25 Kasım 2015 Çarşamba

TÜRK MEDYASI NEREYE GİDİYOR?

Tanıdık bir hikâye: Nazi Medyası

  • Aksiyon, İdris Gürsoy
Tanıdık bir hikâye: Nazi Medyası

Dünyanın en kanlı diktatörlerinden Hitler, seçimlerle iktidara geldikten sonra medyayı nasıl kontrol altına aldı? Hitler rejimini destekleyen gazeteler ayakta kalabilirken diğerlerinin akıbeti ne oldu?
Hemen her gün bir gazeteci hakkında gözaltı veya tutuklama kararı çıkarılıyor. Bir medya patronu, ‘örgütlü kaçakçılık’ suçlaması ile terör savcısına ifade veriyor. Yayın yönetmenlerine, ‘hükümete darbe, terör ve casusluk’ soruşturmaları açılıyor. Gazete binaları basılıyor, muhalif yazarlar tehditler alıyor, saldırıya uğruyor.  Koza İpek Grubu medya organlarına ‘kayyım’ marifeti ile çöküldü, her biri iktidar yanlısı ‘havuz medyası’nın içine atıldı. Samanyolu’nun içinde olduğu 13 kanal uydudan çıkarıldı! Yüzlerce gazeteci işsiz! Artık pek çok gazete neredeyse aynı manşetle çıkıyor.
Nereye gidiyoruz? 1 Kasım seçimlerinden sonra ana muhalefet partisi genel başkanı, basın üzerindeki baskıları kınamış ve ‘Goebbels yöntemi izleniyor’ tespitinde bulunmuştu.  Peki, nedir bu Goebbels yöntemi?  Türkiye, gerçekten ‘Nazi Almanyası’na mı benzetiliyor?
23 Mart 1933’te Adolf Hitler geniş yetkilerle iktidara geldiğinde, Almanya’da özgür bir basın vardı. Ülke genelinde 5 bine yakın günlük ve haftalık gazete yayımlanıyordu. Ulusal Sosyalist (NAZİ) yanlısı basının oranı ise sadece yüzde 4’tü.  Hitler’in ilk uygulamalarından biri basın üzerinde otorite kurmak oldu.  Propaganda ve Halkla İlişkiler Bakanlığı’na getirilen Joseph Goebbels, iktidara destek veren bir basın oluşturmak için sert tedbirler uyguladı. Birçok gazete kapatıldı. Komünist ve Sosyal Demokrat partilerin matbaalarına el kondu ve bunlar Nazi Partisi’ne devredildi.
Manşetler bir merkezden!
Goebbels, basını kısa sürede, tek parti iktidarının propaganda aracı hâline getirdi. Yeni çıkarılan basın kanunu ile gazetecilik “kamu mesleği” sayıldı. Gazeteciler birer “devlet görevlisi”ne dönüştürüldü. Gazetelerin yazı işleri müdürleri her sabah, Bakanlık Gözetim ve Talimat Merkezi’nde Goebbels başkanlığında toplandı. Bu toplantıda hangi haberin yayımlanacağı, haberin nasıl yazılacağı, nasıl başlıklar atılacağı ve başyazının ne üzerinde olacağı bildirilirdi. Daha sonra bizdeki Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’ne benzer bir müdürlük kurularak gazeteciler kontrol edilmek istendi. Alman Basın Odası, basın organlarına ve gazetecilere para cezası kesmeye, gazetecileri basın birliğinden atmaya kadar pek çok yetkiye sahipti.  Atılma cezası almak, gazeteciliği bırakmak anlamına geliyordu.
Alman Basın Odası Başkan-lığı’na Hitler’in Birinci Dünya Savaşı’ndaki başçavuşu Max Amann getirilmişti. Gazete ve dergilerin kapatılması, başçavuş Amann’ın iki dudağı arasındaydı. Nitekim kısa süre sonra basında büyük tasfiyeler yapıldı. Basın, hem sermaye hem de yönetici, yazı işleri ve yazarlar olarak hızla el değiştirdi. Pek çok yayın organı çok düşük fiyatla satın alındı. Hitler’in havuz medyasına giren gazetelerin başına, bilgisi ve birikimi olmayan, partili “tetikçi” gazeteciler getirildi. Nazi Partisi’nin Eher Yayınevi Alman tarihindeki en büyük yayınevi oldu.
1930’lu yılların başında Almanya’da üç büyük yayın kuruluşu vardı: Mosse, Sherl ve Ullstein. Hitler önceliği  Ullstein grubu ve en etkili gazetesi Vossische Zeitung’a verdi. 1704 yılında yayın hayatına başlayan gazete liberal bir yayın çizgisindeydi. Yayın Yönetmeni Georg Bernhard’dı. Hitler, gazetenin genel yayın yönetmenini tasfiye etmesi hâlinde bütün basın üzerine korku salacağını biliyordu. Bazı gazeteciler, haberler bahane gösterilerek, gizli askerî bilgileri ifşa etme yoluyla vatan hainliği suçlamasıyla hüküm giyip toplama kampına atılmışlardı.
Bernhard da meslektaşlarının durumuna düşmekten korkuyordu. Siyasi talimatla benzer davaların kendisine de açılacağını görünce yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Ardından Vossische Zeitung’da büyük bir kıyım yapıldı, yüzlerce gazeteci ve yazarın işine son verildi. Bazı gazeteciler toplama kamplarına gönderilerek öldürüldü.  Vossische Zeitung, baskılara dayanamayarak 1 Nisan 1934’te, 230 yıldır devam eden yayınına son vermek zorunda kaldığını açıkladı.
Hitler, Ullstein ailesini basın dışına attıktan sonra sıra bir diğer basın imparatoruna gelmişti: Mosse ailesi. Bu ailenin dünyaca tanınmış liberal gazetesi Berliner Tageblatt, Nazilerin hedefine girdi. Yine aynı yöntemler kullanıldı. Önce Genel Yayın Yönetmeni Theodor Wolff tasfiye edildi. Yurtdışına kaçmak zorunda kalmasa Wolff, Alman Parlamentosu yangını davasının sanığı olacaktı. 1939’da Berliner Tageblatt da kapandı. Medya patronu Hans Lackman-Mosse, Hitler’in iktidara gelmesi için büyük destek vermişti.
Hitler, kendi nefret söylemini yayın politikası hâline getiren gazeteleri ise korudu. Der Stürmer, en şiddetli Yahudi karşıtı gazetelerden biriydi. Nazi aktivisti Julius Streicher’in yönettiği gazete, yayın hayatını 1923’ten 1945’e kadar 20 yıldan fazla sürdürdü. Yahudi “insan kurban etme” ayinleri, cinsel suçları ve mali yolsuzlukları ile ilgili korkunç yalan haberler yayımladı. Der Stürmer’in acımasız iddia ve iftiraları sonucu sıklıkla hakarete uğrayan Yahudi örgütleri,  Streicher ve gazete aleyhine yüzlerce dava açtı. Ancak bunlar sonuçsuz kaldı. Gazetenin arkasında Hitler’in desteği vardı. Streicher’in yolsuzluktan mahkûm olması ve parti görevlerinden alınmasından sonra bile Hitler, Streicher’i korumaya devam etti.
Kristal Gece’ye karartma
9-10 Kasım 1938’de Yahudileri hedef alan büyük şiddet olayları yaşandı. Kristallnacht (Kristal Gece) adı verilen olaylarda 7 bin 500 Yahudi işyeri yıkıldı, onlarca sinagog yakıldı ve 91 Yahudi öldürüldü. Polis, 30.000 Yahudi erkeği tutukladı ve toplama kamplarına gönderdi. Dünya gazeteleri olayları ve Kristallnacht’ın sonuçlarını bildirmesine rağmen, Propaganda Bakanlığı büyük algı operasyonları ile olayları kararttı;  şiddeti Almanların “anlık öfkesine” bağladı. Ölüm ve yıkımların gerçek boyutları Alman kamuoyundan gizlendi.
Almanya 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ettikten sonra Nazi rejimi halkın dışarıdan bilgi almasını önlemek için sansür tedbirlerine başvurdu.  Alman hükümeti vatandaşlarının yabancı yayınları dinlemesini yasakladı ve bunu ceza gerektiren bir suç ilan etti. Alman mahkemeleri düşman radyo istasyonlarından toplanmış haberleri yayanlara hapis, hatta ölüm cezası verebilecek yetkiye sahipti. Gestapo ve Nazi Partisi’nin muhbirlerinin dikkatli takibine rağmen, milyonlarca Alman bilgi almak için İngiliz Yayın Kuruluşu’nu (BBC) ve diğer yasak radyo istasyonlarını dinliyordu.
Naziler sinema, radyo ve televizyon gibi yeni çıkan teknolojileri propaganda hizmetinde en etkili şekilde kullandılar. 1933’ten sonra Alman radyosu Hitler’in konuşmalarını hoparlörlerle evlere, fabrikalara, hatta şehrin caddelerine yaymaya başladı. Goebbels, radyo satışlarının artmasını sağlamak üzere ucuz “Halk Radyosu” (Volksempfänger) üretimi için büyük maddi destek sağladı. 1935’te bu radyolardan yaklaşık 1,5 milyon adet satıldı. Partinin resmî yayın organı Völkischer Beobachter (Halkın Gözcüsü) ise 1 milyon tirajına ulaştı.
Ancak bütün bu çılgınlık 12 yıl sürdü. 2. Dünya Savaşı’nı kaybeden Almanya büyük yıkım yaşadı. Ülkeyi felakete sürükleyen Adolf Hitler ve yardımcısı Joseph Goebbels, 30 Nisan 1945’te, Berlin’de bir sığınakta intihar ederek hayatlarına son verdiler. Büyük propaganda makinası sustu. Alman basını yeniden özgürlüğüne kavuştu...
►Alman Basın Odası’nın başına Hitler’in başçavuşu Max Amann getirildi (en üstte). İlk iş muhalif basının sesini kesmek oldu (üstten 2. fotoğraf). Böylece Kristal Gece (altta) olduğunda bile gerçekler Alman halkından rahatlıkla saklandı, caniliğin boyutları kamuoyundan
Yalan neden sürekli tekrarlanıyor?
Goebbels, “Gazeteleri, hükümetin kullanabildiği dev bir klavye olarak düşünün.” diyordu.  Goebbels’in propaganda teknikleri uzun yıllar diktatörlük rejimlerinde kullanıldı. Goebbels’in “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.” sözü de iktidar yanlısı gazetelerin yayın politikası oldu. İşte Goebbels’in bazı ilkeleri:
- Söylediğiniz yalan ne kadar büyükse o kadar etkili olur.
- Gerektiğinde yalan söylemekten kaçınmayın ve utanmayın. Nazi İmparatorluğu’nun insanları bu sayede bilinçlenecek, muhaliflerini ve ihanet şebekelerini bu yolla tasfiye edecektir.
- Halka anlattıklarınızın gerçek olması şart değildir. Söylediğiniz yalanlara inananlar mutlaka çok olacaktır. Önemli olan kitleleri inandıracak ve uykuya geçirecek yalanlar söyleyebilmektir.
- Bir yalanı sürekli tekrar edeceksiniz. Bunu yapınca halk o söylemin size ait olduğunu unutur ve kendi fikriymiş gibi inanmaya başlar.

19 Kasım 2015 Perşembe

BASIN ÖNE EĞİLMESİN MARKOPAŞA'NIN HİKAYESİ

Kapatılan Marko Paşa, Malûm Paşa; Malûm Paşa da Öküz Paşa olarak yayın hayatına nasıl devam etti? Tek partinin basını susturma çabalarında gasp da var, baskın da var, troller de var! İnanmayacaksınız ama Barlas da var!
Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma / Ağladığın duyulmasın / Aldırma gönül aldırma!” İnsanı derinden yakalayan bu türkünün mısralarının Sinop Cezaevi’nde yatarken Sebahattin Ali tarafından yazıldığını kaçımız biliyoruz? Ünlü edebiyatçı ve gazeteci, 1932 yılında Konya’da Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiası ile tutuklanır. Hüküm baştan verilmiştir, şahitlerin dinlenmesine bile gerek görülmez. Bir yıla mahkûm edilir. 1933’te afla özgürlüğüne kavuşur. “Dışarda deli dalgalar / Gelir duvarları yalar / Seni bu dertler oyalar / Aldırma gönül aldırma!” şiirini de hücresinde kaleme alır.
O yıllar ‘Tek Parti Dönemi’dir. Millî Şef’in en küçük eleştiriye tahammülü yoktur. Çok partili hayata geçiş sancıları çekilmektedir. Muhalif basın sürekli soruşturmalara uğrar. Sol görüşleri ile bilinen Sebahattin Ali’nin de başı dertten kurtulmaz. 1945’te bir romanından dolayı memuriyetten atılır. İstanbul’a gelerek gazeteciliğe başlar. Tan Gazetesi baskınından sonra işsiz kalır.
1946-47 arasında Marko Paşa gazetesini çıkarır. Tiraj 60 bine ulaşınca hükümet korkar. İsmindeki ‘Paşa’ ile Millî Şef İsmet İnönü’yü alaya aldığı gerekçesiyle kapatılır. Ardından “7/8 Hasan Paşa”yı çıkarırlar, onun da akıbeti farklı olmaz. Sonra Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Öküz Paşa adıyla tekrar tekrar çıkarmaya devam ederler.
Gazeteler defalarca toplatılır ve kapatılmaktan kurtulamaz! Sabahattin Ali’nin gazetelerde çıkan muhalif yazılarından dolayı hakkında davalar açılır ve Ali üç ay hapis yatar. Baskılardan bunalmıştır. Hakkında beş dava daha vardır. Yurtdışına kaçmaya karar verir. İçinde bulunduğu ruh hâlini “Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?” diye anlatacaktır.
1948 yılında Paşakapısı Cezaevi’nden çıktıktan sonra işsiz kalır. Hiçbir yerde çalışmasına izin verilmez. Kayıplara karışır. Aylarca haber alınamaz. Cesedi 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırında bulunur. Kafasına kurşun sıkılarak öldürüldüğü anlaşılır. Katilin istihbaratla ilişkisi olduğu ortaya çıkar, katil afla salıverilir ve cinayet örtülür.
Peki, Marko Paşa hangi baskılarla karşı karşıya kalmış ve kapatılmıştı?
4 Aralık 1945’te tek parti âdeta çıldırmıştır! Muhalif sesler kısılacaktır. Muhalefetin etkili sesi Tan Gazetesi’ne bir grup çapulcu baskın düzenler. Gazetenin matbaası tahrip edilir ve yakılır. Saldırganlara dokunulmazken gazetenin yazarları Zekeriya ve Sabiha Sertel cezaevine atılır. Aynı saldırgan grup Görüş Dergisi’ni de tahrip eder. Yürüyüş, Yurt ve Dünya, Küllük dergileri soruşturmaya uğrar ve kapatılır. Tan Matbaası’nda basılan Sebahattin Ali’nin Yeni Dünya gazetesi yayın hayatına son vermek zorunda kalır.
Sabahattin Ali ve Aziz Nesin, 1946 yılında ortaklaşa haftalık magazin ağırlıklı “Marko Paşa” gazetesini çıkarırlar. Gazete kısa sürede muhalefetin sesi olur. Ancak Marko Paşa’yı ve kadrosunu da büyük baskılar beklemektedir.
Tan Matbaası’nın yıktırılmasından sonra gazeteyi basacak matbaa bulamazlar. Herkesin gözü korkmuştur. Hükümet yanlısı gazetelerden Marko Paşa’ya sürekli saldırılıyordur. Birçok şehirde gazete aleyhine mitingler yaptırılır, miting resimleri gazetelere konur. Aziz Nesin, “Gazeteye her gün iki-üç korkutma mektubu geliyordu. İçlerinde sehpa, tabanca, bıçak resimleri olan bu mektuplarda bizi öldüreceklerinden, asıp biçeceklerinden söz ediyorlardı.” diyor.
Polis, gazete ve yazarların evlerine baskınlar düzenler. Sorgusuz sualsiz emniyete götürülürler. Ardı ardına ‘casusluk, vatan hainliği’ davaları açılır. Milletvekili Cemil Sait Barlas, kürsüden “Marko Paşa’nın kökü dışarıdadır.” der. Gazeteye hırsız girer, yazı işleri içeriden ele geçirilir. Gazete sahiplerine küfürler, hakaretler ettirilir. İktidara yanaştırılan gazetenin tirajı bine düşer! Gazete kapatılır…
Aziz Nesin, “Marko Paşa meselesi” yazısında baskıları özetle şöyle anlatır:
BARLAS’TAN KÜRSÜDE İFTİRA
Marko Paşa aleyhine ilk dava Falih Rıfkı tarafından açıldı. Davayı kaybettik. Marko Paşa karşıtı yayın ve gösteriler durmaksızın sürüyordu. İki kez gazetenin adı Büyük Millet Meclisi’nde geçti. Bunlardan birinde, Cemil Sait Barlas, kürsüden “Marko Paşa’nın kökü dışarıdadır!” dedi. Bu sözler bizi son derecede sinirlendirdi. Dokunulmazlığının arkasına gizlenen ve Meclis kürsüsünden söylediği sözlerden sorumlu olmayan Cemil Sait Barlas’ı mahkemeye de veremiyorduk. O zaman Sabahattin Ali, “Cemil Sait Barlas’ın bütün arkadaşları bakan oldu, o olamadı. Bütün bunları bakan olmak için yapıyor.” demişti. Sonradan gerçekten Barlas da bakan oldu. Barlas’a karşı duyulan acı duyguyla, Topunuzun Köküne Kibrit Suyu başlıklı yazı yazıldı. Gerçekten bu yazıda yalnız Barlas’ı ve onun gibi sakat düşünenleri kastetmiştik. Ama bu yazıdan dolayı açılan davada, yazı, milletvekillerinin ‘heyet-i umumiyesine şamil’ görülerek, Sabahattin Ali üç aya mahkûm edildi.
KÜFÜRLER, İFTİRALAR VE TEHDİTLER
İstanbul, Ankara ve taşra gazete ve dergileri aleyhimize doludizgin hakaretle doluydu. Önce bunlara aldırış etmedik. Fakat işi o kadar azıttılar ki, yaptıkları eleştiri, hiciv değildi. Düpedüz küfür ve iftiraydı. Hele taşra gazete ve dergilerinden bir kısmı, utanmadan yabancı ajanı olduğumuzu, yabancılardan para aldığımızı, yabancı emellerine hizmet ettiğimizi söylüyor, hamalları utandıracak şekilde küfür ediyorlardı. Genellikle bunlara yanıt veremiyorduk, mahkemeye de veremeyecektik. Fakat aleyhimize açılan davalara bir yanıt olarak bunlardan bir bölümünü mahkemeye vermek üzere, Basın Savcılığı’na başvurduk. Açtığımız davaları reddetti. Bu yazılarda hakaret görmedi.
SEN MİSİN VATANI SATACAK OLAN!
İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir, odasına girer girmez, ‘Sen misin Aziz Nesin?’ diye sordu. Açık bulunan ceketimin önünü ilikleyerek Ahmet Demir’e yaklaştım ve “Evet, benim!” dedim. Söz ağzımdan çıkar çıkmaz yüzümde müthiş bir şamar şakladı. Ne olduğumu, neye uğradığımı şaşırdım. Bu tokadın arkasından Ahmet Demir, “Ulan it, sen misin o, vatanı satacak olan!” diye bağırdı. Ne oluyorduk, ne satıyorduk, kime satıyorduk? Ondan sonra sille, tokat, tekme girişti... Kolu mu yoruldu, sakinleşti mi bilmiyorum, yaşamımda duymadığım küfürleri de savurduktan sonra, ‘Götürün!’ diye bağırdı. Tam on yedi gün, bu ve daha ağır koşullar altında kaldım. Altı gün ne ekmek ne su verdiler. Bugün bile niçin tuttukladıklarını bilmiyorum, sanırım onlar da bilmiyor... O tarihten sonra iflah olmadım. Sürekli takip, baskı, şiddet, mahkeme, hapis, sürgün... Bu anlattığım ünlü 16 Aralık tevkifatıdır ki, 200 kişi kadardık. Oradan saç sakal birbirine karışmış çıktım. Herkes bana bakıyordu. Hemen bir arabaya atlayıp yönetimevine geldim. Bütün arkadaşlar oradaydı, kucaklaştım. O anda bütün acılar unutuluverdi. Hemen gazeteyi çıkarmalıydık. Arkadaşlara yapılacak işleri anlattım. Yanıma para aldım. Aynı arabayla eve gittim. Evde ancak bir saat kadar oturdum oturmadım, yönetimevine dönüp yazıları yazmaya başladım.
FOTOKOPİ İLE GAZETE ÇOĞALTTIK
Bir sıra geldi ki artık basacak matbaa da bulamadık. Bir yerde ne yapacağım diye düşünürken, eski bir gazeteci olan bir kişi, “Şapiroğraf makinesi alın, onda basıp dağıtın” dedi. Hemen bir çoğaltma makinesi aldık. Bu yolla ancak 20 bin gazete çıkardık. Başka şekilde başa çıkamayacaklarını anlayanlar, bu kez gazete satan çocukları toplayıp karakollara, müdürlüklere götürmeye başladılar. Ankara’da gazetemizi satan çocukları Emniyet Müdürlüğü’ne götürüp esnaf belgesi sordular, sanki bütün bu çocukların şimdiye kadar esnaf belgesi varmış, şimdiye kadar sorulmuşmuş gibi. Ayakları çıplak, küçük gazeteci çocukların bazı yerlerde parmak izleri bile alındı. Taşra dağıtımcıları karakollara götürülüp bazen bir-iki gün nedensiz yere alıkonuldu. Taşrada bize karşı gösteriler düzenlettiler. Adana ilinde işçilere, gazetemizi alıp yırtmaları için Halk Partisi’nce para dağıtıldı.
KENDİ GAZETEM, KENDİ ALEYHİMDE
Son zamanlarda çıkmakta olan Malûm Paşa gazetesini dışarıdan getirtebiliyordum. Bir sabah gazete geldi, bir de baktım ki Malûm Paşa, yani benim gazetem baştan aşağı bana ve Sabahattin Ali’ye küfürlerle dolu! Gözlerime inanamadım, bir daha okudum. İşin şaka, gülmece yanı yok, düpedüz ‘Namussuzlar, vatan hainleri’ diye küfür ediyordu. Üstelik bu küfürlerden başka yazılar da yine benim yazılarımdı. Ne olduğumu anlayamadım. Ondan sonra çıkan sayıda her şey anlaşılıyordu. Biz Marko Paşacılar vatan haini, yabancı ajanıymışız. Hâlâ bu gazete benim yazılarımla çıkıyordu. O günlerde, eli kolu bağlı, hapishanede neler çektiğimi anlatamam. Benim yazılarım bir süre sonra elbet bitecekti. O zaman nasıl olsa gazetenin satışı düşecekti. Gerçekten böyle de oldu, yetmiş bin satan Marko Paşa’nın satışı Orhan Erkip’in elinde bine kadar düşmüş ve gazete kapanmak zorunda kalmıştı.
GAZETEYİ ÇALIYORLAR
Malûm Paşa’nın dördüncü sayısı piyasaya çıkmış. Beşinci sayısını hazırlamışlar. Akşam yönetimevinden arkadaşlar ayrılmışlar. Ertesi sabah yönetimevi olarak kullanılan apartmana geldikleri zaman kapıyı açık bulmuşlar. İçeri girince, masaların gözleri kırıkmış. Evraka bakmışlar, hiçbiri yok. Dağıtımcı defterleri, abone ve hesap defterleri, benim tomarla yazım ve birtakım eşya çalınmış! (AKSİYON DERGİSİ, İDRİS GÜRSOY, 16 KASIM 2015)

16 Kasım 2015 Pazartesi

SANSÜRE KARŞI YAKIN TARİH DOSYALARI

Merhaba,


2010’da açtığımız bu site Kasım, 2015 tarihi itibari ile ‘Yakın Tarih Dosyaları’ adı ile yoluna devam edecek.



Neden Yakın Tarih Dosyaları?

 

Türkiye çok sıkıntılı bir süreçten geçiyor.  Tek parti döneminde olduğu gibi baskılar var. Anayasa ve hukuk askıya alınmış.  Koza İpek grubuna kayyım atayıp resmen çöktüler. Grubun gazete ve televizyonlarına el koydular. Samanyolu yayın grubunu Türksat’tan çıkardılar.  


Tarih tekerrürden ibarettir. Tek parti döneminde de, gazeteler ve dergiler kapatılıyordu. Aziz Nesin ve Sebahattin Ali’nin çıkardığı Marko Paşa kapatılınca, Malum Paşa, o da kapatılınca Öküz Paşa olarak yoluna devam etti. Pek çok kimse bu olayları bilmiyor, kişileri de yetirince tanımıyor.


Filmlerde kullanılan bir teknik vardır. Olayın bir yerinde bir anda geriye gidilir. Buna geriye dönüş (Flashback) deniyor.  Pek çok yazar ve düşünür bu yöntemi kullanmıştır eserlerinde. Ben de aynı yöntemle bugünkü önemli gelişmeleri ele alırken geriye dönüş yapacağım. Ama sadece bununla da yetinmeyeceğim. Tarihteki olayın sonucunu da vereceğim. Bugün kötü gibi gördüğümüz hadiselerin nereye gideceği ile ilgili okurların fikir sahibi olmasına çalışacağım. 


Mesela Aziz Nesin hapislere atıldı, Sebahattin Ali 41 yaşında Bulgaristan sınırında öldürüldü. Ancak iki yazar da eserleri ile yaşıyor. Ne isimleri silinebildi ne de fikirleri yasaklarla susturabildi.  Onlara zulüm edenler ise unutuldu gitti. İsimlerini kimse bilmiyor, bilenler de lanetle anıyor. Bugünkü sansürcülerin akıbeti de farklı olmayacak.


Çağımızın ileşitim teknolojisi; yasak ve sansürle fikir, düşünce ve ifade hürriyetinin önüne geçilemeyeceğini gösteriyor. Bir kapı kapansa bin kapı açılır. Bu site kapatmalara ve sansürlere karşı, açılan o binlerce başka kapıdan biri olur umudunu taşıyorum. 

 

Bu çerçevede ‘Yakın Tarih Dosyaları’ başlığı adı altında daha fazla insana ulaşabilmeyi umuyorum.  

Yeniliklerimiz olacak. Ayrım yapmadan toplumun her kesiminin acılarına ayna tutmaya çalışacağım. 

Önerilerinize, eleştirilerinize açığım…

Sevgilerle…


İDRİS GÜRSOY
16 Kasım 2015, Ankara
 

İletişim için:

https://twitter.com/idrisgursoy

https://twitter.com/YDosyalar

yakintarihdosyalari@yahoo.com.tr

idrisgur@gmail.com

 

 

 

 

 






12 Kasım 2015 Perşembe

Bir Ecevit geçmişti

  • İdris Gürsoy
Bir Ecevit geçmişti
Türk siyasetinde bir Bülent Ecevit vardı. Nezaket ve tevazu sahibi, farklı görüşlere saygılı, şair ruhlu, entelektüel... Güç karşısında boyun eğmeyen, siyaseti zenginleşme aracı olarak görmeyen...
Aktif siyasette en uzun süre kalmış liderlerden biriydi. 1957’de girdiği siyaseti ara dönemler ve siyasi yasaklar hariç ölümüne kadar sürdürdü. Türkiye’nin dönüm noktaları ve değişim süreçlerinde hep adı vardı. Onu diğer liderlerden ayıran yönü, aynı zamanda bir düşünür, entelektüel ve şair olmasıydı. Değişime açık ve karizmatik bir liderdi. Kendi deyimiyle, ‘doğruluk tutarlılığı’ hayat felsefesiydi.
Eski başbakanlardan Bülent Ecevit’i 5 Kasım 2006’da kaybettik. Nezaket sahibi, farklı görüşlere saygılı ve mütevazı bir devlet adamıydı. Güç karşısında boyun eğmedi. Siyaseti zenginleşme aracı olarak görmedi.
1957-1972 arasında genç bir siyaset adamı olarak, İsmet İnönü’nün yanı başında yer aldı. Demokrat Parti’ye ve daha sonra Adalet Partisi’ne karşı verilen siyasi mücadelede ve kavgalarda hep ön saflardaydı. Gençlik hareketlerinin içinde bulundu. CHP’ye girdikten sonra genel sekreterlik gibi önemli bir görev üstlendi. İnönü’den sonra ikinci adamdı. 36 yaşında Çalışma Bakanı oldu. ‘Ortanın solu’ fikri ile devletçi CHP’yi Batılı anlamda bir sol parti yapma düşüncesindeydi. ‘Bu düzen değişmeli’ kitabı elden ele dolaşıyordu.
Liderliğe yükselişi, 12 Mart 1971 askerî muhtırasına karşı aldığı tutumla oldu. 12 Mart hükümetine bakan verilmesi konusunda İsmet İnönü ile ters düştü. Askerî yönetime karşıydı. Nihat Erim ara rejim hükümetine bakan veren İnönü’ye  Ecevit hemen tepki gösterdi, CHP genel sekreterlik görevinden istifa etti. 1972’de CHP genel başkanlığına aday oldu ve 34 yıllık İsmet İnönü dönemini bitirdi. Yenilikçi fikirlerle halkın desteğini almayı başardı. Çok partili hayata geçildikten sonra CHP, ilk defa Bülent Ecevit’in genel başkanlığında seçim zaferlerine imza attı. 1974 ve 1977 genel seçimlerinde CHP’yi birinci parti yaptı. Ancak tek başına iktidar olacak sandalye sayısına ulaşamadı. MSP ile koalisyon kurarak bir tabuyu yıktı. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nı yapan koalisyon hükümetinin başbakanıydı. Artık ismi dağa taşa ‘Karaoğlan’ diye yazılıyordu; ‘Kıbrıs fatihi, halkçı Ecevit’ti o. 1977 yerel seçimlerinde il genel meclisi oylarının yüzde 41,7’sini aldı. Belediye başkanlıkları seçiminde de oy oranı yüzde 48’di.
1974-80 yılları arasında Süleyman Demirel ile birlikte ülke yönetiminde söz sahibiydi. Artan şiddet ve terör olaylarının arkasındaki gerçeği biliyordu. Suikast girişimleri korkutamadı. ‘Kontrgerilladan hesap sormak bizim için bir borçtur’ diyerek ilk kez kontrgerilladan bahseden lider oldu. Ancak bu amacına ulaşamadı. 12 Eylül 1980’deki askerî müdahale ile siyasi yasaklı hâle gelen Ecevit, köşesine çekilmedi; Arayış dergisi ile demokrasiyi açıktan savunmaya devam etti.
CHP’den istifa edip siyasi mücadelesini yazılarla sürdüren Ecevit’i ne ardı ardına açılan davalar ne de hapis hayatı yolundan döndürebildi. Hiç susmadı. Siyasi yasakları ihlal ettiği gerekçesi ile hakkında 100’ün üzerinde dava açıldı. Devletin hariçteki nüfuzunu kıracak şekilde asılsız neşriyatta bulunmaktan TCK’nın 140. maddesi çerçevesinde yargılanıyordu! 3 Aralık 1981’de cezaevine girmeden önce BBC’ye verdiği röportajda; ”Dışarıda bir mahpus gibi yaşamaktansa, özgür bir insan olarak bir süre hapiste kalmayı tercih ederim.” diyordu.

Hapishanede ekonomik sıkıntılar içindeydi. Çevresi boşalmıştı. Kimse ziyaret etmeye cesaret edemiyordu. Rahşan Hanım, evinde para edecek ne var ne yok satmıştı. Ecevit’in mektuplarına cevap verecek maddi imkânlardan yoksun olduğunu bilen CHP İstanbul Gençlik Kolları’na mensup bir grup genç, Ecevit’e gönderdikleri mektupların içine 5’er lira koymaya başlamıştı. Hapishane yönetimi Ecevit’e gönderilen her mektubu açıyordu. Bu yüzden yönetim tarafından uyarılmıştı. Ecevit bir yolunu bulup genç sevenlerine mektuplarının içine para koymamaları tavsiyesinde bulundu. Onlar da artık mektupların içine para koymak yerine posta pulları koymaya başladı.
1987’de siyasi yasakların kalkmasının ardından yeni bir parti, yeni kadrolar ve yeni fikirlerle yoluna devam etti. 1980 öncesi CHP’de yapamadıklarını âdeta DSP ile denemiş, özellikle ‘dine saygılı laiklik’ söylemi ile dindar, muhafazakâr kitlelerin de ilgisini çekmeyi başarmıştı. Okuyan, yazan, felsefe ve tarihe meraklı bir siyaset adamıydı. Ezberleri bozuyordu. Ona göre; Osmanlı’nın son sultanı Vahdettin’e ‘vatan haini’ denmesi doğru değildi. ‘İstese Padişah, yurtdışına hazineyi çıkarırdı ama o kendisine yetecek küçük bir miktar alarak ülkeyi terk etmişti.’ Bu düşünceleri devrim niteliğindeydi.
Demokrasiye balans ayarı diye tarihe geçen 28 Şubat sürecinden sonra, 1999’da yapılan seçimlerden DSP birinci parti çıktı; MHP ve ANAP ile kurulan koalisyon hükümetinin başbakanı Ecevit oldu. Askerin siyaset üzerindeki gölgesi sürüyordu. Başörtülü vekil Merve Kavakçı’nın Genel Kurulu’ndan atılmasındaki tavrı ile siyasi hayatının en büyük eleştirilerine muhatap oldu. Fethullah Gülen ve Hizmet Hareketi 28 Şubat sürecinde de bugünkü gibi saldırılara maruz kalmıştı. Sosyal demokrat Başbakan Ecevit bunlara hiç itibar etmedi. MGK’de sunulan brifing sonrasında, “Siz öyle düşünüyorsunuz. Ben eskisi gibi düşünmeye devam ediyorum.” diyerek 28 Şubatçılara karşı dik durdu. Türk cumhuriyetlerinde açılan okullara hep sahip çıktı ve onlardan ‘Okullarımız’ diye bahsetti. Ecevit’e göre Gülen, ‘Çağdaş ve kuşku uyandırıcı tavırlardan uzak birisi’ydi. Hizmet Hareketi’ne saldırılar sürerken, 29 Şubat 2000’de Arnavutluk gezisi sırasında şöyle konuştu: “Bazı çevrelerce eleştirilmeyi göze alarak çalışmalarınızı tebrik ederim. Yurtdışındaki bu tür okulların gelişmesinden kıvanç duyuyorum. Bunu her vesileyle dile getirmeyi borç biliyorum. Osmanlı Devleti’nin çok geniş alanlara yayıldığı zamanlarda bile, Türk dili ve kültürü bu kadar geniş bir alana yayılmamıştı.”
Siyaseti zenginleşme aracı olarak görmeyen Ecevit’in adı hiçbir zaman yolsuzluklarla anılmadı. Başbakanlık ve bakanlık dönemlerinde mal varlığında artış olmadı. Dürüst bir devlet adamıydı. Eşi Rahşan Ecevit de lüks ve israfı sevmiyordu. Rahşan Hanım, kayınvalidesinin hediye ettiği yüzükleri bile takmadı. Ecevit çiftinin hep mütevazı bir hayatı oldu. Evine gelen misafirlerine Rahşan Hanım, kendi elleri ile çay yapıp ikram etti. Ecevit devlet kadrolarında liyakate önem veriyordu. Farklı görüşlerden insanlarla çalıştı. Oran Sitesi’ndeki mütevazı evinde siyaseti noktaladı. Ecevit’in vefat yıldönümündeki sessizlik biraz da bu yüzden değil mi?
Kurtulursak toplumla bir kurtuluruz
24 Eylül 1982’de Bülent Ecevit, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden eşi Rahşan Ecevit’e yazdığı mektupta siyasetten ne beklediklerini, ne yapmak istediklerini ve neden engellendiklerini şöyle anlatıyordu:
“Sırf kendimizi kurtarmamız olanaklı olsa yapalım! ‘Yaşımız, sıhhatimiz ve bunca çektiklerimiz daha başkasına elvermez’ diyelim. Ama diyemiyoruz. İstesek de, içimize sindirebilsek de diyemiyoruz. Üstelik yine karakterlerimiz gereği, hem içimize sindiremiyoruz bunu, hem de yalnızca kendimizi kurtarmak elimizde değil. Toplumla birlikte sürükleniyoruz tünele. Kurtulursak toplumla birlikte kurtulabileceğiz ancak. Bunu da biliyoruz. (…) Bu görevi bir Jeanne d’Arc gibi yapıp ateşte yakılmak var, bir de ipin ucunu kaçırmamak, kendi benliğini kimyasal bileşimde erittirmemek koşuluyla Sezuan’ın ‘İyi insan’ı yapmak var. Biz usandıkça, bezdikçe, tiksindikçe, Jeanne d’Arc’lığa doğru kayıyoruz. Ateşten uzak duralım derken, kendimizi yakmaya başladık. Kendini yaktıranın da takdirkârları ancak seyrine bakarlar. Bir yararı da yok sanırım. Ne kendimize ne başkalarına. (…)”

ANKARA'NIN GÜNDEMİNDEKİ BEŞ BAŞLIK


 İDRİS GÜRSOY, AKSİYON, 11 KASIM 2015

Ahmet Davutoğlu ve ekibini bekleyen ciddi problemler var. Türkiye’de daha fazla siyasi gerilim üretmek yerine toplumsal sorunları çözmek için enerji harcamak zorundalar.
AK Parti; demokrasi, hukuk, insan hakları, basın ve ifade özgürlüğü gibi temel konulardaki politikaları sebebi ile uzun süredir eleştirilerin odağında. Genel Başkan Ahmet Davutoğlu, bu kaygıları gidermek için, seçimden hemen sonra yaptığı balkon konuşmasında “Demokrasiden, adaletten, şefkatten, hukuktan bir adım geriye gidilmeyecektir.” dedi.
Ancak saatler sonra vaatler ile icraatlar arasında farklar olduğu açıkça ortaya çıktı. Kapağından dolayı Nokta dergisi toplatıldı, yazı işleri müdürü ve genel yayın yönetmeni tutuklandı. Hâkim kararı olmadan İzmir’de bazı emniyet mensupları gözaltına alındı. Koza İpek Holding’e yasa dışı bir şekilde kayyum atanarak el koyulması, ağırlıklı olarak dış ticaret yapan işadamlarından müteşekkil TUSKON’a polis baskını iç ve dış sermaye gruplarında kaygıları artırdı.
Ahmet Davutoğlu ve kuracağı hükümeti bekleyen ciddi yapısal problemler var. Önümüzdeki günlerde daha çok tartışılacak bu konulara bir göz atmakta fayda var:
Sivil Anayasa: Davutoğlu, toplumsal ve siyasi uzlaşma ile yeni, sivil bir anayasayı gündemine alacak. Ancak tek başına anayasayı değiştirecek 367 sandalye sayısına ulaşamadığı için muhalefetin desteğini arayacak. Muhalefet partileri parlamenter rejimin güçlendirilmesini istiyor. Bütün yetkileri bir kişinin elinde toplayan “Türk tipi başkanlık” dayatması yeniden masaya getirilirse fırsat yine kaçabilir.
Bağımsız Yargı: Yargı hükümetin güdümünde. Olağanüstü yetkiler verilen Sulh ceza hâkimlikleri iktidarın elinde bir sopaya dönüştü. Açılan davalar, gözaltı ve tutuklama kararları siyasi iktidarın talepleriyle uyumlu. Hâkim ve savcıların dokunulmazlığını sağlaması gereken HSYK, iktidara bağlandı.
Özgür Basın: Basın üzerindeki baskı inanılmaz boyutlara ulaştı. Gazeteciler tehdit altında. Hükümeti eleştirenler, haklarında soruşturmalar açılarak tutuklanıyor. Muhalif ve özgür basın üzerindeki baskılar bu şekilde sürerse, farklı ses kalmayacak. Otoriter rejimlerde görülen bir medya düzeni hâkim olacak. Avrupa standartlarında bir demokrasi için basın özgürlüğü teminat altına alınmalı.
Güvenlik ve terör: Çözüm süreci adı altında yürütülen görüşmeler, buzdolabına kaldırıldı. TSK’nın örgüte karşı operasyonları sürüyor. Çatışmasızlık sürecini değerlendiren örgüt, dağdan indi, şehir merkezlerini silah deposu hâline getirdi. Güneydoğu’da özerk bölgeler ilan ederek kantonlar oluşturma çabasına girişti. Halkla PKK’nın ayırt edilerek mücadelenin kararlılıkla yürütülmesi; kapalı kapılar ardında pazarlıklarla değil, Meclis’te bütün partilerin iştiraki ile çözüm süreci için adımlar atılması gerekiyor. Ayrıca IŞİD’e karşı kararlı bir mücadele başlatılması şart. Ankara’nın göbeğinde patlayan canlı bombalar, güvenlik zaaflarını gündeme getirmişti.
Dış politika: Türkiye, bugün dostları tarafından bile dışlanan, sözü dinlenmeyen, ne yapacağı öngörülemeyen, çevresiyle kavgalı bir ülkeye dönüştü. Bozulan siyasi ilişkiler nedeniyle; ticaret, turizm, taşımacılık gibi birçok alanda ülkemiz zarara uğruyor. 2 milyon Suriyeli mülteci sorunu çözüm bekliyor. Gerçekçi olmayan hedefler, Türkiye’yi yalnızlaştırdı. Ankara’nın uluslararası hukuk ve teamüllere saygılı dış politika anlayışına dönmesi gerekiyor.