15 Şubat 2015 Pazar

ABDULBAKİ ERDOĞMUŞ'LA RÖPORTAJ

Erdoğan Atatürk gibi olmak istiyor

  • İdris Gürsoy
Erdoğan Atatürk gibi olmak istiyor
Kuvvetler ayrılığı olmadan başkanlık sistemine geçilmesini doğru bulmayan Sivil Siyaset Platformu Sözcüsü Erdoğmuş: “Sayın Erdoğan, bazılarına göre İslam devleti kurma suçlamasıyla karşı karşıya. Ben tersini düşünüyorum. Referansının İttihat ve Terakki olduğu kanaatindeyim.”
Abdulbaki Erdoğmuş, ne AKP’li ne de Hizmet Hareketi içinden. Geldiği ortam ve bulunduğu konum itibarı ile iki hareketi de çok iyi biliyor. Üçüncü bir göz o. Medrese eğitimi almış, Yüksek İslam Enstitü mezunu, eski müftü. Siyasete Refah Partisi’nden Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak girmiş. 1999’da ANAP’tan Diyarbakır Milletvekili seçilmiş. Kürt sorununun çözümü için yaptığı çalışmalar ve hazırladığı raporlarla dikkat çekiyor. ‘Demokrasi ve Toplumsal Barış’,  ‘Kayıtlar’ ve ‘Mahzun Mezopotamya’ adında üç kitabı ve çeşitli makaleleri bulunuyor. Ülke sorunlarının ele alındığı ve toplumun çeşitli kesimlerinden isimlerin bir araya geldiği Sivil Siyaset Platformu’nun sözcülüğünü yapıyor. Erdoğmuş, gündeme ilişkin sorularımızı cevapladı.
-AKP, üçüncü dönemden itibaren özgürlükçü kimliğinden hızla neden uzaklaştı, nerelerde yanlış yaptı?
İktidarın kimyasını üç temel meselenin bozduğunu düşünüyorum. Birincisi, Suriye. Suriye, AK Parti’ye kurulmuş bir tuzaktı. Erdoğan, uluslararası bir kumpas arıyorsa mesela, Suriye’de arayabilir. Çünkü AK Parti’nin en önemli, vicdani, ahlaki, insani, siyasi yanlışlarından biri Suriye politikasıdır. İkincisi, Gezi olayları. Gezi olayları, esas itibarıyla birikmiş bir toplumsal öfkeydi. AK Parti, bunu iktidarına yönelik bir kumpas ve darbe girişimi gibi gördü. Tayyip Bey’e ve AK Parti’ye kurulan tuzağı orada görüyorum. Birileri bir tuzak kurdu, ‘Hayır’ dedi, ‘Bu bir toplum öfkesi değil, uluslararası güçlerin ve içerideki uzantılarının bizzat Sayın Erdoğan’a yönelik bir tezgâhıdır, bir darbe girişimidir.’ Hâlbuki orada okunması gereken, bir toplumsal öfkeydi. Onu okumak yerine, bu tuzağı servis edenler Sayın Erdoğan’ı kuşatabildiler ve inandırabildiler. Üçüncüsü, Kürt meselesinde de AK Parti’ye bir kumpas kurulduğunu düşünüyorum.
-Nasıl bir kumpas?
Örgüt, İmralı, Kandil, KCK, Demokratik Toplum Kongresi ve HDP, hepsi Kürt meselesi içinde değerlendirilebilir. Hepsi Kürt meselesinden kaynaklı bir sonuç olabilir. Böyle görebiliriz. Ama Kürt meselesinin çözümünde Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin, Kürtlerin hürriyetlerinin bunlarla bütünleştirilerek tek muhatapta toplatılmasının AK Parti hükümetine bir tuzak olduğunu düşünüyorum. Ben bunu sadece örgüt üzerinden de okumuyorum. Şimdi bu tabii örgütün istediği bir şeydir. İmralı’nın da Abdullah Öcalan’ın da istediği bir şeydir. Ama doğru olan bir şey değildir. Doğru olan, örgütle örgüt müzakeresini yapmaktır. Öcalan’ın durumu da müzakere edilebilir, Kandil’deki insanların durumu da müzakere edilebilir, silahsızlanma müzakere edilebilir, silahlı güçlerin silahsızlandırılarak demokratik siyasete nasıl kazandırılacağı müzakere edilebilir, örgüt bir siyasi partiye dönüştürülebilir. Bütün bunlar mümkündür. Müzakere bütün bunları kuşatabilir. Ama müzakere Kürtlerin temel hak ve özgürlüğünü merkezine alamaz. O odakta yapılamaz. Çünkü bir; temel hak ve özgürlükler pazarlık konusu yapılamaz, temelden yanlış. İkincisi; Kürt meselesi bir örgütle pazarlık konusu yapılacak bir mesele değildir. Bunu da ben bir tuzak olarak görüyorum ve bu tuzağa düştüklerini düşünüyorum.
-Ya 17-25 Aralık operasyonları?
Asıl tuzak da onların isteyerek yaptıkları yolsuzluklar. Burada tuzak nasıl kuruldu? Yolsuzluğa meyyal bir ekip gördüler, onlara imkân sundular, görmezden geldiler, onların bu bataklığa sürüklenmesini seyrettiler ve ittiler. Şimdi en büyük tuzaklardan biri olarak da ben bunu görüyorum. Bütün bunların farkına varılınca tek yöntem kaldı. Otoriter siyaset, kavga siyaseti ve yeni düşmanlar icat etme.
-Cemaat düşman ilan edilerek kurban mı seçildi?
Tuzak olarak gördüğüm noktalar, dikkat ederseniz, cemaatle de ters düştükleri noktalardır. Benim bildiğim kadarıyla Gezi’de de, Suriye meselesinde de, Kürt meselesinde de, yolsuzluk meselesinde de cemaatle ters düşüldü. Hatta Mavi Marmara olayıyla başlayan bir süreç bu. Elbette İsrail suçludur, teröristtir, o masum insanları katletmiştir. O ayrı bir şey ama o geminin, o eylemin bizatihi bir tezgâh olduğunu düşünüyorum. Yine AK Parti’ye, hükümete karşı bir tezgâh. Orada da cemaatle bir ters düşme var. Yani demek istediğim şu; kurulan kumpas ve tezgâhlar aynı zamanda cemaat ve iktidarı da karşı karşıya getiren kumpaslardır. Eğer bir kumpas aranıyorsa samimi olarak, bu kumpası kimin kurduğunu, niçin kurduğunu öğrenmek gerekir. Cemaatiyle, partisiyle, iktidarıyla buna odaklanmak lazım. En son kumpas da cemaat ve AK Parti’nin düşman kamplara ayrılmasıdır. Ve ben bu kumpası sadece cemaat ve AK Parti için değil, Türkiye için de tehlike olarak görüyorum. Aynı zamanda bir misyona karşı da bu tezgâhın kurulduğunu düşünüyorum.
-Nasıl?
Dikkat ederseniz, AK Parti kendine kurulan tuzakları, kumpasları bu sefer cemaate mâl etmeye çalışıyor. Yani dinlemeleri üstlenenler devletler olmasına rağmen… Almanya çok açık bir şekilde Türkiye’yi dinlediğini, Amerika çok açık bir şekilde demese bile dinlediğini açıkladı. Hepimizin bildiği böyle bir uluslararası dinleme operasyonunu bile bir cemaate yükleyecek kadar kin ve öfke duymak… Bu, proje ve tuzaktan başka bir şey değil. Ya bilinçli olarak kendilerinin tezgâhladığı bir şey -ki ben böyle olduğunu düşünmüyorum- ya da birileri tarafından bu projeler kendi önlerine servis edilmekte. Kurtuluşlarını bu projede görüyorlar. Şimdi bakın öyle bir noktaya gelindi ki isteseler de geriye dönemezler. Geriye dönmeleri için önce bu düşman gördüklerine ‘Ya biz yanlış yaptık’ demeleri lazım. Bunu nerede yaptılar? Ergenekon Davası’nda yaptılar. Yani dün düşman gördükleri İşçi Partisi’nin genel başkanı ve o kesimi, bugün gizli müttefikleri olarak ortaya çıkarıyorlar. Şimdi bakıyoruz Ergenekon’dan tutuklananlar çıkıp bu tezgâhı paralel yapıya yüklemeye çalışıyorlar. Sayın cumhurbaşkanı da böyle söylüyor. Ve bu ittifakın kendi lehlerine olduğunu düşünüyorlar.
-Değil mi?
Bugün için sadece böyle görünüyor. Bu ittifak sadece, Ergenekon iddiasıyla suçlanan, tutuklanan kişilerin işine yarayacak. Onların işi bittikten sonra bunun zararını bugünkü iktidar görecek.
-Nasıl görecek?
Bu ülkede hukuk yeniden inşa edilecekse, görür. Siyaset yeniden demokratik olarak inşa edilecekse, görür. Ama eğer yeni bir Türkiye iddiasıyla otoriter bir rejime geçilirse, bir şey diyemem.
-Erdoğan, otoriter siyasete mecbur mu kaldı?
Evet, mecbur kaldılar, mecbur bırakıldılar. AK Parti’deki aklıselim siyasetçiler bunu gördü ama önüne geçemeyeceklerini de bildikleri için sessiz kalıyorlar. Çünkü onları da aşan bir durum. Ben ne kadar AK Parti için kaygı duyuyorsam, o aklıselim insanlar da partileri için benden fazla kaygı duyuyorlar. Doğrusu AK Parti’nin de heder olmasını istemiyorum. Ben partili olmasam bile büyük bir kitleden oy almış bir partinin böyle heder olmasını istemem. Hizmetleri olmuştur bu ülkeye, katkıları olmuştur. Bu ülkenin insanlarıyla bütünleşmiştir. Bu ülkenin bütün illerinde teşkilatlanmıştır. Bugün itibarıyla her ilde oy alan tek partidir. Böyle bir parti niçin bu hâle gelsin?
-Erdoğan açısından başkanlık sistemi ülke için ideal bir sistem.
Şimdi iki açıdan bakmak lazım. Birincisi; demokrasi adına başkanlık sistemi tartışılabilir ve tartışılmıştır da. İkincisi; bu otoriter yapının devamı için bir başkanlık sistemi arzu ediliyorsa sorun burada. Tek parti iktidarı ve tek partili sistem, kuvvetler ayrılığının olmadığı, tam tersine millî irade tezgâhı üzerinden kuvvetler birliğinin sağlandığı bir yönetim tarzı. Bu demokrasi değildir, bu hukuk devleti değildir. Özlemini duyduğumuz, uğruna mücadele etmek istediğimiz bir adalet anlayışı da değildir. Bu ülke, kuvvetler ayrılığının korunduğu ve demokratik siyasetin alabildiğine yapıldığı, hak ve hürriyetlerin özgürce kullanıldığı bir ülke ise başkanlık sistemi elbette tartışılabilir, kabul edilebilir ama ben Türkiye Cumhuriyeti devletinin, parlamenter sistemin gereğini yapmadan başkanlık sistemine geçmesini doğru bulanlardan değilim. Önce bu parlamenter sistemin gereği yapılmalı, kuvvetler ayrılığını önce bizim bu sistemde görmemiz lazım. Eğer kuvvetler tek elde toplanacaksa -ki 1920 Büyük Millet Meclisi’nde de böyledir- Sayın Erdoğan, bazılarına göre şeriat devleti, İslam devleti kurma suçlamasıyla karşı karşıyadır. Ben tam tersini düşünüyorum.
-Nasıl?
Ben size söyleyeyim. Sayın Erdoğan’ın referansı Mustafa Kemal’dir. Sayın Erdoğan’ın referansı İttihat ve Terakki’dir. Sayın Erdoğan’ın referansı bizatihi 1920 Büyük Millet Meclisi’dir. Çünkü Mustafa Kemal, millî irade üzerinden Meclis’e verdiği yetkileri kendisi kullanmıştır ve kuvvetler ayrılığına karşı çıkmıştır. Bugün de sürekli sandığa, millî iradeye vurgu yapılıyor, sürekli ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’, ‘Söz milletin, karar milletin’ deniyor. Bu tamamen bir araçtır. Ve kuvvetler ayrılığını millet iradesine alıp bir insanın kullanabileceği bir sistemin altyapısıdır. Ben böyle okuyorum.
-Ama bazı taraftarları onu halife olarak görüyor.
Referansı ne fıkıh ne de şeriattır; referansı Mustafa Kemal’dir. Dinî açıdan hilafet tartışmaları ayrıdır. Ona halîfe-i rûy-i zemîn diyenlerin olduğunu biliyoruz. Ona bu vasıfları verenleri biliyoruz. Bu ayrı bir mesele, bunu belki din içinde konuşabiliriz, tartışabiliriz ama ben şu siyasi metodun temel kaynağının, referansının Mustafa Kemal Atatürk olduğunu düşünüyorum. Ve Sayın Erdoğan’la Atatürk’ün kuvvetler birliği hedeflerinin örtüştüğünü düşünüyorum.
-AKP, Gezi olayları ve yolsuzluk operasyonlarına doğrudan darbe girişimi dedi. Buna siz ‘Kolaycılık ve kabul edilemez’ diyorsunuz. Neden?
Bir ülkenin ekonomik ve siyasi gidişatına uluslararası bazı müdahaleler olabileceğini düşünüyorum, bu mümkündür. Ve onun iç uzantılarının da buna destek vermesi mümkün ama bir iktidarın toplumsal tepkileri kendisine karşı uluslararası bir komplonun ürünü olarak sayması kabul edilebilir bir şey değil. Bunu Gezi olayları sırasında gördük. Esas itibarıyla Gezi, çevre duyarlılığı ile başlamış olaylardır. Bunun dış destekleri olabilir, hükümete yönelik bazı komplolar da içerebilir, hükümetten hoşlanmayan bazı çevrelerin destekleri de olabilir ama bunlar Gezi eylemlerinin masumiyetini ve meşru gerekçelerini ortadan kaldırmaz. Ancak orada ne yapıldı?  Hükümet bir algı operasyonu ile bu girişimi, kendisine yönelik uluslararası ve iç uzantıları olan bir darbe girişimi olarak ortaya koyup bunun arkasına sığınmaya çalıştı.
-Niçin bunu yaptı?
Birincisi; oradaki olumsuzluğu ve rant hırsını örtmeye yönelik. İkincisi de siyasi olarak yıpranmasını önlemeye yönelik… Dikkat ederseniz, orada yapılmak istenen bir usulsüzlük ve yolsuzluk da örtülmek istendi, oradaki proje ile ilgili, işte kışla, alışveriş merkezleri, oteller vesaire... Bir işin o yönü var. İkincisi de bunu öyle bir yönetmeyi başardılar ki darbe girişimi olarak, toplumun hükümete sahip çıkmasını, iktidara sahip çıkmasını sağladılar. İkisinin dayanağı da esas itibarıyla doğru bir dayanak değil. Sadece algı üzerinden yönettiler ve oradaki başarıyı görünce ‘Bunu biz 17-25 Aralık ve diğer yolsuzluk iddiaları için de kullanalım’ dediler. İktidara yönelik her olumsuz eleştiriyi bir darbe girişimi olarak değerlendirip bununla toplum tarafından korunmayı sağladılar. Burada da başarılı oldular. Ama hem zaman gösterecek hem de sağlıklı bir değerlendirmede görülecek ki bunlar doğru şeyler değildir.
-Algı operasyonları ters tepebilir mi?
Tepebilir. Geldiğimiz noktada Türkiye’yi kaygılandıran önemli sebeplerden biri de budur. Hükümet kendi meşru dayanaklarını bırakıp kendisinin ürettiği hayalî dayanaklarla iktidarını sürdürmeye çalışmaktadır. Demokratikleşme, hukuk devleti, Avrupa Birliği müktesebatını sahiplenme ve bir an önce o müktesebatın hayata geçirilmesi, temel hak ve hürriyetler, Kürt meselesinin çözümü, basın özgürlüğü, bireysel özgürlükler, kolektif özgürlükler…  Şimdi dikkat ederseniz, Gezi ile birlikte başlayan süreçte hükümet, bunları gerçekleştirmeme nedeni olarak kendisine yönelik darbe girişimini gösteriyor. Bu kabul edilebilir bir şey değil.
-Gezi’de AKP politikalarında nasıl bir kırılma yaşandı?
AK Parti’nin kuruluşu, programı, tüzüğü, politikaları Türkiye’de kendisine oy vermeyen kesimlerde bile ciddi bir umut oluşturmuştu. Ülkede yeniden bir demokrasi rüzgârı esiyordu. Çıkarılan yasalarla, paketlerle, referandumla toplumun büyük bir kesimi, umutla, heyecanla,  AK Parti’nin arkasında durdu, oy vermeyenler bile. Ama Gezi olaylarıyla birlikte iktidar, politikasını hiç gitmemek üzere kurguladığı için darbe girişimi iddiasına sarıldı ve o iddiayı her geçen gün daha da güçlendirerek devam ettirmektedir. Bu, Türkiye’nin de, AK Parti’nin de yararına değil. Geldiğimiz noktada artık partilere oy veren kitleler yok. Partileri düşman veya kendinden gören bir kitle oluştu. Ya bendensin ya ötekisin. Ya bendensin ya hainsin. Böyle bir siyasi anlayış olmaz. Siyaset; bugün kavga ettiğin insanla, yarın ülke meseleleri için bir arada olabileceğin, birlikte ülkeyi yönetebileceğin bir şeydir. Şimdi biz bu siyasi partilere baktığımız zaman, ben şahsen bu partileri birbirleriyle rekabet eden partiler olarak görmüyorum. Tam tersine birbirleriyle savaşan ve bu mücadelede her türlü iftira ve yalanı meşru sayan bir siyasi yöntem gelişti. Türkiye doğal mecrasından uzaklaşıyor.
-Böyle bir dönem var mı siyasi tarihte?
Ben bilmiyorum. Okuduğumuz kadarıyla CHP ile Demokrat Parti arasında yaşananlarla bir benzeşme var. Sonuçları itibarıyla inşallah benzeşmez. Bir ülkenin insanları, siyasi partiler üzerinden vatana ihanetle nasıl suçlanabilir? Vatanperverlik ve vatana ihanet herhangi bir partiye oy vermekle mi ölçülür? Bu siyaset anlayışı yanlıştır, tehlikelidir. Bu tehlike sadece bizi değil, bizzat sahiplerini de vurabilir.
-Peki, 17-25 Aralık’ta hükümete bir darbe söz konusu mu?
Darbe iddiası söz konusuysa, bu, Ergenekon iddiasıyla ortaya çıkan bir yapıda aranmalıydı. O yapı bugün itibarıyla bir darbe girişimi kabul edilmiyorsa, nasıl olur da Gezi ve yolsuzluk iddiasıyla yapılan operasyonlar darbe girişimi olarak kabul edilir? Bunun mantığı yok. Kaldı ki dünyanın neresinde insanlar silahsız olarak bir iktidarı devirip bir cunta yönetimini getirmiştir?
-AKP, her eylemi, her tepkiyi kendisine karşı darbe girişimi olarak görüyor ama her seçimden de kazançlı çıkıyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Bu gerçekten, bu iktidarın çok başarıyla ama aynı zamanda çok tehlikeli olarak geliştirdiği bir stratejidir. Ben bu stratejinin AK Parti’ye de, bize de, ülkeye de yarar getirmeyeceğini düşünüyorum. Her mesele üzerinden böyle yapılıyor. Bakın, cemaat ile mücadelelerinde de aynı iddia var, Kobani protestolarında da aynı iddia var. Yani Kobani protestolarında, 6-7-8 Ekim eylemlerinde bile hükümet bunu kendisine karşı bir darbe eylemi olarak gördü. Cizre olaylarında Kandil’in açıklamaları var, HDP’nin açıklamaları var. Plakasız polis araçlarının dolaştığı söyleniyor. Faili meçhul cinayetler var. Birinci derecede sorumlu olan hükümettir, iktidardır. Çünkü icranın başıdır. Ama ne yazık ki hükümet, bunu kendisine karşı bir darbe girişimi olarak görüyor. İktidarın her operasyonu, her eylemi, her tepkiyi kendine karşı bir darbe girişimi olarak kabul etmesinde çelişki yaşadığını düşünüyorum. Yani hem böyle olduğunu iddia edeceksin hem bu operasyonlar size oy kazandıracak. Bunun üzerinden iktidarınızı tahkim etmiş olacaksınız. Bu bir çelişkidir. Eğer bu bir operasyonsa da iktidarın lehine yapılan bir operasyondur, sonucunu çıkarabiliriz. Birincisi bu. İkincisi; eğer uluslararası bir müdahale aranıyorsa, bu bir kumpas kabul ediliyorsa, ben diyorum ki bu kumpas sadece iktidara değil, aynı zamanda cemaate karşı da kurulmuş bir kumpastır.
-Cemaate neden uluslararası bir kumpas kurulmuş olabilir?
Şimdi, yeni dönemde uluslararası rekabetin önemli bir kısmı sivil örgütler üzerinden, kültürel çalışmalar üzerinden, kültürel örgütlülük üzerinden yürütülüyor. Yani, güçlü ülkeler aynı zamanda sivil örgütleriyle de bu rekabeti sürdürüyor. Yani bir dünya coğrafyasında, aynı zamanda ülkeler kendi sivil örgütlerinin de önünü açarak, onları destekleyerek, uluslararası rekabetin bir adımını oluşturdular. Şimdi böyle baktığımız zaman, Hizmet Hareketi’nin özellikle okullar üzerinden yürüttüğü eğitim projesi, esas itibarıyla bu rekabetin Türkiye adına çok olumlu bir adımıdır. Ben aynı zamanda, bu okul açılımını bir medeniyet projesi olarak da değerlendiriyorum. Bu önemli bir projedir. Ve Türkiye’nin de misyonu açısından itibarı aranacaksa bu tür projelerde aranabilir diye düşünüyorum. Şimdi eğer, bu bir kumpassa, tüm bunlara karşı kurulmuş bir kumpas olarak değerlendirebilirsin. Çünkü bu önemli bir rekabet alanıdır. En önemlisi eğitim üzerinden olması. ABD, Rusya, İngiltere, Fransa gibi ülkeler eğitim faaliyetlerinde bulunuyor. Biz bunu Robert Koleji’nden, Galatasaray Lisesi’nden biliyoruz. Şimdi muhtemelen diğer rakipler, Hizmet Hareketi’nin böyle bir misyonla Türkiye adına uluslararası bir rekabetin içine girmesini kabul etmeyecekti. Buna karşı bir kumpas kurabilirler. İşte bu değerlendirilebilir. Bu kumpas cemaat için de düşünülebilir, AK Parti için de düşünülebilir. Ama cemaatin bu kumpasın içinde olduğunu düşünmek ise fazla inandırıcı gelmiyor. İkincisi, ‘28 Şubat bin yıl yaşayacak’ diyenlerin tezi hâlâ uygulanmaktadır. Bu da tehlikelidir. Yani 28 Şubat’ta tehlike olarak gördüğümüz ‘irtica’, bugün ‘paralel yapı’ olarak Millî Güvenlik Kurulu’nda kabul edilmiştir. İrtica ile o dönem iç düşman olarak ne kastediliyorduysa, paralel yapı ile de bugün aynı şeylerin kastedildiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bu sadece Hizmet Hareketi’ni değil, dün irtica kapsamı içinde olan diğer bütün cemaatleri de kapsayan bir gidişattır.
-AKP tabanı cemaate karşı yürütülen mücadeleyi nasıl karşılıyor?
Cemaate yönelik politikaları, ben doğrusu AK Parti camiasının ve AK Parti içinde siyaset yapanların büyük çoğunluğunun tasvip etmediğini ve bundan rahatsız olduklarını düşünüyorum. Bu yolsuzluk iddialarından da AK Parti’deki insanların çok ciddi rahatsızlık duyduklarını biliyorum. Ben de dolayısıyla bunu ciddiye alarak AK Parti ve bu politikaları birbirinden ayırıyorum. Şahıslar üzerinden yürütülen politika ile partiyi ayırıyorum. Geldiğimiz noktada, dikkat ederseniz, daha çok, kişi endeksli politikalar ön plana geçti. Hatta bu yolsuzluk operasyonları falan da yani işte en tepedeki Sayın Başkana dayandırılmaya çalışıldı. Muhalefet de tamamen kişiye odaklı muhalefet yapıyor. Ki partiyi yönetenler de, sözcüler de kişiyi koruma refleksi üzerinden politika yapıyor. Ben bunu bir parti politikası olarak kabul etmiyorum. Çünkü ben AK Parti’nin bu olmadığını biliyorum esas itibarıyla. Şimdi öyle bir çelişki de var. Yani siyasette ve partide böyle bir çelişki de yaşanıyor. Ama öyle bir tarz geliştirildi ki AK Parti’de siyaset yapan veya yapmak isteyenler, bir kişinin ağzından çıkacak bir sözü siyaset tarzı olarak benimsediler. Çünkü esas itibarıyla mücadele alanı olan siyaset, böylelikle mücadele ve rekabet alanından çıkıyor, özel ilişkiler, özel bağlar, özel gruplarla siyaset yapma kolajlarına geliyor iş. Şimdi bu, AK Parti’yle siyaset yapmak isteyen yeni kuşağın hoşuna gidiyor.
-Yeni kuşak AKP’de politikaları nasıl etkiliyor?
Yani sadece genel başkana ya da cumhurbaşkanına inanan, onun için kefenler giyen, onu kimseye yedirmeme iddiası taşıyan, militarist, öfkeli, kavgacı, karşısındakini düşman, başkalarını hain olarak gören, yeni bir siyasi nesil yetişti. Bu siyasi nesil, esas itibarıyla AK Parti’nin kuruluş felsefesiyle uyumlu bir nesil değil. Daha sonra geliştirilen kişisel politikalar sonucu oluşturulan bir nesil. Otoriter siyasetin partide kabulünü sağlayan da bu kesim. Bu yeni nesil partiye hâkim olmaya başladı. AK Parti’de ben doğrusu bir öfke patlaması da bekliyorum. Yani eğer bu dönemde AK Parti kadroları hakikaten bir demokratik açılım yapmazlarsa, demokratik siyasete yeniden geri dönüş yapmazlarsa, ben AK Parti içerisinde çok ciddi bir öfke patlamasını da mümkün görüyorum. Bu, AK Parti’nin de Türkiye siyasetinin de yararına olmayacak.
-Bir bakanın 700 bin liralık saat takması çok tartışıldı. Siz bunu normal karşılıyor musunuz? Parti içinde bu konuda bir görüş ayrılığı olduğu da görülüyor.
Elbette bir işadamının, bir sanayicinin saat takması bizi ilgilendirmez. Ama toplumun meselelerini çözme iddiasında olan bir siyasetçinin, toplumun karşısına 700 bin liralık saat takarak çıkması ve bu sorunlarla ilgilendiği iddiası inandırıcı değil. Bu işin rüşvet olduğu veya saatin hediye olarak alındığı bir tarafa, bu siyasi ahlak açısından da kabul edilemez.
-Mehmet Ali Şahin, Yüce Divan oylamasından sonra ‘O saati alamaz’ dedi.
Keşke Şahin onu Yüce Divan oylamasından önce ifade etseydi, daha tutarlı olurdu. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada hiçbir siyasetçinin böyle bir hakkı olmamalı. Bunu İslam ve Müslüman ahlakı üzerinden de söylemiyorum, bir siyasetçinin bunu yapmaması lazım. Varsayalım böyle bir şeye tevessül etti, parti yönetimi tarafından bu arkadaşların uyarılması gerekir. Aktif siyasette o partiye üyeliği davam ettiği, hele hele bir hükümet üyesi olarak devam ettiği sürece, böyle bir takıdan uzak durması noktasında partisinin de uyarma görevi vardır. Ben siyasetçinin davranışına helal-haram üzerinden bakmıyorum, siyasetin kendi kuralları var, kendi ölçüsü var. Ahlakı dışlayan bir siyaset, toplum için örnek bir siyaset değildir.
-4 bakanın Yüce Divan’a gitmesini isteyen AKP’lileri, parti içindeki bazı vekiller ‘partiye ihanet etmekle’ suçladı?
Ben özelikle bu tür oylamaları fire olarak kabul etmem. Bu, milletvekilinin iradesini, bakış açısını ve vicdanını temsil eder. Esas yadırgadığım şey bunun sorgulanıyor olmasıdır. Bu neyi ifade ediyor? Geldiğimiz şu dönemde milletvekiline bakışı ifade ediyor. Şimdi öyle bir bakış ki kendi özgür iradesi ile, hatta yasanın gereği olarak kişinin vicdanen kullanması gereken oyu, sorgulamak bir tarafa, aleyhte kullanılmasını ihanet olarak gören bir anlayışla karşı karşıyayız. Bu, parlamentonun, demokrasinin, milletvekili anlayışının geldiği nokta itibarı ile çok endişe verici bir durumdur. İkincisi; hiçbir dönemde karşılaşmadığımız kadar, insanlar ihanetle suçlanıyor. Bu ihanet suçlaması ne yazık ki daha çok çıkarlar üzerinden yapılıyor. Yani, birinin çıkarına uygun düşmediğinde karşı taraf hainlikle suçlanabiliyor. Bu hain insan, daha sonra vatan haini ilan edilebiliyor. Bu da ideolojik bir saplantıdır. Çünkü kendilerine yapılan yanlışı ihanet sayan bir anlayışla, eğer bu İslami referansla yapılıyorsa, bu ihaneti vatan, din ve Allah’a kadar götürmek mümkündür. Yani bir şahsa yapılan ihanet, işin sonunda Allah’a kadar varıyor ve Allah’a yapılmış gibi kabul ediliyor ve kitlelere öyle servis ediliyor. Bunun örneğini Suudi Arabistan’da görmek mümkündür.  Suudi Arabistan’da, örneğin kralı eleştirmek şeriatı eleştirmek demektir, şeriatı eleştirmek İslam’ı eleştirmek demektir, İslam’ı eleştirmek, dolayısıyla Allah’ı eleştirmek demektir. Dolayısıyla Allah, vatan ve kral, bir bütün olarak değerlendirilmektedir.
-Kralın yerini cumhurbaşkanı mı aldı? Onu eleştirmek de ‘vatan hainliği’ gibi görülüyor.
Burada da böyle bir zincir oluşuyor. Doğrusu bizi kaygılandıran noktalardan biri de budur. Yani öyle bir noktaya gelmişsiz ki vatan, devlet, din, Allah, parti, bütün bunlar üzerinden çok kolaylıkla insanlar kutuplaşmaya yönlendiriliyor, cepheler oluşturuluyor ve herkes kendi kampını tahkim ederken bu kavramlara yaslanmaya çalışıyor.
-İhanet suçlaması ile farklı görüşteki milletvekillerinden, her ne olursa olsun lidere sadakat mi isteniyor?  
Aslında eksik olan şey şudur; o milletvekili arkadaşlarımız çıkıp kendi kimlikleri ile menfi oy verdiklerini açıklayabilirlerse, vicdana iyi bir örnek olurdu. Kendi partilerine karşı çıkmadan, hatta partinin çıkarları, bütünlüğü adına menfi oy verdiklerini açıklamış olsalardı, bence bu arkadaşlar aynı zamanda partilerine de hizmet edeceklerdi. Ama ne yazık ki burada söz konusu olan parti değil, birilerinin istediği şekilde oy kullanmamak ya da kullanmaktır. Eğer bu kişiler birilerinin istediği şekilde oy kullanmamışsa ihanet, istediği şekilde kullanmışsa sadakat kabul ediliyor. Bu, siyasette kabul edilebilir bir şey değildir. Ne vekiller ırgattır ne genel başkanlar ağadır.
-AKP’den 50’ye yakın oyun Yüce Divan yönünde olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tam seçim arifesinde ve milletvekilleri çok ciddi kontrol altında olmasına rağmen 50 oy çok önemlidir. Yani her türlü baskıya rağmen vicdanın sesini dinleyen, bu suça ortak olmayı vebal sayan, müspet oy vermenin hesabını veremeyeceğine inanan 50 kişi cesaret göstermiştir. Ancak bu 50 milletvekilinin cesaretini kamuoyu ile paylaşması gerekir. Cesaret böylece tamamlanmış olur ve kamuoyu hizmeti yerine getirilmiş olur. Kendi vicdanlarını tatmin etmiş olabilirler ama toplum temsilcileri olarak toplum vicdanına da tercüman olmaları gerekir. Siyasetçinin böyle bir sorumluluğu var. Bu arkadaşların çıkıp ‘Partinin kuruluş felsefesine göre, gidip yargılanmaları gerektiğine inandık’ demeleri Türkiye ve AKP açısından daha yararlıdır.
-Buna ihtimal var mı?
Var ama gecikirlerse bunun bir değeri kalmayabilir. Aday olamayanların çoğu ‘Ben oy vermediğim için beni aday yapmadılar’ diyebilir. Bu arkadaşlarımızın açıklama yapmaları, böyle bir gelişmeyi de önleyebilir. Şimdiden açıklamaları yapmaları yararlı olur. Bunun onların aday olmalarını engelleyeceğini de sanmıyorum.
-AKP; saat, saray, Kur’an, hadis üzerinden siyaset yapıyor. Algı operasyonları ile toplum yönetiliyor. Ülke sorunları ve insan merkeze neden gelemiyor?
Ben önce insan derim. Akıl, bilgi, vicdan, adalet ve ahlak gibi ilkelerle insanı birlikte düşünmezsek, insanlığı anlamaktan yoksun kalırız. İslam’ı da anlayamayız. İnsanı kutsal saymayan bir anlayışın başka bir kutsalda samimi olmasını beklemek de yanlıştır. Çünkü insandan daha değerli, kutsal bir varlık yoktur. Peki, biz bu anlayışın neresindeyiz?  Biz itibarı insanda görmüyoruz ki insana yatırım yapalım. Birileri camimize, dine hakaret ederse biz bunu yadırgarız ama insana hakareti bizzat biz yapıyoruz. Ben sorarım eşref-i mahlûkat olarak insan mı önemli, yoksa bizim kutsiyet atfettiğimiz mekânlar mı? Bizim böyle bir handikabımız var. İnsana önem vermediğimiz için siyasetçimiz siyaset yaparken bu toplumun ekonomik durumunu, değerlerini, inançlarını, yaşam tarzlarını dikkate almıyor ki 700 bin liralık saat takabiliyor. Bu ülkede çöp tenekelerinden ekmek kırıntıları toplayarak geçimini sağlayan yüz binlerce insan var. Siyaset bunların yarasını sarmak için, açlığını gidermek için vardır. Siyaset lüks araçlarla, takılarla, hayatlarla bunlara din-iman servisi yapmak değil, bunlara iş bulmaktır.
-Saray’la ilgili tartışmalarda Erdoğan, ‘İtibar söz konusu ise maliyet tartışılmaz’ dedi. Saray, itibar getirir mi?
Topkapı Sarayı, muasır padişahlarla birlikte değerlendirdiğimizde çok mütevazı bir saraydır, Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak zamanını simgeleyen bir saraydır. Fakat daha sonra gerilemeye başladığı, para bulmakta, kaynak bulmakta zorlandığı dönemde, ‘ülkenin itibarıdır’ iddiası ile Dolmabahçe Sarayı yapıldı. Soruyorum; acaba Dolmabahçe Sarayı’nda mı Osmanlı’nın itibarı daha çoktu, yoksa Topkapı Sarayı’nda mı? Artık ihtişam ve debdebelerin ülke yöneticilerinin hayatından çıkarılmasının yoğun bir şekilde savunulduğu bir çağda, Türkiye’de bir siyasi liderin bu itibarı hâlâ sarayda görmüş olmasını ben bir şanssızlık ve ufuksuzluk olarak görüyorum. Bu sarayın, tam tersine, özellikle ileri dünyada Türkiye’nin itibarını düşürdüğünü, Türkiye’yi tartışma konusu yaptığını, hatta zaman zaman alay konusu hâline getirdiğini çeşitli makalelerden okuyor ve üzülüyoruz. Bu, hepimizi hayal kırıklığına uğratan bir anlayıştır.