20 Mart 2012 Salı

CHP’li Ali Topuz: Dinini öğrenmek insanların en temel hakkı



Şu an siyaset gündemini uzaktan takip eden ve anılarını bir kitapta toplayan CHP’li Ali Topuz; Kılıçdaroğlu’nun başkanlığı, partinin geleceği, din eğitimi ve yakın siyasi tarihle ilgili ilginç değerlendirmelerde bulunuyor.




12 Mart 2012 / İDRİS GÜRSOY, AKSİYON


Dedesi Şapka İnkılabı’na karşı çıktığı için 10 yıl kürek mahkûmu olmuş. Medrese tahsilli bir asker olan babası, Said-i Nursi’nin Emirdağ’da gözetimini sağlamış. Kur’an okumasını biliyor. Üstad’ın kaldığı eve gidip dersine katılmış. Risale-i Nurları okumuş. Dinî nikâh yaptırmış. Sağcı, muhafazakâr bir siyaset adamının hayatından değil bu kareler. CHP’nin yaşayan efsanelerinden, Türk siyasetinin duayeni Ali Topuz’dan…



‘Değişimi Yaşamak’ başlıklı anılarında hem kişisel hem de politik hayatına ilişkin pek çok ayrıntı var Topuz’un. 2007’de milletvekili adayı olmayan Ali Topuz, şimdi siyaset gündemini uzaktan takip ediyor. Topuz’la İstanbul’da buluştuk, hem sıra dışı hayatını hem Kemal Kılıçdaroğlu ile CHP’nin geleceğini hem de yakın siyasi tarihin önemli olaylarını konuştuk.



Ali Topuz, 1932’de Rize Çayeli’nde doğdu. Yüksek mühendis ve mimar. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi. Ancak pek çok sol politikacının aksine çocukluğunda iyi bir dinî eğitim de aldı: “Doğduğum çevre mutaassıptı. Öğrenim yaşamıma başlamadan köyden çıkmadım. Babam jandarma astsubayıydı ama medrese okumuştu, imamet icazeti olan bir kişiydi. Namaz kıldırdığı cami hâlâ duruyor. Ben hem camimizin imamından ders aldım hem de okula gidiyordum. İki eğitimi bir arada aldım. Olumsuz bir etkisi olmadı, aksine olumlu oldu. İkisini hiç birbirine karıştırmadım.”



Topuz, din eğitiminin dindarları tanımak açısından bir avantajı olduğuna inanıyor. Peki, bugün çok tartışılan din eğitimi konusuna nasıl bakıyor? “Din eğitimi, kendi dinini öğrenmek isteyen insanların en temel hakkıdır. Bunu çözmek gibi bir sorunumuz var. Fakat din eğitimi ile çağdaş eğitimi birbirine karıştırmamalı, buna bir yol bulalım.” Topuz, 28 Şubat sürecinde komisyonlarda yaptığı konuşmalarda buna dikkat çekerek Refah Partililere “Benim önerim doğru olmaz. Sizin içinizde din eğitimi görmüş insanlar var. Siz öncülük edin, ben de size katkıda bulunmaya çalışayım.” çağrısı yaptığını da anlatıyor.







-Sizin bu konuda öneriniz olmadı mı?



Çocuklar küçük yaştan itibaren dini öğrenmeye başlamalıdır. Her yaşın kavrayabileceği bilgiler vardır. Bunu kademeli bir şekilde öğretmek lazım. Çocuklar mümkünse anne baba ile birlikte oldukları ortamda din eğitimini ehil ellerden alabilir. Kur’an kurslarında din öğretmekten çok din öğretmeye hazırlık aşaması var. Kur’an’ı ezberliyor çocuk, burada tam anlamı ile din öğrenmiyor. TV’nin bir kanalı bu işe ayrılabilir.



-Siz din eğitimi ihtiyaç diyorsunuz. Sorun nereden çıkıyor?



Çağdaş eğitimle din eğitimi iç içe sokuluyor. İmam hatiplerin açılması, kapatılması değil mesele. Bir insanın dinini öğrenmesi lazım. Din insanı hayata bağlayan bir şeydir. Yaradılışla ilgili bir düşünceye sahip olmak, dünyada insanın ayağını yere bastıran şeydir. Din eğitimi almam bana bir bakış açısı sağlamıştır.



Tecrübeli siyaset adamı Topuz, yakın tarihe de resmî ideolojinin penceresinden bakmıyor. Şapka isyanında dedesinin İstanbul’a kürek mahkûmu olarak sürgün edilmesinin ve Rize’de yaşanan tartışmaların üzerinde etkisi var: “Şapka isyanı konusunda genç yaşta bazı tartışmaları yaşadım. Gördüm ki şapka bahane edilmiş. Atatürk’e karşı güvensizliği olan çevreler şapkayı bahane edip ‘Şapkayı giymeyeceğiz!’ diye insanları tahrik edip bunu isyan hareketine dönüştürmeye başlamıştır. Dedem ‘Biz adam öldürmeye gelmedik, şapka giymeyeceğiz demeye geldik’ diyor. Babaannem babamın da başına bir şey gelir diye onu İstanbul’a göndermiş. Din adamlarının saygınlığı ile din adamlarının sorumsuzca yaptıkları şeyleri algılama imkânı buldum. Objektif bakabilecek noktaya getirdim kendimi. Dengeli bir bakış açısına götürdü bu olayları yaşamış olmam.”



-Şapka kanununa karşı çıktığı için insanlar asıldı.



Atatürk şapka isyanından bir yıl önce Rize’ye geliyor. O sırada müftülerden bir kısmı birleşerek Atatürk’e dilekçe vermişler, medreseleri tekrar aç diye. Atatürk de ‘Biz medreseler yerine okullar açacağız’ demiş. O tarihte medreselerde hocalık yapanlar askerlikten muaftı ve para alıyorlardı. Yaptığım incelemelerde gördüğüm kadarıyla orantısız ceza uygulamışlar. İdam cezalarının olmaması gerektiğini düşünüyorum. Şapka isyanında Rize’de 18 kişi asıldı. Evet, bir inkılap yapılmış, otorite sağlanması lazım ama bunun için idam cezasını kullanmak fevkalade yanlış olmuştur. Suç işlemişse ceza vermenin çeşitli yolları vardır, hürriyetleri tahdit edersin, ama canını almak olur mu? Hangi hakla alıyorsun canını? İstiklal Mahkemeleri’ndeki, Yassıada’daki idam cezaları insanlık adına savunulacak şeyler değildi. Keşke bunlar olmasaydı.



Babası jandarma astsubayı olan Topuz, onun peşinde Anadolu’nun çeşitli yerlerine gidiyor. Afyon Emirdağ’da üniversiteye hazırlanırken arkadaşlarının daveti üzerine gözetim altındaki din âlimi Bediüzzaman’ı ziyaret ediyor, sohbetine katılıyor. Bediüzzaman’ı ansiklopedilerden araştıran ve risaleleri de okuyan Topuz, ‘Nurcu’ olmuyor ama Said-i Nursi’yi düşman olarak da görmüyor.



-Bediüzzaman sizi neden etkileyemedi?



Bediüzzaman çok önemli bir insan. Bazı şeyler duymuştum, ‘Bediüzzaman hazretlerinin aynı anda ayrı yerlerde namaz kıldığını görenler var’ gibi. Gittiğimizde bir grubun içine girdik. Namaz kılıyorlardı. Konuşmaların başlarında, bana özel bir dikkat gösterdi. ‘Senin baban çok muhterem bir adamdır’ dedi. Bu lafın benim hoşuma gitmesi lazım değil mi? Hoşuma gitmedi. Benim müspet, pozitif zekâm iki-üç yerde olmayacağını söylüyordu, ona karşı bir tepki oluştu içimde. Bu sözünü de beni kendisine bağlamak için bir jest olarak gördüm ve fren yaptım. Risaleleri okudum. Pozitif bir şekilde beni etkileyecek müspet, net şeyler istiyordum. Risalede basit bir anlatım var, her şeyden bir sonuç çıkarmaya çalışıyor. Her şeyi dönüp dolaştırıyor, “Kuran’da var.” diyor ama Kur’an’da bulunan şeyler hep Müslüman olmayan insanlar tarafından bulunup çıkartılıyor. Bunlar beni şüpheye düşürdü



-Babanız Bediüzzaman hakkında nasıl düşünüyordu?



Babam benim olumsuz değerlendirme yapmamın önünü kesmeye çalıştı. Bana “Sen onun hakkında hüküm verebilecek düzeyde değilsin.” dedi. Ben Bediüzzaman’a karşı tavır geliştiren bir adam konumuna girmemişsem babamın bu uyarısı yüzündendir. Babam, Bediüzzaman için “Bilgili bir adam, din âlimidir, bu bilgili adamı sen bu bilgilerinle değerlendirirsen eksik ve yanlış olur. İleride öğrenir çalışırsan değerlendirebilirsin ama şimdi yapamazsın bunu.” diyordu. Bana böyle düşündüm diye kızmadı. Belki kızarak tepki gösterse daha zıddını da yapmak isteyebilirdim.



-Said-i Nursi’yi tehlikeli biri olarak görüyor musunuz?



Böyle görmemek lazım. Onun kafasında İslami ilimler üniversitesi kurma fikri vardı. Atatürk’e de teklif ediyor. Atatürk’le aralarındaki ihtilaf neydi tam olarak bilemiyorum. Orada bir fluluk var. Bu konudaki hataların giderek azalması lazım. Atatürk’e de Said-i Nursi’ye de haksızlık edenler var. Ön yargıyı ne kadar ortadan kaldırabilirsek o kadar doğruya yaklaşabiliriz diye düşünüyorum.



Ali Topuz, 1950’de üniversite öğrenimi ile birlikte siyasete de adım attı. İstanbul Belediyesi, İller Bankası ve İstanbul İmar Planlama Müdürlüğü’nde çalışırken Başbakan Menderes’e imar planları ile ilgili brifing verdi. Topuz, 1950- 60 arasında DP ve CHP arasındaki iktidar mücadelesini yakından izliyordu.



-Kitabınızda faturayı hep DP’ye çıkarmışsınız? Oysa CHP de darbeye zemin hazırlayan olayların içinde yer alıyor.



O dönemi bir CHP’li olarak CHP penceresinden değerlendirdiğim bir gerçektir. Oradan bakınca olayları bütünü ile görmemiş olabilirim. Bir siyaset adamı olarak o dönemdeki algılamalarımı yazdım. Bugün öyle mi olmalıydı, böyle mi olmalıydı diye bakarsak bizim bazı konularda ölçüyü kaçırarak tavır koyduğumuzu tespit edebilirim. DP’ye karşı gençlik yıllarında tepki duymamız başlangıçtan itibaren tepki duymamızdan kaynaklanmıyor. Bunun altını çiziyorum. Çok partili hayata geçişte İsmet Paşa’nın büyük katkısı vardı. İsmet Paşa olmasaydı, çevresindekiler bu açılımı yapmazlardı. İsmet Paşa kendi çevresindekileri ve askeri de bastırarak o geçişi sağlamıştır. Kurulduğunda DP’ye sempati ile bakıyordum. Bir yıl doğmadan CHP’ye karşı yıldırma politikasını gördüm ve DP’ye karşı koymaya başladım. Hızlı bir şekilde kontrolü ellerinden kaçırdılar. DP’nin gelişi tarım ve ticarette gelişmelere sebep oldu. Özellikle traktör meselesi çok önemli. Toplumun yüzde 70’i köyde yaşıyor, tarımla geçiniyor. Traktörle üretimi yüzde 100 artırdı.



-27 Mayıs öncesi DP seçime gitse darbe yine olur muydu?



Olmazdı. Darbe isteyenler 45’ten önce de vardı.



İsmet Paşa’ya darbe hazırlıkları olmuştur ama ordunun içinden gelen adam olduğu için o fırsatı vermedi. Daha sonra darbeyi tetikleyen olay, Ticani Tarikatı’nın Atatürk heykellerine saldırıya geçmiş olmasıdır. Sonra Tahkikat Komisyonu’nun kurulması anayasaya aykırıydı.



-Orhan Birgit, ‘Öğrencileri ben örgütledim’ dedi Aksiyon’a kapak yaptığımız röportajda. Orhan Erkanlı da öğrencileri kışkırtıyor.



Bunların hepsi belli oranlarda vardır. Ama askerin idareye müdahale etme arzusu, yönetimi yönlendirme arzusu her zaman olmuştur. Bugün dahi bu arzu vardır. Biraz kırılmış olabilir. Ama bu kırılmanın da bir tortu oluşturup oluşturmadığını bilmiyoruz. Bir süre sonra bir yerden tepki gelir mi gelmez mi? Ben emin değilim, gelebilir de gelmeyebilir de?



-Hâlâ darbeyi isteyen askerler var mı?



Hâlâ bu arzu olabilir. Bu sadece Türkiye’nin kendi içinde olan bir arzu değildir. Bütün bu hareketlerin gerisinde dış destek vardır. Dost geçinen devletlerin yönlendirmesi vardır. 60 ihtilalinin gerisinde de vardır. 60 sonrasındaki her ihtilalin gerisinde de vardır. Türkiye’nin yönetilmesi bizim sorunumuz olmaktan çıkıyor, başka bazı güçler Türkiye’nin yönetilmesinde bizim kadar söz sahibi olmak istiyorlar. Onların beklentileri var, bir misyon biçmişler, bunu bekliyorlar. İçeride bir nüve oluşmuşsa bu nüveyi kabartan dış destekler olmuştur.

Ali Topuz 1970’te CHP İstanbul İl Başkanlığı’na seçildi. CHP 20. Kurultayı’nın başkanlığını yürüttü. 12 Mart 1971 muhtırası CHP’de taşları yerinden oynatırken İsmet İnönü’den değil, Bülent Ecevit’ten yana tavır koydu. 1973-1977 arasında iki dönem üst üste CHP İstanbul Milletvekili seçildi. 1980 askerî müdahalesi öncesinde CHP Parti Meclisi üyeliği, Merkez Yönetim Kurulu üyeliği ve Genel Sekreter Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Topuz, genel başkanlık yarışında Bülent Ecevit’i destekledi. Gençlere ve kadınlara partiyi açtı. Ortanın solu hareketi ile CHP’yi geniş kitlelerle buluşturdu. CHP, 1974 ve 77 seçimlerinde Ecevit liderliğinde sandık zaferleri kazandı. Topuz’un il başkanı olduğu İstanbul’da oylar yüzde 50’nin üzerine çıktı. Topuz, Ecevit’in Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra yanlışlar yaptığına dikkat çekiyor: “73 ve 77’de iktidarı yakalayan Ecevit akıllı adamları yanından uzaklaştırdı, akılsızları topladı. Çünkü akılsızlar, ‘Sen ne güzel adamsın!’ diye yağcılık yapıyorlardı. 74 hükümeti içinde tabii ki çekişmeler vardı ama çok başarılı bir Kıbrıs harekâtı yaptı. Hükümet devam etse Kıbrıs meselesi ve Türkiye bugünkü durumda olmazdı. Ecevit orada ‘ben neymişim’ sevdasına kapıldı, bütün arabaların arkasına resimleri yapıştırıldı. Kendisini dev, bizi sinek gibi görmeye başladı. Tek başıma Türkiye’yi yöneteceğim sevdasına kapıldı. Ve hükümeti başarısız bir noktaya taşıdı. O hükümet bozulmasa inanç sahibi vatandaşlarımızın da şikâyet etmeyeceği bir noktaya gelinirdi. MSP kendi taleplerini yumuşatır, CHP de kendini inanç sahibi vatandaşlara sevdirebilecek bir süreç oluşturabilirdi. Ama Ecevit hemen seçim yapayım, 300 milletvekili ile tek başıma hükümet olayım diye hükümeti bozdu. MSP’nin çöküşü, o zaman Ecevit’in yanlışını tahrik eden işlerin içinde bulunmasıdır. Sonunda MSP 48’den 24’e düştü. CHP tek başına iktidara gelme şansını yakalayamadı. Tarih siyasette çok tekerrür ediyor. Neden? Hiç kimse kendisinden önce ne yapıldığını öğrenmediği için kendisi de o hatayı tekrar ediyor. Yaşanmışlardan ders çıkartmayınca nasıl gelişir insanlar?”



Ali Topuz, 1973-1977 arasında CHP tarafından kurulan üç hükümette de görev aldı. Ülke adım adım darbeye gidiyordu. Terör tırmanıyor, siyaset çözüm üretemiyordu. Topuz, 12 Eylül öncesi siyasete de fatura çıkarıyor: “Bizim de yanlışlarımız oldu. Polise yetki versek terör önlenebilirdi.”



-Müdahale için şartlar olgunlaştırıldı mı?



12 Eylül’e giden süreçte gençliğin hepsi silahlıydı. Sağcı ve solcu çocukların ellerindeki silahlar aynı yerden gelmişti. Yarısını onun eline, yarısını bunun eline vermişlerdi.



-Siyaset neden dik duramıyor?



Askeri haksız bir noktada yakalayacaksın. 80 askerî müdahalesinden önce 79’un sonunda müdahale mektubunu verdiler. Ocakta açıklandı mektup. Başbakan Demirel, ana muhalefet partisi lideri Ecevit. Kimse karşı koyamadı. Ne AP ne CHP ne MHP ne de MSP, ‘Kim oluyor bu askerler!’ diyemedi. Çünkü kendi kusurlarını biliyorlardı. 9 ayda biz cumhurbaşkanını seçemedik. Askerler geliyorum diye diye geldi.



-Ama Nahit Menteşe, Aksiyon’a verdiği röportajda “Kızılay’da bombaları asker patlattı, sıkıyönetim görevini yapmadı.” diyor.



Bu denebilir. Ama Menteşe’nin bunu söylemeye hiç hakkı yok. O zaman hükümettiler. Asker görevini yapmıyorsa iktidar olarak yap müdahaleni. Görevden al. Askerin komuta kademesine müdahale et. Sivil idare görevini tam olarak yaparsa, halk da senin yanında darbeye karşı koyar. Ama sen kendi görevini yapmazsan askere de bir şey diyemezsin. Darbeyi yaparlar, 10 sene, 20 sene geriye gidersin.



-Sizin hatalarınız da var mıydı?



Biz de hükümet olduk, polisin yetkilerini artıramadık mesela. Özgürlüklere ters düşer diye tepkiler geldi. Olayların üzerine gidebilmek için polis kanununda değişiklikler istedik hükümet olarak, kendi grubumuzdan ve muhalefetten destek görmedik. O geçse olaylar önlenebilirdi.



-Darbeye karar verip ortam hazırlanıyor. Darbeye zemin hazırlayan asker değil mi?



Doğru, onlara birileri de yardım ediyor. Bu olayların dış bağlantılarını da unutmayalım.



-Nasıl?



Türk askeri içinde daima Amerikan istihbaratı olmuştur. Darbeye ortamı bu unsurlar hazırlar.



-Müdahale ihtimali kalkmıştır diyebilir miyiz?



Askerî müdahale olma ihtimali çok azalmıştır ama hepten kalkmıştır diyemeyiz. Askerî müdahalenin yaptığı etkiyi yapacak başka yöntemlerin geliştirilmeyeceğini de bilemeyiz. TSK içinde kendilerinin cumhuriyet üzerinde vesayet hakkı olduğuna inananlar tümüyle kalkmamıştır. Dışarıdan da destek görürse pekâlâ büyütülebilir.



-Siviller bu işin neresinde?



Asker kendisi bu şekilde organize hâle gelmeden siviller bunu oluşturamazlar. Bir organizasyon varsa, onlar siviller arasından yandaş bulurlar kendilerine. Veya dışarıdaki güç, içerideki sivillerden bir kesimi buraya yapıştırabilir. Türkiye’nin birtakım iş adamları, iş çevreleri askerlere yakınlaştırılmıştır. 80’den beri sermayenin askere yakın olanlarına bakın. Bunların hepsi o ekonomik gelişmelerin getirdiği sonuçtur. Dış güçler hem askerlerden yararlanabilirler hem buradaki iş adamlarından yararlanmak isteyebilirler hem de özgürlüklere duyarlı olan demokrasi adına heyecanlı insanlar vardır, onlara çengel takılabilir. 1971’deki askerî müdahalenin arkasında Türkiye’deki sol çevreler vardı. 9 Mart’ta solcu bir ihtilal olacaktı. Genelkurmay haber aldı, sağcı darbeye döndü. Solcular bir hafta övgü yağdırdı, sonra işkenceye çekildi. İlhan Selçuk da bunlar arasındaydı. Siviller, aydınlar için bu kötü sicildir tabii.



CHP hiçbir şey yapmıyor, Kılıçdaroğlu fırsatı kaçırdı

-Kemal Kılıçdaroğlu’nun performansını nasıl buluyorsunuz?



Bir kaset olayı sebebiyle genel başkan olması Kemal Kılıçdaroğlu’dan çok CHP’nin önüne çok önemli bir fırsat koydu. CHP’nin liderinin değişmesi lazımdı. Baykal yetenekli ama genel başkan olarak başarılı değildi. Kemal Kılıçdaroğlu için de fırsattı. Halk nazarında popülaritesi yüksekti. Önünü ben açtım. Baykal istifa etti ama şeklen yaptı, dönecekti. Çok çaba sarf ettim, milletvekillerini Kılıçdaroğlu’nun arkasında toplanmaya teşvik ettim. Önder Sav da onun yanına yattı ama bu fırsat iyi kullanılmıştır diyemiyorum.



-Neden?



Tüzüğün bir buçuk sene önce değişmesi lazımdı. İlk işi tüzüğü değiştirmek olmalıydı, geciktirdi. Muhalefet imza toplayınca yapmak zorunda kaldı. Eskiye nazaran değişiklikler oldu ama yeterli değil. Mesela partinin en önemli kurulu olan merkez yönetim kurulunu parti meclisi seçerken şimdi kendisi seçiyor. Bir adama kalıyor. Onun ayağı tökezleyince parti tökezliyor. Şimdi her şey lider. Burası asker kışlası değil ki emir vereceksin! Parti dediğin şeyi kaç milyon oyu varsa o kadar insanın aynı haklara sahip olduğu bir şirket gibi düşüneceksin. CHP’de gerekli yenileşme ve değişim yeterince sağlanamamıştır.



-Baykal ve Sav dönebilir mi?



Deniz ve Önder beylerin son çırpınışları, onlar bitti.

-Baykal ve Sav’ın gitmesi yeni bir hava getirmedi mi?



Adamlar değişti ama her kafadan bir ses çıkıyor. Böyle söyleyen var, öyle söyleyenler var. Ya odur ya budur. Oturup çalışmaları lazım. Halk bizi nasıl benimser bunları düşüneceksin. AK Parti tek tabanca kaldı. 70’lerde bizde olan her şey AK Parti’de var. Gençlik kolları, kadın kollarının hiçbiri yok CHP’de. Bunlar yenilenecek, bunlar ne kadar zaman sonra netice verir bilemiyorum. Topluma güven veren AK Parti’nin yaptığından daha fazla vatandaşı memnun edecek ve güven verecek bir noktaya CHP gelmeli. Kemal Bey iyi niyetle çalışıyor ama kadrolar yeterli değil. Teşkilatı sıfırdan ele alıp gençlere açmak lazım.



-CHP muhalefet boşluğunu nasıl doldurabilir?



CHP hiçbir şey yapmıyor. CHP misyonunun gereğini doğru dürüst yapsa AK Parti’nin hata yapması önlenir.



-AK Parti ne tür hatalar yapıyor?



Sen zaten güçlüsün, karşındaki ile tartışma, saldırma, kışkırtma. Sen yumuşak davranacaksın, saldıranlar mahcup olacak. Bunu yapmıyorlar. CHP de benzer yanlışlar yaptı.



-CHP neden dine karşı görünüyor?



CHP öyle değil, CHP’nin fikrini etkisizleştirebilmek için rakip partiler öyle gösteriyorlar.





--------------------------------------------------------------------------------



Darbelerin arkasında Amerika var

Dünyaya yön vermek isteyenler Türkiye’yi kendi ekseninde tutmak istiyor. Mesela PKK, dış güçlerle anlaşmadan çözülemez. Çünkü PKK’yı ellerinde tutarak Türkiye’yi istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Amerika’sız yapamayız. ABD yönetimine teslim olursak da olmaz. Darbelerden sonra çoğu kez Amerika’ya teslim olmuşuzdur. 1960’ın bile gerisinde Amerika vardır. Darbe olmasa Menderes, Moskova’ya gidecekti. Menderes açısından önemli bir tercihti. 50’den sonra Batı’ya dönmüş bir Türkiye’nin Doğu’ya yönelmesi Amerika için kabul edilebilir değildi.



Bir gün içinde kıyafetlerimiz değişti

“Annemle ben her şeyi birlikte öğrendik. Babamın astsubay olması şansımızı değiştirdi. Mısır tarlasında çalışmaktan başka bir gün içinde devrimleri yaşadık. Bir gün içinde annem çarşafını değiştirdi, manto giydi, ben pantolon giydim. Hayatta kimseye bir zararı dokunmamış bir insan gösterin derseniz annemi gösterebilirim. İstanbul’da bahçeli bir ev aldık, orada inek beslemiş, onun sütünden bize harçlık vermiş, o sütle beslemiştir. Annem birileri gelse de bahçedeki meyvelerden versem, yeseler diye beklerdi. Su sıkıntısı çektikleri için bahçenin köşesine çeşme yaptılar, etraftan suyu olmayan insanların su almasına fırsat verdiler, faturasını babam ödüyordu. Hep yeni şeyler öğrenmeye çalışırdı. Namazını kılardı, babamla hacca gittiler.”



Kestanepazarı'nda bir sıddık: Köse Mahmut Sarıoğlu

Gönüllüler hareketinin şifreleri Köse Mahmut'un 79 yıllık hayatının ayrıntılarında gizli. Ne yazlar ne de kışlar, onu ve onun gibileri yaptıkları işlerden alıkoymadı. Onlar, sadakatle, vefayla, beklentisiz hizmet ettiler.

İDRİS GÜRSOY, YENİ BAHAR
İzmir'den bir vefat haberi geldi. Mahmut Sarıoğlu 79 yaşında hayatını kaybetmişti. Köse Mahmut Sarıoğlu kimdi? Hayatını nasıl geçirmişti? Neye talipti? İzmir'de çalışırken tanışmıştım. Kısa boylu, (o yüzden 'köse' deniyordu) hafif kambur, hep güler yüzlüydü. Bu harekete gönül vermiş pek çokları gibi sanki dünyanın yükü sırtında ama hiçbir şeye 'eyvallah'ı olmayan bir insandı. 28 Şubat sürecinde kasetler servis edilmiş, gönüllüler karalanıyordu. Hizmeti ve bütün kalbi ile bağlı olduğu Fethullah Gülen Hocaefendi'yi hedef alan yayınlar onun da canını sıkıyordu. Ancak fırtınalar kopsa da bizim bilmediğimiz öyle bir dayanağı vardı ki hiç sarsılmıyor, geleceğe hep umutla bakıyordu.


Antalya'nın Akseki ilçesinde, 1933'te doğan Mahmut Sarıoğlu, 1955 yılında İzmir'e yerleşti. Her Aksekili gibi esnaflık yapıyordu. El fenerleri, tırnak makası, iğne gibi malzemeler satarak geçimini sağlıyordu. Hocaefendi, Kestanepazarı'na gelince birçok esnaf gibi onun da dikkatini çekmişti. Cami kürsüsündeki Gülen'in sözlerine kulak kesilmiş; bir grup arkadaşı ile birlikte eğitim ve hayır hizmetlerine koşturmuştu.

Kestanepazarı Camii, İzmir'deki dindar muhafazakârların gözbebeğiydi; bitişiğindeki yurt, Hacı Raif Cilasun, Hacı Ali Rıza Güven, Hacı Naci Sevil gibi pek çok esnaf ve eşrafının fedakârlıkları ile kurulmuştu. Yurtta imam hatip ve liseden yatılı öğrenciler kalıyordu. İzmir'in müftüleri, hoca ve hafızları burada ders verirdi. Hacı Hafız Salih Tanrıbuyruğu ile Simavlı Hacı Ali Efendi (Tosun) bu ilim yuvasının manevî direkleriydi. Kur'an, tecvit, Arapça, fıkıh, kelam, hadis ve tefsir dersleri okutuluyordu.

Ramazan aylarında Konya'dan Hacı Tahir Körükçü Hocaefendi, Kestanepazarı Camii'ne vaazlara gelirdi. 1963'te Kestanepazarı Öğrenci Yurdu'na Yaşar Tunagür Hocaefendi müdür oldu. Ondan sonra da 1966'da Fethullah Gülen Hocaefendi hem vaiz hem de müdür olarak buraya atandı.

Köse Mahmut ve pek çok İzmirli esnaf, Hocaefendi'yi ilk defa bu tarihî cami kürsüsünde tanıdı ve bir daha da yanından hiç ayrılmadı. Hocaefendi gençti. Cemaatin hocalar konusunda bir birikimi, kültürü vardı. Ondaki üslup ve duruş farklılığını sezdiler. Hocaefendi, tahta bir kulübede kalıyordu. Köse Mahmut neredeyse her akşam oraya gider onu beklerdi. Sadakatle, ayrılmazdı. Hocaefendi'nin yanında daha teklifsizdi, herkes konuşamaz o konuşurdu. Ümmi idi, okuma yazması yoktu. Bir gün, "Sizin söylediklerinizi anlayamıyoruz, biraz yapmamız gerekenleri anlayacağımız şekilde söyleyin." demiş ve eklemişti: "Eğer mürekkep yalamış olsak tuz kavurttururduk, işin daha zor olurdu." Hocaefendi de ona zaman zaman "Köse" diye hitap ederdi. Hocaefendi, morali bozuk olduğunda, birisine kızdığında Köse Mahmut'a söylerdi söyleyeceğini. Böyle zamanlarda sesini hiç çıkarmaz, darılmaz, "Sen bilirsin." derdi. İzmir'den ayrılırken de Köse Mahmut karşısına çıkarak, "Bizi nereye bırakıp gidiyorsun?" demişti.

Köse Mahmut'un Kur'an dersine açtığı evi hiç kapanmadı. Öğrencilere sahip çıktı. İmanlı, köklerine bağlı bir nesil içindi arkadaşları ile birlikte bütün himmeti. Yazın öğrenciler için düzenlenen programlara aksatmadan katılırdı. 12 kilometrelik bir mesafeyi her akşam esnaf arkadaşları ile birlikte yürümek zorundaydı. Ticarî hayatı da hizmet eksenliydi. Züccaciye dükkânında vaktini geçirirdi. Öğrencilerin ihtiyacı olan erzakların sağlanması için çalışırdı. Eczane gibiydi küçük işyeri. Derdi olan ona koşar, her türlü ilacı bulundururdu. Ölünceye kadar aynı işi yaptı. Ticarî hayatı ne uzadı ne kısaldı. Beklentisi yoktu. 12 Mart'lar, 12 Eylül'ler, 28 Şubat'lar geldi geçti. Hiç korkusu olmadı, hiç yalpalamadı. Son nefesine kadar hayır ve eğitim hizmetlerinde koşturdu.

İzmir esnafından Naci Sakman, Mustafa Uslu, Yusuf Pekmezci ve Muharrem Kalyoncu gibi Sarıoğlu'nun pek çok arkadaşından biriydi. Sakman, 40 yıllık arkadaşını anlatırken, "İyi, temiz bir insandı. Hiçbir kötü halini görmedim. Darılma gücenmesi yoktu. Teslimiyetçi bir insandı, hocamıza teslim olmuştu. Hocamızı çok severdi. Bir takıldı bir daha peşinden ayrılmadı. Gece kalkar, oturur, virdini, zikrini yapardı. Çok bilgili, okumuş da değildi." diyordu. Sakman, "Neyin peşindeydi?" sorusuna şu cevabı veriyordu: "Ömrü hayatlarında bu insanlar hizmetten en ufak bir çıkar sağlamadı, maddî beklentileri yoktu. Manevî olarak Allah lütfetti bu dava ile tanıştırdı. Bu dava ile şeref bulduk, itibar gördük, ibadetlerimizi yapmaya çalıştık. Hizmet, adam yaptı bizi. Hocaefendi'yi tanımak ayrı bir lütuftu.

Onu yakında tanıyan İlahiyatçı Muzaffer Karaaslan da, 'avamdan' sayılan bu insanların, irfanları ve imanlarıyla yaşanan sıkıntıları gördüklerini, hissettiklerini ifade ediyor. Hocaefendi'ye İzmir'de dört elle sarılıp, onunla birlikte hareket etmelerini de buna bağlıyor. Birikimi olan, ilim sahibi kimselerin 'beklenti' içine düşebileceğini ama Köse Mahmut gibi insanların beklentisizlik içinde bu yolda koşturduklarını düşünen Karaaslan, "O, kutup yıldızı gibi, 60 sene boyunca hiç yolundan sapmadan sabit durdu." diyor.

Köse Mahmut, eşi Münevver Sarıoğlu'nu dört yıl önce, 2008'de kaybetmişti. En son 2006 yılında Gülen'i ABD'de ziyarete gidip, 15 gün yanında kalmıştı. Gülen, vefatından kısa süre önce çevresindeki arkadaşlarına Köse Mahmut'un sağlığını sormuş ve "Köse Mahmutsuz cennette rahat edemem." demişti. Hocaefendi'nin taziye mesajında ise şu cümleler vardı: "45 seneden beri ciddi bir vefa ve sadakat hissi ile bu gönüllüler camiası içinde yerini korumuş ve konumunun hakkını vermiş, sadık, vefalı dost 'Köse' namıyla meşhur Mahmut Sarıoğlu'nun Rabb'ine yürüdüğünü üzüntüyle işittim. Merhuma, Cenâb-ı Allah'tan rahmet ve mağfiret diler, ailesine, sevenlerine ve tüm yol arkadaşlarına sabr-ı cemil niyaz ederim." 20 MART 2012

6 Mart 2012 Salı

Ergenekon ve Balyoz’un ana rahmi 28 Şubat

27 Şubat 2012 / İDRİS GÜRSOY
yanındaki isimlerden biri olan ve geçen günlerde postmodern darbeyle ilgili suç duyurusunda bulunan Şeref Malkoç, tehlikenin daha geçmediğini söylüyor.

Şeref Malkoç, hukukçu. Eski Trabzon milletvekili. 28 Şubat sürecinde Başbakan Necmettin Erbakan’ın yanındaki isimlerden biriydi. Refah’ı kapatma davasında partisini savunmakla görevliydi. Refah-Yol Hükümeti düşürüldü, Refah Partisi kapatıldı, Erbakan’a siyaset yasağı geldi. 1997’den bu yana tam 15 yıl geçti. Malkoç geçen günlerde elinde bir dosyayla Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kapısını çaldı. Has Parti Genel Başkan Yardımcısı, dönemin milletvekili ve avukat sıfatı ile Çevik Bir’den Osman Özbek’e, Kemal Gürüz’den Bayram Meral’e kadar birtakım asker ve siviller hakkında suç duyurusunda bulundu. Bu kişilerin anayasal olarak TBMM’de güvenoyu almış meşru bir hükümeti cebren düşürmekle yargılanmalarını istedi. Malkoç, cuntanın sivil uzantılarına da dikkat çekti.




Peki, 28 Şubat’ta ne oldu? Süreç sona erdi mi? Ergenekon, Balyoz ve İnternet Andıcı’nın 28 Şubat’la ilişkisi var mıydı? Şeref Malkoç, “Bugün süren davaların ana rahmi 28 Şubat’tır.” diyor. Birlikte uzun yıllar siyaset yaptığı Millî Görüş’ün önemli ismi Oğuzhan Asiltürk’ün “Ergenekon ile TSK’daki ABD karşıtı subaylar tasfiye ediliyor.” sözünün doğru olmadığını belirtiyor. Malkoç, şoke edici bir iddiada da bulunuyor: “28 Şubat’ta Süleyman Demirel, asker kanadı ile anlaşarak ordudan darbecilerin tasfiyesini önledi.” Malkoç’un açıklamaları, 28 Şubat’ın bitmediğini göstermesi açısından dikkate değer.



-İnternet andıcı davasında eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve diğer sanıklar AK Parti hükümetine karşı kara propaganda yapmakla suçlanıyor. 28 Şubat sürecinde benzer bir psikolojik harekâta Refah Partisi maruz kalmıştı. AK Parti’ye açılan kapatma davası ile birlikte düşündüğümüzde 28 Şubat sürecinin devam ettiğini düşünüyor musunuz?



Balyoz , Ergenekon ve İnternet Andıcı denilen şeylerin ana rahmi 28 Şubat’tır. Genelkurmay’daki yapılanmalar, siteler o zamandan kuruldu. İllegal yapı 28 Şubat’ta oluşturuldu.



-Aktörler aynı mı?



Ergenekon sanığı Yalçın Küçük’ün iki kitabı var. O kitapta ne yazıyorsa Refah Partisi’ni kapatma davasında iddianameye kondu. Küçük’ün Refah’la ilgili yazılarını başsavcılığın iddianamesinde gördük. Önceden yazdırılmış bunlar.



-Sadece Küçük mü?



Ergün Poyraz’a da “Musa’nın Çocukları” kitabını yazdırdılar. Ona bir de dernek kurdurdular. Biz bunu araştırdık, Refah Partisi ile ilgili konuşma kasetlerini hazırlıyorlar, Poyraz’a veriyorlar, o da getirip dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’a veriyor. Biz ‘Nereden geliyor bunlar?’ diye sorduğumuzda Poyraz ‘Bana yardım ediyorlar’ dedi. Poyraz’ın bu kasetleri bulması, bu kitapları yazması mümkün değil.



-Nereden yardım alıyor?



İlişki içinde olduğu illegal yapıdan. İddianamede delil klasörleri arasında yine gazete kupürleri vardı. O yapı yalan haber üretip gazetelere servis ediyordu. Hatta bir gazetede ayakta bevletme ve kadın eli sıkma ile ilgili bir makale yayımlanmış. Bunu almış iddianameye aynen koymuşlar. Bir vilayete gittim, partili, ‘Neden kapattılar bizi? Ayakta bevletmediğimiz için mi?’ diye soruyor. Vatandaşın algısı da buydu.



-Gazetelere nasıl servis ediyorlar?



İlişki içinde oldukları gazeteciler var. Bunlar burada, mutfakta hazırlıyorlar, İstanbul’dakilere servis yapıyorlar. Sincan’da bir gazete tankları görüntüleyememiş, bir daha gösteri yapıyorlar. Gazetelerle bu derece ilişki kurulmuştu.



-AK Parti ile ilgili süreç de aynı mı?



Genelkurmay’da bir yapı oluştu, Batı Çalışma Grubu (BÇG) olarak basına yansıdı. Biz “Bu illegal!” deyince, “İller İdaresi Kanunu 4. Madde’ye göre kurduk.” dediler. Fişlemeler yapıyorlar, izleme yapıyorlar. Bunun basın ve sivil toplum örgütleri ve yargı ayağını oluşturdular. BÇG bunları çağırıp brifingler verdi. Aynı mihraklar daha sonra Fethullah Gülen’i de benzer bir planla hedefe koydular. 2002’den sonra hedef AK Parti ve yine Gülen oldu. AK Parti’ye kapatma davası açıldı. Deliller nereden? Gazete haberleri alınıyor. Kitaplar yazdırılıyor. Bunların kaynağı kim? Karargâhın hazırladığı internet siteleri… Bir subay başbakana selam duruyor, arkasından Genelkurmay’a gidip onu hedef alan yalan haberler hazırlıyor. Bu doğru değil. Hiçbir kamu görevlisi bu vatanı kanunlarda yazdığından daha az veya fazla sevemez. Devleti kanunlarda yazılanlardan fazla sevmeye kalkınca bu sefer kirli işlere giriyorlar, ‘Bunu devlet için yaptık’ diyorlar.



-BÇG lağvediliyor ama…



Cumhuriyetçi Çalışma Grubu kurdular. Komutanlar değişiyor, anlayışları farklı olsa da yeni gelenler, başka çalışma grupları ve planlarla aynı geleneği sürdürüyorlar.



-Bu, ordunun görevidir diyenler var.



Bu faaliyetler, o dönemde yürürlülükte olan (2005’te kaldırıldı) 145-146’ya göre idam suçudur. Şu anda da 311-312’de aynı hükümler var. Burada iki şey önemli: TSK’nın içinde illegal yapılanmaların oluşması. İkincisi, bunların kendi görevlerinin dışındaki işlerle uğraşmaları. ‘Ben milletin verdiği oyları, milletin seçtiği partiyi beğenmiyorum, yıkacağım’ diyor.



-Nasıl?



Güven Erkaya, Batı Çalışma Grubu ile ayrı bir grup oluşturdu. Bunlar silahlı kuvvetler içinde bu işe sıcak bakmayan, anayasaya aykırı işlere karşı kişileri tahrik için değişik operasyonlara girdiler. Fadime Şahin, Ali Kalkancı, Müslim Gürbüz gibi kişiler üzerinden aslında TSK’yı darbeye ikna etmek istediler. Toplum da tahrik edildi, her gün gazetelerde yalan haberler yayımlatıldı.



-Refah’ın kapatılmasını asker mi istedi?



Genelkurmay Başkanlığı’ndan Anayasa Mahkemesi’ne gönderilen bir dosya vardı. Refah davalı, ben de mahkemede takip ediyorum. Dosyanın Anayasa Mahkemesi’ne gittiğine dair üst yazıyı gördüm ama dosyayı bana göstermediler. Çevik Bir imzalı yazıydı. Genelkurmay’da Refah’la ilgili dosya tutuyorlar. Yazıda Refah’ın kapatılmasına dair deliller ve ne kadar tehlikeli bir parti olduğuna dair cümleler vardı.



-Sonuçta kararı hâkimler vermedi mi?



Hâkim ve savcılar brifinge çağrıldı. Askerî araçlarla birerli kolda Genelkurmay’ın salonunda film izletildi. Türk hukuk tarihinin yüzkarasıdır bunlar. Kapatma kararları, Yargıtay’ın onamaları, Danıştay’ın verdiği kararlar hep bu dönemde çıktı.



-Cuntanın sivil uzantıları kimlerdi?



Uzantılar belli. Devletin içinde MİT ve Genelkurmay içindeki bir grubun işbirliği ile bu operasyon yapılıyor. Sivil uzantılar kullanılıyor. Kalkancı, Gündüz ve Şahin gibi kişiler bu iş için eğitilmişler.



-28 Şubat’ın bir numarası kim? Süleyman Demirel savunuyor süreci?



Demirel askerlere karşı hep çekingen durmuştur. Demirel, kim güçlü ise, rüzgâr nereden eserse o tarafa meyleder. 12 Mart’ta Meclis’te çoğunluğa sahip, şapkasını alıp gidiyor. Demirel’in siyaset anlayışında bu var.



-Demirel dava konusu olabilir mi?



Suç duyurusunda bulunmak isteyenler var ama anayasada ‘Cumhurbaşkanı ancak vatana ihanet suçundan yargılanır’ hükmü bulunuyor. Demirel’e millet kendi vicdanında müeyyidesini koymuştur.



-Ya Erbakan? Neden gereğini yapmadı?



Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu bir çalışma yaptı, askerde ne kadar illegal çalışma varsa Erbakan’ın önüne koydu. Erbakan da bunu Demirel’e verdi. Demirel işin içinde. Aldı belgeyi, Genelkurmay Başkanı’nı çağırdı. Kendi siyasi hırsı için askerlerle birlikte oldu ve o belgelerle bir bakıma askerleri yönlendirmek istedi.



-Erbakan’ın bir planı yok muydu?



Yapmak istediği şey, bu işe karışmış askerleri tasfiye etmekti. Kararname hazırlanıyordu. Asker içinde bu işe karşı olanlar da vardı. Cuntacılar müthiş bir telaşa kapıldılar. Belgeleri yok ettiler ama aslı sivillerin eline geçmişti. Orada da Demirel imdatlarına yetişti. Tasfiye edilseler böyle olmazdı. Demirel, 28 Şubat’ın BÇG’si ile anlaşmasaydı tasfiye olacak ve yargılanacaklardı.



-O gün yapılamayan bugün yapılıyor diyebilir miyiz?



Evet, bugün o gün yapılamayan tasfiye yapılıyor, normal süreç işliyor. Ama herkesin bu işe sahip çıkması lazım. Yargı bu yükün altından tek başına kalkamaz. Yargılama yapanlara şu anda ne tür tehditler yapılıyor görüyoruz.



-28 Şubat’a maruz kalmış Oğuzhan Asiltürk gibi bazı siyasiler Ergenekon davalarında tutuklanan subaylar için ‘ABD karşıtı subaylar tasfiye ediliyor’ diyor. Katılıyor musunuz?



Bir asker, hiyerarşinin dışına çıkıyor ve suç işliyorsa neci olduğuna bakılmaz. İnternet andıcını hazırlayanlar suç işliyor mu, işlemiyor mu? Amerikancı subaylar tarifi de yanlış. TSK, NATO ordusu değil mi? NATO’nun amiral gemisi ABD değil mi? TSK zaten NATO’nun çizgisinde bir ordu. Bu operasyonlarda ‘ABD karşıtları tasfiye ediliyor’ sözü doğru bir söz değil. TSK’da suça bulaşmış olanlar tasfiye ediliyor. ABD’nin askerler üzerinde olduğu gibi siyasiler ve gazeteciler üzerinde de etkisi vardı. 28 Şubat’ta da ABD parmağı var. Bunu biz haykırıyorduk. Şimdi suç işliyor, Balyoz darbe planını hazırlıyorlar, sonra ‘biz yerliyiz, ABD karşıtı olduğumuz için tasfiye ediliyoruz’ diye kendilerini savunuyorlar, bu ucuz iştir.



-Ergenekon ve derin yapılarla bazı partilerin kardeşliği de var. CHP, Silivri’de çadır kuruyor. Bir siyasi parti bunu neden yapar?



CHP’nin geleneğine bakarsan bunu yadırgamamak lâzım. CHP’kilerin hepsini itham etmeyelim; hukuku, demokrasiyi savunanlar var ama genlerinde, hücrelerinde darbe var. CHP bunu temizlerse iktidara alternatif olabilir, temizleyemediği için olamıyor.



-28 Şubat’ta başarılı olanlar, AK Parti’ye karşı Sarıkız, Ayışığı, Balyoz ve İnternet Andıcı gibi girişimlerde neden başarılı olamadılar?



Siyasi aritmetik 28 Şubat’ta zayıftı, 6 milletvekili ile siyasi iktidar değişebiliyordu. Siyasi irade güçlü olunca illegal faaliyette olanlar buna girişemezler. Bir de Özal’ın polise istihbarat toplama yetkisi vermesi planları bozdu. Bu değişiklik daha sonra Balyoz olsun, İnternet Andıcı olsun, polisin yaptığı çalışmalarla darbe girişimlerini ortaya çıkardı. 28 Şubat da fiilî askerî darbeye dönüşmediyse, Bülent Orakoğlu’nun topladığı belgeler sayesindedir.



-28 Şubat sadece Refah’a karşı mı yapıldı?



28 Şubat aslında görünürde Refah Partisi’ne karşı ama bu millete, anayasaya, siyasete, millî iradeye karşıydı. Siyasiler bunu kavrayabilse bu noktalara gelmezdi. 28 Şubat’ta bir de on binlerce insan var. Fişlenenler, ordudan ihraç edilen, üniversitelerden atılanlar, yeşil sermaye diye ambargo konanlar. Anadolu sermayesi tasfiye edilmek istendi. Bütün bunlar suçtur. Anayasa ve yasalar ihlal edilmiştir. Hele askerlerin yaptıkları idamla yargılanmayı gerektiren suçlardır. Bunlara yardım ve yataklık edenler de o suçun yardımcı unsuru, faili oluyorlar.



-Suç duyurusunda bulunmak için neden 15 yıl beklediniz?



İlk suç duyurusu bizimki değil. 10 yıldan fazla zaman geçti, her yıl suç duyurusunda bulunuldu.



-Savcılar niçin harekete geçmedi?



O da kamu görevlisi, o da devletten maaş alıyor ama kamu vicdanına aykırı, anayasaya aykırı davranışlar mutlaka mahkemelerde yankısını bulur. Bizim dilekçemiz daha derli toplu, siyasi olmaktan ziyade hukuki. Mufassal bir dilekçe, en derli toplusu, o açıdan yankı buldu. Bir de bireysel başvurular oldu, bizimki bir bakıma kurumsal, bu haksızlığa siyasi bir parti ilk defa müdahil oluyor. O dönem mağdur olanların hakkını dile getiriyor. Kimsenin işlediği suç yanına kâr kalmasın, bundan sonra Türkiye’de böyle şeyler olmasın istiyoruz.



-Omuz atmalar, küfürler var… Erbakan’a neden hakaret ettiler?



Milletvekiliydim. Bu işler aleniydi. Milletin oy vererek başbakan yaptığı insan gözden düşürülecek, ‘sizin oy verdiğiniz insan bu mu, bu hiçtir’ denilecek hakaretler yapıldı. Adam Artvin’de asker, kendisi ile alakası olmayan işlere giriyor. Millet, devlet geleneğinde olmayan bir şey yapıyor, başbakana hakaret ediyor. O dönemde suç duyurusu yapıldı ama Genelkurmay harekete geçmedi. Komutanların yargılanmaları ile ilgili bir prosedür var. Şimdi kanunlar değişti, sivil savcılar soruşturma yapıyor. Yine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ağza alınmayacak hakaret ediyor, küfürler ediyor, ‘Habis ur’ diyor, ‘Kan emiciler’ diyor. Savcının böyle bir şeye hakkı yok. Biz ceza davası açılsın dedik, Yargıtay Birinci Başkanlar Kurulu’nun izni gerekiyor, onlar da izni vermediler. Birinci Başkan Mehmet Uygun’du, toplandılar ‘Haklısınız ama yargılama yapamayız’ dediler. Askerin içindeki çete, yargıyı da, siyaseti de, medyayı da, iş dünyasını da etkiledi. Bu işin siyaset, sermaye ve medya ayağı vardır.



-Sivil uzantılarla ilgili yeterince bilgi belge var mı? Onlara neden dokunulamıyor?



Çok açık ortada, biz dilekçeyi vererek savcılık makamına intikal ettirdik, savcılık gerekeni yapacaktır. Çalışmalarımız sürüyor. Delil ve belge topluyoruz, bunları da savcılık makamına vereceğiz. Savcılık makamı da kendi çalışmasını yapacaktır. Siyasi uzantı, sermaye grupları kim varsa onlarla ilgili delilleri koyacağız. Her cümlenin arkasında delil olacak.



-Ne tür deliller koyacaksınız?



Bir kere dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, televizyonlara çıkıp ‘Bu darbedir, postmodern bir darbedir’ diyor. Bundan daha büyük bir delil olabilir mi? Jandarma komutanlarından biri Mesut Yılmaz’a ‘Biz müdahale etmesek sen zor başbakan olurdun’ diyor. Bir de BÇG yapılanmasının aslı Emniyet’te, Cumhurbaşkanlığı’nda var. Hatta Genelkurmay’da da vardır. Savcılık bunları isteyecektir. H. Celal Güzel’e, bu illegal yapının belgelerini basın toplantıları ile deşifre etti diye hapis cezası verdiler. Mahkeme orijinal kayıtlarını isteyince bu sefer ‘yok’ dediler.



-Tanklar çıkmadan hükümet devrildi. Gazeteciler kullanıldı. Medya ile ilgili nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?



O gün cuntayla işbirliği hâlinde olanlar vardı. Savcılık kim ne yapmışsa onları çağıracaktır. İllegal yapılanma, milletin iradesine karşı darbe yaptı. Basından, sermaye çevrelerinden ve STK’lardan yardım ve yataklık edenlere de hesap sorulacak. Adam ‘Beşli çeteydik’ kitabını yazıyor. Bir genel yayın yönetmeni ‘Bu sefer silahsız kuvvetler halletsin’ diye manşet attı. Kim verdi bu manşeti? ‘Gerekirse 4 milyon kişiyi öldürürüz’ diyor bir askerî yetkili. Kim bu askerî yetkili? Genelkurmay’a kimin çağrıldığı, kimin geldiği, telefon kayıtlarından, giriş-çıkışlardan bellidir. Bunun sonucunu hukuk söyleyecektir.



-Ergenekon davalarını etkilemeye yönelik yayınlar var. 28 Şubat soruşturması da akamete uğratılabilir mi?



2007’de yapılan seçimlere kadar AK Parti’ye karşı psikolojik harekât uygulanmıştır. 22 Temmuz’dan sonra psikolojik harekâtın ivmesi kırılmıştır. Cumhurbaşkanı ve anayasa referandumundan sonra süreç demokrasiden yana işlemeye başlamıştır. Ancak o odaklar hâlâ vardır ama eskisi kadar güçlü değildir. Fırsatını buldular mı aynısını yaparlar. Bu işi yapanlar, yönlendirenler varlığını sürdürüyor.



-Bazı siyasiler özgüven içinde. Siz de artık ‘Bitti bu iş’ diyor musunuz?



Şu andaki durum milletin demokrasiyi sevmesi, siyasi iradenin gücü karşısında illegal yapıların geri adım atmasıdır; ama bunların hukuken tasfiyesi henüz yapılmamıştır. Düşünebiliyor musunuz, 1960 darbesi ile kurulan kurumlar 12 Eylül’de daha güçlü hâle getirilmiş. O sistematik yapı devam ediyor. Bu kadar siyasi gücü elinde tutmuşken, 10 yıllık da iktidar tecrübesi varken AK Parti’ye düşen görev demokrasiyi kurumsallaştırmaktır. AK Parti’nin yapacağı daha çok şeyler var. AK Parti anayasa değişikliğini ciddiye almalıdır. MGK ve Askerî Şûra anayasal kurum olmaya devam ettikçe bu demokratikleşme süreci tamamlanmış olamaz. İllegal yapılar anayasadan istifade ettiler; siz suç işleyenleri yargılıyorsunuz ama bu bozuk yasal yapı aynen devam ediyor. Kurumların başındakileri değiştirerek düzelme olmaz, kurumları düzeltmek gerekiyor. Şu anda TSK içinde sayısını bilmediğimiz kadar ekip ve cunta heveslileri vardır. Yeni anayasa yapılmazsa süreç ters dönebilir. Hiç şüpheniz olmasın. Dış uzantılar da var ve hâlâ güçlüler. Fırsat bulsunlar ayağa kalkarlar. Bunu önlemenin yolu darbelerin hukuki yolunu kesmektir. Askerî okullardaki yetişme tarzı da değişmeli. Askerî okulların eğitimini yeniden sivil irade ile birlikte düzenlemek gerekiyor.





--------------------------------------------------------------------------------



28 Şubat’ın suç dosyası

Şeref Malkoç’un suç duyurusunda Çevik Bir, Doğu Aktulga, Erol Özkasnak, Teoman Koman, Ahmet Çörekçi, Güven Erkaya (öldü), İlhan Kılıç, Erdal Ceylanoğlu cürüm işlemek amacıyla örgüt kurmakla suçlanıyor. Kemal Gürüz, Refik Baydur, Rıdvan Budak, Derviş Günday, Fuat Miras, Bayram Meral ve Ertuğrul Özkök gibi bazı isimlerin de suç ve suçluyu övme, suça yardım ve yataklıkla yargılanması isteniyor. İşte dosyadaki diğer suçlamalar:



TSK kullanılarak 54. hükümet cebren düşürülmeye çalışıldı ve kısmen dahi olsa çalışamaz duruma getirildi.

Meşru hükümet, bazı medya organları aracılığıyla ‘Gerekirse silah kullanırız’ diye tehdit edildi.

‘Demokrasiye balans ayarı yapıyoruz’ diye açıkça görev dışına çıkılarak siyaset yapıldı.

Deniz Kuvvetleri’nde Batı Çalışma Grubu adı altında yasa dışı bir birim oluşturularak burada kamu görevlileri ve siviller fişlendi.

Yargı organları brifinge çağrılarak yargı etkilendi.

Abdullah Öcalan’ın ifadelerine eklemeler yapılarak bazı gazeteciler ve siyasetçilerle ilgili yalan haberler üretildi, hedef gösterildi.

Zırhlı birlikleri meskun mahalde yürüterek halkta infial oluşturdular, ellerindeki silahlı birliklerle meşru hükümeti tehdit ettiler, hükümeti cebren iş bırakmaya zorladılar.

Siyasi demeçlerle ordu içi disipline ve memuriyet meslek ve sıfatına aykırı davrandılar, açıkça siyaset yaparak disiplin suçunu defalarca işlediler.

Basın, iş dünyası ve akademik çevrelerle ilişkiye girerek meşru hükümet aleyhine kampanya yaptılar.

Yasalarda olmayan bir başörtüsü yasağı ile üniversitelerde eğitim ve öğretimi engellediler, binlerce öğrenciyi mağdur ettiler.

Halkın bir kısmını, ‘dindar’ olarak nitelenen kesimlere karşı alenen kışkırttılar

1 Mart 2012 Perşembe

AKIN BİRDAL SUİKASTİ: BİR ANDIÇLADI, HÜRRİYET YAYINLADI, MİT VURDU

20 Şubat 2012 / İDRİS GÜRSOY,


Siyasi cinayet ve suikastların zirve yaptığı 28 Şubat sürecinin mağdurlarından biri de dönemin İHD Başkanı Akın Birdal’dı. 6 kurşuna rağmen hayatta kalan Birdal, olayın hâlâ aydınlatılmadığını söylüyor.

Karşımda ve elini sıkabiliyorum. Eğer üzerine boşaltılan iki şarjör mermiden sağ kurtulmasaydı, Hrant Dink gibi o da aramızda olmayacaktı bugün. İnsan Hakları Derneği’nin eski başkanı ve milletvekili, 28 Şubat’ın en büyük mağdurlarından Akın Birdal’dan bahsediyoruz. Birdal, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in hazırlattığı andıcın Hürriyet’te yayımlanmasından 12 gün sonra silahlı saldırıya uğradı. Vücuduna 6 kurşun isabet etti. Ölümden döndü. Gündüz ortasında, Ankara’nın göbeğindeki suikast girişiminin tetikçileri yakalandı; ancak daha fazla derine inilemedi. Birdal, bir eski emniyet müdürünün faili meçhul cinayetlerle ilgili sorgulama sırasında “Birdal’ı MİT vurdu” açıklamasına dikkat çekiyor. “MİT içindeki bir grubun suikastla ilişkisini araştırması için buradan savcılara suç duyurusunda bulunuyorum.” diyor. Cezaevinde şüpheli şekilde hayatını kaybeden MİT’çi Kaşif Kozinoğlu’nun ve Metin Ataç’ın da suikast davasında azmettiriciler arasında olduğunu açıklıyor.



15 yıl önce, 28 Şubat sürecinde postmodern bir darbeyle Refah-Yol hükümeti düşürüldü. Dönemin öne çıkan bir yüzü ise siyasi cinayetler, suikastlar ve kayıpların zirve yapmasıydı. Birdal, 28 Şubat ve andıç belgesi ile ilgili 3 kez suç duyurusunda bulundu, sonuç alamadı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. İttihat ve Terakki ile başlayan tetikçi anlayışın bugün de sürdüğünü belirten Birdal, Dink cinayeti ve Uludere’nin de derin yapıların işi olduğunu ileri sürüyor. Kurumlar illegal faaliyetlerden arındırılmazsa yeni suikastlar ve sabotajların gelmesinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Birdal’a 28 Şubat dönemi ve süren darbe davalarını sorduk.

-Suikast ve bombalamaların derin bağlantıları ortaya çıkıyor. Nereden geliyor bu yapı?




İttihat ve Terakki’nin ırkçı, ayrımcı geleneği günümüze kadar sürmüştür. İttihat ve Terakki kapandığı yerde yeniden başlamış. Talat, Enver ve Cemal Paşa’ların ruhu aslında hep taşınmış, militarist otoriter rejim içinde gelişmiş, herkes ona sığınmış.



-Size silahı doğrultup ateş edenler de İttihatçı zihniyete mi sahipti? Neden sürüp gidiyor bu devlet bağlantılı illegal eylemler?



Kuşkusuz. Bizim coğrafyamız, zengin etnik toplulukları ve kültürleri bir arada yaşatıyor ama bunu zenginlik olarak saymıyorlar. Rejime müdahale etmek isteyenler, kendi otoriter ve militer iktidarını kurmak isteyenler, tam tersine bunu zemin olarak kullanıyor. Farklı olanlara sürekli düşmanlık gösteriliyor. Ermenilere, Yahudilere, azınlıklara... Sonra komünistlere, sonra Müslümanlara. Hep düşman yaratılmış. İç ve dış... Yoksa da üretiyor.



-Önce hedef gösteriliyor, sonra vuruluyor, darbeye karar verilip zemin hazırlanıyor? Sivil uzantıları da olan ortak bir akıl mı var?



Ortak akılsızlık projesi var. Ortak bir komplo, bir suç ortaklığı, akıl tutulması ortaklığı var. Çünkü akıllı insan kendi insanına, ülkesine bu kadar zulmetmez. Kendi iktidarlarını koruyabilmek için uluslararası bağlantıları ve işbirlikçileri var ve bu sürüyor. Örneğin Sabahattin Ali, siyasi suikast sonucu öldürülmüştür. Bu suikastlar zinciri o günden günümüze geliyor. Sabahattin Ali suikastı aydınlatılsaydı pek çok aydın hayatını kaybetmeyecekti. Suikastlarla vidalar gevşiyor, sıkmak istiyorlar.



-Bu eylemler hep amacına ulaşıyor? Neden?



Yüzleşilmediği, hesaplaşılmadığı ve yapanların yanına kâr kaldığı için... Mesela, 60’la hesaplaşılsa 71 olmazdı.



-Devlet içindeki hukuk dışı yapılar nereden güç alıyor?



Soğuk Savaş döneminde NATO üyesi ülkelerde hep hukuk dışı yapılar oluşturuldu. Türkiye dâhil… Adları değişik ülkelere göre. Türkiye’de kontrgerilla, kılık kıyafetini, ismini değiştirdi; bazen Ergenekon, bazen TİT, bazen JİTEM olmuştur ama hep o örgüttür. Soğuk Savaş sonrası bütün ülkeler bu hukuk dışı yapıları ya tasfiye ya minimize ettiler ya da AB hukuku diye geri plana ittiler. İki ülkede, Türkiye ve Almanya’da bu örgütler tasfiye edilmedi. Almanya’da da korunuyor ama arka plana itildi. Gerektiği zaman ucunu gösteriyor ama bizde bu korunuyor hâlâ.



-Kim koruyor?



Bürokrasi ve anayasal, yasal sistem bu illegal yapıları koruyor. Fanus gibi.



-Ergenekon davalarından sonra da ‘Hâlâ korunuyorlar’ diyor musunuz?



En son Uludere’de 34 vatandaşımız öldürüldü. 16, 17 yaşında gençler. Aileler feryat ediyor. ‘Katilleri, failleri bulun’ diyor. Her şey en ince ayrıntısına kadar kontrol ediliyorken nasıl vuruldu bu insanlar? Failler ortaya çıkarılırsa çok önemli bir adım olacak. Uludere konusunda uçakları kaldırtan, bombalama emrini veren kim? Bunlar somut sorular. Açığa çıkarılmalıdır. Uluslararası güçler de içerideki bu illegal yapılara ihtiyaç duyuyor ve onları kullanmak istiyor. Bunları ortadan öncelikle kaldırmak gerekiyor.



-Demokratik ülkelerde sivil yapılar bu tür yapılara karşı tavır alıyor. Bizde medya ve sivil toplum örgütleri 28 Şubat’ta ve süren davalarda nasıl bir sınav verdi?



Biat ediyorlar ve ortak oluyorlar. Güce tapma. İtalya’da gladyoyu açığa çıkaran savcı, ‘Basının, hukukun, demokratik kamuoyu ve siyasi iradenin gücünü arkamıza aldık’ diyor. ‘En önemlisi siyasi irade’ diyor. Bizde medyanın gücüne bakın? Demokratikleşme konusunda bir şey yapıyor mu?



-Neden yapmıyor?



Bizdeki medya devletten palazlanmıştır, devletin otoritesi karşısında sessiz kalmıştır.



-Siyasi güç…



Siyasi iradenin gücü heba ediliyor. Parlamentoda İttihat ve Terakki’den günümüze bir yüzleşmenin gerçekten zemini yakalanmıştı. Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu kurulamadı.



-28 Şubat geri dönebilir mi?



Her zaman cesaretlendirici ortam söz konusu. Kimi cuntalar tasfiye edildi ama başka cuntalar hâlâ var.



-28 Şubat’ta hedef irtica adı altında Müslümanlardı. İnsan Hakları Derneği neden hedef alındı?



28 Şubat kararlarına baktığımızda irtica tehdit gösteriliyor ama bütün muhalefet düşman ediliyor, bastırılmak isteniyor. Bir kısım kararlar açıklandı. Sonra andıçlar hazırlanmaya başladı. İlk andıç Genelkurmay Karargâhı’nda hazırlandı, muhalif partiler, muhalif gazeteciler, muhalif sivil toplum örgütleri ve kişiler hedef gösterildi. Manşetlere çıkarıldık. Şemdin Sakık’a aitmiş gibi ifadeler servis edildi. Bu andıcın altında Çevik Bir’in imzası vardı. Erol Özkasnak da bunu medyaya servis etti. Yayın yönetmenlerinden biri servis edileceğini öğrenince gazeteden çıkmış, doğrudan onu göremeyince servis edemediler.

-Bazıları yayımladı ama…




Yayımlayanlardan biri, şimdi CHP Milletvekili Oktay Ekşi, ‘Alçakları Tanıyalım’ diye yazı yazdı. Sonra aynı gazete ve kişiler Hrant Dink’i de hedef gösterdi. Hrant’ın öldürülme sürecini de Hürriyet başlattı.



-28 Şubat sürecinde siz bir anda kendinizi gazete manşetlerinde gördünüz. Neden?



8 asker PKK’nın eline geçmiş, aileler başvurmadık kapı bırakmamışlar. En sonunda Fethullah Erbaş, Mazlum-Der ve İnsan Hakları Derneği’ne konu geldi. Bir araya geldik, dağlara 8 askeri alabilmek için gittik. Bunun üzerine hedef gösterildik, gözaltına alındık, en sonunda da saldırıya maruz kaldık.



-Hedef gösterme ve saldırı arasında bir bağ var mı?



Organik bir bağ var.



-Sivil uzantısı kimlerden oluşuyor?



Bürokrasi, sivil bürokrasi. 28 Şubat’ta işlenen suçun failleri medyada, kışlada, iş alanında, yargıda, MİT’te yahut her neredeyse açığa çıkarılmadı.



-Bürokraside nasıl bir ayak var?



Bir olay anlatayım. 1993’te Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk’tu. Uluslararası bir Kürt konferansı düzenleme kararı aldık, herkesi ziyaret ettik. Başta cumhurbaşkanı, meclis başkanı, siyasi partilerin genel başkanları. İptal edildi. Viyana’dan döndüm, Cindoruk’a sordum: ‘Nasıl olur?’ Cindoruk bana ‘Bürokrasi’ dedi. Bu bürokrasiyi siz ister Ergenekon ister derin güçler olarak adlandırın.



-Manşetlerden hedef gösterilince nasıl etkilendiniz?



Zaten sürekli tehdit ediliyorduk, telefonlarla, mektuplarla… Yayından sonra tehditler çok arttı. Koruma vermediler. Telefonlarımız dinleniyordu. O günlerde sabah çıkıp akşam dönememe kaygısı vardı. Sanki seremoniydi eşimle ayrıldığımız anlar.



-Andıcın amacı neydi?



Amaç, sizin üzerinizden başkalarını tehdit etmek, korkuyu egemen kılmak.



-Suikast nasıl oldu? Tetikçi olduklarını anlayamadınız mı?



13 gün sonra, güpegündüz saldırıya uğradım (28-29 Nisan’da andıç haberleri yayımlandı, 12 Mayıs’ta saldırı oldu). Ben bir gözlemci olarak mahkemeye gitmiştim, öğlene doğru İnsan Hakları Derneği’ne merkez yürütme kurulu toplantısı nedeniyle geldim. İki kişinin geldiğini söylediler. 1 Mayıs’ta eyleme katıldıklarını, şiddete maruz kaldıklarını, birinin sağlık sorunu olduğunu, hukuki yardım istediklerini falan anlattılar. Ama görür görmez “İşte katilim bunlar!” dedim. Her çevreden mağdurlar gelirdi, hepsinin sorununa eğilirdik, hiç kaygı duymamıştım. Onları görür görmez tedirgin oldum. Çay falan söylemedim, başımdan defetmek için. Teşekkür edip kalktılar, çıkıyorlardı ama dönüp kurşunladılar, kapıyı kapattım. Sonra içeri girip ikinci şarjörü boşalttılar üzerime. Bilincimi yitirmemiştim, her kurşun girdiğinde yerde yuvarlanıyordum isabet almayayım diye. 6 kurşun girdi ve çıktı.



-Tetikçiler yakalandı. Suikast çözüldü mü?



İki tetikçiyi teşhis ettim, bunların ilişkileri açığa çıktı. İlk azmettiren Çevik Bir, andıçta onun imzası vardı. Sonra 12 kişi yakalandı. Tetikçileri ben teşhis ettim, iki kişiydiler. Vurdurtanlar önemliydi. MİT’çi Kaşif Kozinoğlu, benim davanın azmettiricilerindendi. Yavuz Ataç ve Kozinoğlu’nun üzerine kimse gidemedi.



-Cezalandırıldılar ama…



Bunlar 9-19 yıl arası hüküm giydiler. İki buçuk yıl sonra hepsi çıktı, Rahşan affı ile. Cengiz Ersever, Semih Tufan Günaltay şu anda Ergenekon davasında tutuklu, bunlar başbakana suikast davasından içeri alındılar.



-Hrant Dink suikastı ve sonrasındaki gelişmelere çok benziyor.



Aynı Dink suikastı gibi. Hrant’ı öldürenlere de ‘Sizi iki buçuk yıl sonra çıkaracağız, ailenizin ihtiyacını karşılayacağız’ dedilerse, iki delikanlı çıkar vurur. Bakın Ankara’da Hanefi Avcı ifade verdi “Akın Birdal’ı MİT içinde bir grup vurdu.” diye. Onun üzerine gidilmedi. Ben buradan cumhuriyet savcılarına soruyorum: Bunu neden kabul etmiyorlar? O gün beni MİT’ten vuranlar kimler? Mehmet Eymür’ün ifadeleri var. “MİT içinde bir grup vururken yapmayın, etmeyin dedim ama önleyemedim.” diyor. Bunu Türkiye, hukuk devleti olacaksa çözmeli.



-Andıcı hazırlayanlar, yayımlayanlar ve vuranlar yollarına devam ediyor. Nasıl oluyor?



En vahim olanı bu. Kimse kendinden başlamadı. CHP içindeki ilerici arkadaşlara diyorum, kendi içlerinde kim nedir, ne yapmıştır, bir komisyon oluştursun, AK Parti de oluştursun, herkesin kendi halısının altından başlaması lazım. Neden yüzleşilemiyor? Hepsinin halısının altını bir kaldırsınlar. Bunu yapamıyorlar. Hiç kimse için güvence yok bu ülkede. Ama Ergenekon soruşturmalarından sonra herkesin yaptıklarından sorumlu tutulabileceğine dair bir fikir oluştu. Davalar sonuçlandırılmalı bundan sonra. Sonuçları kamuoyuna açıklanmalı.



-İnternet andıcına, Ergenekon davalarına hâlâ inanmayanlar var?



6-7 ameliyat geçirdik. Yıllarca kolumu kullanamadım. Yurtdışında müdahale olmasa belki hiç kullanamayacaktım. Kurşun sinirlerden geçmiş. Ergenekon davalarından önce babalarının çiftliği gibi kullanıyorlardı devleti. Bu ülkeyi biz kurduk, biz yöneteceğiz’ anlayışı biraz sarsıldı, cuntaların biraz üzerine gidildi ancak bu anlayışı kıracak süreç iyi yönetilemezse tersine döner ve büyük bir kaotik ortam doğar. Türkiye kendini bir de savaş içinde bulursa bu süreci kaldıramaz. Ne kardeşliği sağlayabilir ne hukuk düzenini ne de Ergenekon davaları sonuçlanabilir. Demokratik bir idareye kavuşmadığı için her zaman her tehdit de söz konusudur.



-Yer altından suikast planları ve silahlar çıkıyor. Ne hissediyorsunuz?



Korkunç tabii, şimdi kafatasları çıkıyor Diyarbakır’da. Kıyamet koparmak gerekiyor. DNA testleri ile ne zamana ait olduğunu hemen çıkarmak mümkün, o dönemde hangi asker, kolordu komutanı, hangi vali görevdeydi hemen çıkarmak lazım. Seyrediyoruz.



-28 Şubat yargı karşısına çıkarılabilir mi?



28 Şubat bize değil, hepimize dokundu, refleks göstermeliyiz, hesaplaşmak istemeliyiz. 28 Şubat’la ilgili soruşturma açılırsa ben de müdahil olarak başvururum. İki kere savcılığa başvurduk, soruşturmaya gerek görülmedi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde 28 Şubat, andıç ve suikast davası sürüyor. Dava kabul gördü. Belki orada bu süreç mahkûm edilecek.



-Darbeler ülkeye nasıl bir zarar verdi? 12 Eylül’den sonra İnsan Hakları Derneği’ni neden kurdunuz?



12 Eylül, bir tsunami gibi ülkenin üzerinden geçti. Dernek, darbeden sonra ‘Ne yapabiliriz?’ arayışı içinde 1986’da kuruldu. Darbede 650 bin kişi sorgudan, işkenceden geçti. 170 kişi işkencede öldürüldü. 30 bin kişi yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Üzerinden 30 yıl geçmesine karşın, darbecilerin getirdiği anayasa ve yasaların yürürlükte olması bizim için bir ayıptır, bir züldür. Umuyoruz ki sivil bir anayasada mutabakat sağlanmadan masadan kalkılmaz.





--------------------------------------------------------------------------------



Genelkurmay Andıç’ı kabul etti!

Şemdin Sakık yakalandıktan sonra 24-25 Nisan 1998 tarihli gazetelerde Sakık’a ait olduğu iddia edilen ifadelere atfen “Akın Birdal’ın PKK ile ilişki içinde olduğu, Apo ile defalarca telefonda görüştüğü, Apo’nun kendisine para gönderdiği ve ‘O benim Türkiye’deki tabancamdır’ dediği” haberleri çıktı. Bu haberlerden yaklaşık iki hafta sonra suikast gerçekleştirildi. Daha sonra gazetelerde yayımlanan ifadelerin Sakık’a ait olmadığı anlaşıldı. Sahte ifadelerin yer aldığı “Andıç” başlıklı “Güçlü Eylem Planı” isimli ve Çevik Bir imzalı belgeyi ilk kez gazeteci Nazlı Ilıcak yayımladı. Belge, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak tarafından gazetelere servis edilmişti. Genelkurmay Başkanlığı, Andıç’ın “Karargâh içi bir çalışma olduğunu” ve uygulamaya konulmadığını savundu. Birdal, 30 Kasım 2000’de andıçta imzası bulunan Çevik Bir hakkında suç duyurusunda bulundu. Bir’in “suç işlemek amacıyla yasa dışı silahlı örgüt kurma, insan öldürmeye azmettirme, suç işlemek için tahrik etme, hakaret ve iftira” suçlarından cezalandırılmasını istedi.





--------------------------------------------------------------------------------



Hanefi Avcı: Birdal’ı MİT vurdu

Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, faili meçhul cinayetler kapsamında Ankara’da verdiği ifadede Akın Birdal’ı MİT’in vurduğunu öne sürdü. Avcı, ‘illegal yapılanma’ olarak tanımladığı grubun içinde Mehmet Eymür, Kaşif Kozinoğlu, Duran Fırat, Yavuz Ataç, Yeşil ve Semih Tufan Günaltay gibi isimlerin olduğunu açıkladı.





--------------------------------------------------------------------------------



Tetikçiler girdi, çıktı

12 Mayıs 1998’de İHD’nin Ankara’daki genel merkezine gelen iki genç, dernek başkanı Akın Birdal’a kurşun yağdırdı. Suikastı Türk İntikam Tugayı (TİT) adlı örgüt üstlendi. Suikasttan sonra yakalanan sanıklardan Uzman Çavuş Cengiz Ersever, Semih Tufan Gülaltay ve eski MİT’çi Cemal Kulaksızoğlu, TİT’in önder kadrosu olarak öne çıktı. Suikasttan sonra tetikçi Bahri Eken ile Hasan Hasanoğlu, Mehmet Cemal Kulaksızoğlu ve Semih Tufan Gülaltay’a 19 yıl 2 ay, Cengiz Ersever’e 18 yıl 10 ay 20 gün, Kerem Deretarla’ya 12 yıl 2 ay, Demir Demirok’a 10 yıl 10 ay, Ekrem Santulu’ya 1 yıl 8 ay, Mehmet Furkan Ek ile emekli Binbaşı Namık Zihni Ozansoy’a onar ay hapis cezası verildi. Sadece 4,5 yıl yatan sanıklar aftan yararlandı. Gülaltay, 2008’de Ergenekon soruşturmasının 4. dalga operasyonunda gözaltına alındı ve hâlen bu davada yargılanıyor.