı. Geçmişteki kupür iddianameleri üzerinden yürütülen yargı süreçlerini anımsattı.
DAVADAN KIRMIZI BÜLTENE
Fethullah Gülen Hocaefendi 28 Şubat sürecinde “irtica, örgüt ve devleti ele geçirme” suçlamasıyla hakkında dava açılanlardandı. Dava öncesinde Gülen’in yasa dışı dinleme ve istihbarat faaliyetleriyle elde edilen konuşmaları, görüntüleri özüne aykırı şekilde montajlanıp ekranlara taşındı. Algı operasyonu üzerinden harekete geçen Savcı Nuh Mete Yüksel’in Gülen hakkında 1999’da açtığı dava 8 yıl sonra beraatla sonuçlandı. Bugün mevcut iktidar Fethullah Gülen hakkında benzer bir kupür davası açmaya çalışıyor. Yargıtay’ın beraat kararını göz ardı ediyor. Hakkında arama kararı, kırmızı bülten çıkarılmaya çalışılıyor. Pasaportu iptal ediliyor. AK Parti, 28 Şubatçıların hukuk duvarına çarpıp dönen projesini hayata geçirmeye uğraşıyor.  
28 Şubat’ta yargı mensupları Genel-kurmay’a çağrılıp brifing veriliyordu. Bugün özel mahkemelere atanan hâkim ve savcılar Ak Saray’da ağırlanıyor. Generalleri ayakta alkışlayan yargı mensuplarının yerini, Cumhurbaşkanı’na ‘uzun adam seni seviyoruz’ diyen ve önünde eğilenler alıyor. Sulh Ceza Hâkimlikleri eliyle müfettiş raporlarına dayanılarak gözaltı kararları veriliyor. Çevik Bir’in emirlerinin yerini Adalet Bakanlığı’nın talimatları alıyor.
TETİKÇİ YENİ STK’LAR İŞBAŞINDA
28 Şubat aktörlerinin bile el uzatmadığı Risale-i Nurlar bu süreçte tahrif edildi. Basımı devlet tekeli altına alınan Risaleler’de bazı bölümler sansürlenerek yayımlandı. Hükümetin Risaleler üzerindeki operasyonu mevcut sürecin sadece Hizmet Hareketi ile sınırlı olmadığını, vakti geldiğinde diğer cemaatlere de uzanacağının işaret fişeği âdeta.
Postmodern darbe günlerinde kendisine 5’li çete diyen sendikaların yerini bugün adı duyulmayan tabela STK’ları aldı. Resmî kalemlerden çıkan ortak metinlerin altına imza atan STK’lara havuz kanalları açılıyor.
Velhasıl, bugünkü baskı ve zulümler, 28 Şubat’a rahmet okutuyor. Üstelik öykünme sadece 28 Şubat’a da değil. 1960’ta öğrenciler hayalî kıyma makinalarında toz hâline getiriliyordu, bugün ise hayalî suikastlar gazete manşetlerini süslüyor.