6 Ağustos 2015 Perşembe

BEDİÜZZAMAN HAKKINDA EN ÇOK KUMPAS DAVASI AÇILAN ALİMLERDEN BİRİYDİ


Zulmün dönme dolabı



Zulmün dönme dolabı
 
İDRİS GÜRSOY, 23 MART 2015, AKSİYON 
 
Masum insanlara karşı dolap çevirme anlayışı yeni değil. Sadece aktörleri değişti. Bediüzzaman Said Nursi, hakkında en çok kumpas dava açılan Âlimlerden biriydi. son dava vefatından 2 yıl önce açılmak istendi. Nazilli bahane edilerek talebeleri gözaltına alınmıştı.
Twitter fenomeni Fuat Avni, 7 Haziran seçimleri öncesi Hizmet Hareketi’ne yönelik yeni bir planı deşifre etti: Hizmet Hareketi, ev ve müesseslerine silah ve mühimmat konularak silahlı örgüt kapsamına sokulacak. Ardından da 7 Haziran seçimleri öncesi silahlı terör örgütü ilan edilecek.
Masum insanlara kumpas kurma anlayışı yeni değil. Sadece aktörler değişti. Bugün cemaat evlerine silah ve mühimmat koymayı planlayanlar dün o evlere, Nur talebelerini tahrik için İslam’a hakaretle dolu gazeteleri postalıyorlardı. 23 Mart 1960’ta hayata gözlerini yuman Bediüzzaman Said Nursi, dünyada hakkında en çok kumpas kurulan ve dava açılan âlimlerden biriydi. 700 davanın 200’ü DP dönemindeydi. Tek parti dönemindeki bütün davalardan beraat etmişti.
Ölümünden önceki son dava 1958 Ankara davasıydı. Nazilli’de Nur talebelerine bir kumpas kurulmuş, onun üzerinden İstanbul, Ankara ve Isparta’da 10 Nur talebesi gözaltına alınmıştı. Asıl hedef Bediüzzaman’dı.
Ege bölgesinde mahalli bazı gazetelerde İslam aleyhine hakaretlerle dolu tahrik edici yazılar yayımlandı. Bunlar Risale-i Nur satan bazı dükkânlara gönderilerek Nur talebeleri galeyana getirilmek istendi. Nazilli’nin Güneyköy ilçesinde iki Nur talebesine ‘din propagandası’ yapıyorlar diye saldırıldı. Bir masum vatandaşa tuzak kurularak ifadesi çarpıtıldı. Adliyeye suç duyurusunda bulunularak gözaltına aldırıldı. Mahalli gazetelerde çıkan Nur talebeleri ile ilgili yalan haberler daha sonra Ankara ve İstanbul’daki bazı gazetelerde yayımlandı. Bediüzzaman için, “Yeniden tarikat kuruyor” deniliyordu.
Said Nursi, talebeleri Zübeyir Gündüzalp ve Ceylan Çalışkan’a bütün bu iddialara cevap olacak bir yazı yazdırarak Ankara’da dağıtılmasını istedi. 5 bin adet basılan açıklamada, Bediüzzaman’ın Nazilli’ye hiç gitmediği belirtiliyordu. Üstad’ın talebeleri ayrıca Başbakan Adnan Menderes’e de bir mektup yazarak DP iktidarını ‘tuzağa düşmemesi’ konusunda uyardılar. Ancak kumpas etkili olmuş, gazetelerde çıkan haberler üzerine adliye ve idare harekete geçirilmişti bile. Ankara’da dağıtılan bildiride ismi bulunan Tahiri Mutlu, Zübeyr Gündüzalp, Bayram Ceylan, Mustafa Çalışkan, Mustafa Sungur tevkif edilip Ankara Cezaevi’ne gönderildi. ‘Ankara Davası’ beraatle sonuçlandı. 65 gün cezaevinde kalan Nur talebeleri tahliye edildi.
Said Nursi ve talebeleri, ‘şeytani ve zalimane’ dedikleri saldırılara hukuk çerçevesinde cevap verdiler. Başbakan Adnan Menderes’e ve kamuoyuna Nazilli’de nasıl kumpas kurulduğunu anlatmaya çalıştılar. 1958 yılı Mayıs ayında Nazilli Nur talebelerinden Ahmet Feyzi Kul, Mehmet Yavuz ve Yusuf Özdin imzası ile Başbakan Adnan Menderes’e yazılan mektupta; “İslam’a ve Nur talebelerine hakaretlerin olduğu bir yayınla bazı kişiler kışkırtılmak istenmiş, yalan yanlış bilgilerle tanzim edilen bir şikâyet dilekçesi ile idare ve adliye harekete geçirilmiştir.” deniyordu. Mektupta, Akis, Ege Ekspres, Vatan ve Dünya gibi gazetelerin isimleri verilerek; “Son günlerde gazetelerin memleketi velveleye verecek tarzda yaptıkları yaygaralı neşriyatta haber verdikleri Nazilli hadisesi bir tertip ve komplodur.” ifadesi de dikkat çekiyordu.
Nur talebeleri Menderes’e yazdıkları mektupta ise Nazilli’de kurulan ‘kumpas’ı aşama aşama deşifre ediyorlardı. Devletle vatandaşın arasının açılmak istendiğine dikkat çekiyor ve Menderes’i uyarıyorlardı:
“Muhterem Başvekil, bu hareketlerden takip edilen maksat malum. Nurcu denilen ve memleketine ve bugünkü samimi ve vatanperver idareye ciddiyetle bağlı bulunan bu temiz insanlarla devlet iradesinin arasını açmak ve bu suretle DP idaresi saflarından bu vatandaşları ayırarak DP’yi zayıflatmak hem de düşmanları olan bu temiz niyetli insanları çalışmaz hâle getirmek suretiyle gelişmekte olan iman cephesinin kuvvetlenmesine mâni olmak, malum ve mahut gazetelerin hadiseyi ne kadar şişirdikleri ve müdafaasız olan zavallı Müslüman halkı ne kadar ağır ittiham ve hakaretlerin tazyikine maruz bıraktıkları ve hükümeti harekete getirmek için ne kadar gayret sarf ettikleri hadisenin ne derece mürettep olduğunu gösterir.

Muhterem Başvekil, biz sizi bu masum ve bu aziz memleketin hayrına ve hizmetine nefsini vakfeden bir kahraman biliyoruz. Hasımlarınız ne derse desin sizi Cenab-ı Hakk’ın bu millete ihsan ettiği, bu mazlum millete acıdığı için bahşettiği bir İlahi atıfet olarak kabul ediyoruz. Şimdiye kadar bu milletin lisanını ve davasını ve bu milletin istikbalinin ifade ettiği mana ve istikameti sizin kadar hazakat ve kiyaseyle kimse anlamadı. Bu memleketi ve bu aziz milleti hakiki manası ile seven bir halisiyeti mücesseme olduğunuz ve hakiki bir vatanperverlik timsali bulunduğunuz hakkında kanaatimize samimiyiz. Bizi zalimlerin suikastları ile baş başa bırakmayacağınıza eminiz.
Derin saygılarımızla.” 7.4.1958 Nazilli Nur talebelerinden. Ahmet Feyzi Kul, Mehmet Yavuz, Yusuf Özdin.
Bediüzzaman Said Nursi, hayatını sürgünler ve hapishanelerde geçirdi. Üstad, çok sıkıntılı şartlar altında Risâle-i Nurları yazdı. Eskişehir, Denizli ve Afyon mahkemelerinde yargılandı ve beraat etti. İftiralar atıldı. Talebeleri tutuklandı. Bediüzzaman, bütün bu saldırılara boyun eğmedi.
1929-30’larda Barla’da Hz. Üstad’ın kendi tamir ettiği mescidine yapılan saldırıdan sonra şöyle demişti:
“Ölümüm sizin başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumun yüzer sümbüller vermesi gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakikati haykıracaktır. Ey din ve ahiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlahi’den ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var. Ben bütün tahdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu ayeti okuyorum: (Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara ‘Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun’ dedikleri zaman onların imanı ziyadeleşti ve ‘Allah bize yeter; O ne güzel vekildir’ dediler.) (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)”

MEHMET BARANSU'NUN HİKAYESİ HENÜZ BİTMEDİ

Baransu, Samet Kuşçu'ya benzer mi?


Baransu, Samet Kuşçu'ya benzer mi?
Balyoz Davası’nı başlatan gazeteci Mehmet Baransu’nun tutuklanıp darbeye adı karışan subayların tamamının serbest bırakılması, tarihe ikinci Samet Kuşçu vak’ası olarak geçebilir. Ancak hemen belirtelim ki Kuşçu’nun hikâyesi tutuklanmakla bitmemişti.
Gazeteci Mehmet Baransu’nun ellerine kelepçe vurulması haberini CNNTürk, ‘Balyoz’un tek tutuklusu’ başlığı altında, ‘Davada herkes tahliye oldu, süreci başlatan Taraf yazarı cezaevinde’ alt yazısı ile verdi. Balyoz, Yargıtay tarafından da onanmış, cezaları kesinleşmiş bir darbe davasıydı. Darbe gerçekleşse pek çok AK Partili siyasetçi ile çok sayıda sivil, senaryoda zikredildiğine göre tutuklanacaktı. Baransu, 2010 yılında 1. Ordu’daki ‘plan semineri’ni haber yaptı ve Ergenekon davalarıyla birlikte Balyoz da yargılama konusu oldu. AKP’ye muktedir olma yolu bu davalardan sonra açıldı.
Balyoz davalarını başlatan Baransu’ya yapılan, 27 Mayıs 1960 öncesi Binbaşı Samet Kuşçu’ya yapılandan farklı değil. 1957’de DP’ye ‘darbe planlarını’ haber verip  bir soruşturmanın önünü açan Binbaşı Kuşçu da Baransu gibi yargılanmıştı. 9 Subay’dan 8’i tahliye olurken bir tek Kuşçu mahkûm edilmişti. Kuşçu, cezaevine giderken, “Ben sadece görevimi yaptım.” diyordu.
Ancak Samet Kuşçu’nun hikâyesi tutuklanmasıyla sona ermedi. Tarihe ‘9 Subay Olayı’ olarak geçen davadan yaklaşık üç yıl sonra, 27 Mayıs 1960’ta Kuşçu’nun haber verdiği askerî darbe gerçekleşti. DP iktidardan uzaklaştırıldı. Menderes ve iki bakan idam edildi. Kuşçu bir süre sonra cezaevinden çıktı, haklarını kazanabilmek için hukuki mücadele verdi ve kazandı. İtibarı iade edildi. Orduya geri dönebilirdi ancak o memuriyeti seçti. İşte Samet Kuşçu’nun darbeye kadar bilinen ancak daha sonrası çok da bilinmeyen ibretlik hikâyesi. DP Kuşçu’yu nasıl harcadı? Binbaşı hukuk mücadelesini nasıl kazandı?
En başarılı subay
DP’nin iktidara geldiği 1950’li yıllardan itibaren ordu içinde cuntalar kurulmaya başlamıştı. 1957 seçimleri öncesinde darbe için hazır hâle gelinmişti. Fakat kendilerini destekleyecek sivil bir kadro ve bir lidere ihtiyaçları vardı. İsmet İnönü seçimi kazanacağına inanıyordu, müdahaleye sıcak bakmadı. DP, 1957’de üçüncü defa seçimi kazanınca cuntalar faaliyetlerini artırdı. Darbe planları güncellendi. İstanbul’da pek çok subay cuntaya dâhil edildi. Teklif götürülenlerden biri de İstanbul Temsil Bürosu Başkanı Binbaşı Samet Kuşçu’ydu.

Kuşçu, Türk ordusunun en başarılı ve istikbal vadeden subaylarından biriydi. Darbe fikrini açtılar. Demokrat bir subay olan Kuşçu, DP ve Başbakan Adnan Menderes’e darbe planlarını öğrenince dehşete kapıldı. Kariyerini ve hayatını tehlikeye attı.  Ulaşabildiği DP’li milletvekili Mithat Perin ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’e ordu içindeki oluşumları haber verdi. “Herkesin bildiği faaliyetlerle ilgili bir soruşturma açılmasını istedim. Sadece görevimin gereğini yaptım.” diyecekti.
Başbakan Menderes, önce darbe ihbarının üzerine gidilmesi için emir verdi. Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin, Orgeneral Fazıl Bilge, İçişleri Bakanı Namık Gedik, İstanbul’da gizli bir toplantı yaptı. Kuşçu’nun ifadesine başvuruldu. Bakan Gedik, durumun ciddiyetini anlayınca adı geçen subayların derhal tutuklanmasını istedi ancak Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin buna karşı çıktı. Ortada delil olmadan bunun yapılamayacağını belirtti. İçişleri Bakanı Namık Gedik, Savunma Bakanı Şemi Ergin’in soruşturmayı savsakladığını görmüştü. Bizzat olaya el koydu. Samet Kuşçu’nun da aralarında olduğu 9 subay gözaltına alındı. Ankara’da olayı soruşturmak için Hâkim General Arif Onat görevlendirildi. Bu arada cuntacılar soruşturmayı haber almış, gerekli tedbirleri alarak yeraltına çekilmişlerdi.
Darbe soruşturması sürerken Çanka-ya’da Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın başkanlığında bir toplantı yapıldı. Menderes, Gedik ve toplantıya katılan herkes DP’yi devirmeyi hedef alan bir hareketin derhal ve şiddetle cezalandırılması fikrinde mutabık kaldı. Hükümetin gelişmeleri takip edip aynı heyete bilgi vermesi istendi.
Gedik başkanlığında emniyetten bir heyet, cunta soruşturmasını sürdürüyordu. Delil toplayabilmek için Kuşçu’nun evine gizli bir mikrofon yerleştirdiler. Ancak, cuntacılar hep bir adım öndeydi. Emniyet içindeki elemanları ile yeterli delillere ulaşılmasını engellediler. Ses kayıtları da silindi. Basına Samet Kuşçu adını sızdırarak itibarsızlaştıran yayınlar yaptılar. Kuşçu’dan, “Akli melekelerini kaybetmiş.” diye söz ediliyor, ‘casusluk yapmakla’ suçlanıyordu. Kuşçu’nun etrafı kuşatılmıştı.
Hava kısa sürede cuntacıların lehine döndü. Menderes’i kuşatan dar bir kadro; “Darbe söylentileri ile ordu yıpratılıyor, her şey kontrolümüzde.” telkinleri yapıyordu. Aynı ekip, Kuşçu’nun Menderes’e ulaşmasını da engelledi. Bakanlar Kurulu bir hafta sonra tekrar toplandı. Hükümetin hiç kuşkusu kalmamıştı. Hadise iktidarı devirmeye matuf bir hareketti. Subaylar belirlenmişti. Fakat ordudaki yüksek rütbeli subaylar rahatsızdı. Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin; “Bu soruşturma ordunun haysiyetini rencide etmektedir.” dedi. Cuntanın kuyruğunu yakalayan DP, tarihî bir hata yaparak işin sonuna kadar gitmedi. Cuntayı ihbar eden Binbaşı Samet Kuşçu, bir anda yalnız ve sahipsiz, ortada bırakıldı.
9 Subay Davası’na askerî mahkeme baktı. Cuntacı olduğu bilinen Cemal Tural, özellikle bu dava için ayarlanmıştı. 26 Mayıs 1958’de duruşma başladı ve 6 ay sürdü. Darbe ile suçlanan subaylar kendilerine isnat edilen suçları reddetti. Cuntacıları bir avukatlar ordusu savunuyordu. Askerî Mahkeme, 25.11.1958’de Samet Kuşçu’nun dışındaki sanıkları beraat ettirdi. Gerekçede suçu ispat edecek kanıt bulunamadığı belirtildi. Kuşçu ise, orduyu isyana teşvikten suçlu bulundu. Cezaevine giderken sarf ettiği; “Tek başıma ben koskoca TSK’yı nasıl isyana teşvik ederim? Nasıl nifak sokarım? Ben sadece görevimi yaptım.” sözleri duyulmadı bile.
8 subay elini kolunu sallayarak dışarı çıkarken Binbaşı Kuşçu, 2 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Rütbesi elinden alındı. Samet Kuşçu için kâbus daha bitmemişti. 1959 Temmuz’unda DP’yi ‘darbeden kurtarmak isteyen’ Binbaşı Samet Kuşçu, ordudan da ihraç edildi. İhraç kararının altında Reisicumhur Celal Bayar, Başvekil Adnan Menderes ve Millî Müdafaa Vekili Ethem Menderes’in imzası vardı. DP, 1958’de sonuçlanan 9 Subay Olayı ile iktidarın temellerinde meydana gelen çatlağı sıvayarak kapattığını düşünmüştü. Kuşçu’nun harcanmasıyla dosyanın kapandığı zannedildi. Ama daha sonra gelen büyük depremin altında kaldılar. Samet Kuşçu cezaevindeyken, cunta elemanları, takip edilmediklerinden emin olduktan sonra daha güçlü bir şekilde bir araya geldi, darbe planlarını yeniden yaptılar. 27 Mayıs 1960’ta DP’yi devirdiler.
Kuşçu, askerî darbeden sonra serbest bırakıldı. Memleketi Hatay’a döndü. Eğitim faaliyetlerinde bulundu. Uzun süre haklarını kazanmak ve devlet memuriyetine dönmek için hukuk mücadelesi verdi ve kazandı. İtibarı iade edildi.
2004’te hayata gözlerini yumdu. Ömrünün sonuna kadar kendisini yalnız bırakan ve kendisine büyük acılar yaşatan Adnan Menderes’i hiç affetmedi. Vefatından hemen önce Menderes için, “Hem beni hem kendisini yaktı.” diyecekti.
27 Mayıs, Türk demokrasisinin sırtında bir hançer olarak kaldı. Cuntacılar, ‘demokrat subayları’ Samet Kuşçu’yu örnek gösterip korkuttular.
27 Mayıs öncesi Menderes, ordudan herhangi bir hareket gelmeyeceğine inandırılmıştı. Cunta faaliyetlerinin üzerine gitmedi. 17-25 Aralık’tan sonra AKP ise, yolsuzluklarının üzerini örtebilmek için Ergenekon’la işbirliğine gidiyor. Darbe soruşturmalarını yürüten polisler ile, davalara bakan hâkim ve savcıları görevlerinden alıyor. Meslekten ihraç ediyor. Mehmet Baransu kendi deyimi ile ‘tankların önüne yattığı için’ tutuklanıyor.
Ancak hikâye henüz bitmedi…

ESKİ BURDUR MİLLETVEKİLİ HASAN HAMİ YILDIRIM'IN SİLİVRİ İZLENİMLERİ

Emniyet mensuplarına terörist muamelesi yapılıyor


Emniyet mensuplarına terörist muamelesi yapılıyor 

 İdris Gürsoy, 10 Mart 201, Ankara, Aksiyon

Silivri Cezaevi’nde Hidayet Karaca ve tutuklu polisleri ziyaret eden Burdur Milletvekili Hasan Hami Yıldırım, hukuk dışı uygulamaları anlattı: “Savunma hakkından mahrum bırakılıyorlar. Mahrem görüşmeleri, koğuşlarındaki günlük hayatları kayıt altına alınıyor.  Tecrit var.”
22 Temmuz’da sahur operasyonuyla gözaltına alınan polis müdürleri yaklaşık 7 aydır iddianame bekliyor. Neyle suçlandıklarını bilmiyorlar. 14 Aralık’ta tutuklanan Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca da Silivri’de. Kervana enson Ramazan Akyürek eklendi. Türkiye, anayasa ve hukukun askıya alındığı olağanüstü bir süreçten geçiyor. Temel insan hakkı ihlalleri yaşanıyor. Burdur Milletvekili Dr. Hasan Hami Yıldırım, geçen günlerde bir grup milletvekiliyle Silivri Cezaevi’ni ziyaret etti. Hidayet Karaca’nın yanı sıra Tufan Ergüder ve diğer polis müdürleriyle görüştü. İnsan hakkı ihlallerini Meclis’e bir soru önergesiyle taşıdı. Yıldırım, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’a hukuksuzlukların sona erdirilmesi çağrısında bulundu.
-Tutukluları ziyaret ettiniz. Bir zorlukla karşılaştınız mı?
Diğer ziyaretçiler için zorluklar, kısıtlayıcı uygulamalar var tabii ama bizim için usul şöyle: Bakan izniyle gidiyoruz. İki tür ziyaretçi sistemi var. Bir; kapalı görüşme. Bu ziyaretler haftada iki defa oluyor. İki; açık görüşme. Bu da haftada bir oluyor. Aslında tutuklu veya hükümlü ayrımı yok burada anladığım kadarıyla. Cezaevinde bulunan herkes için bu uygulama genel bir durum, yönetmelikler gereğince. Ama mesela orada görüşmelerimizde fark ettiğimiz, kamuoyuna pek yansımayan bir husus var; 17 Aralık operasyonu sonrasında gözaltına alınan, tutuklanan insanlara ciddi bir ayrımcılık yapılıyor.
-Ne tür ayrımcılıklar?
Silivri’de uyuşturucudan tutuklu hükümlüler de var. Ama onlara kanun ve yönetmelik gereği tanınan haklar, eski emniyetçilere tanınmıyor.  İyi hâlden dolayı ödüllendirmeyle ilgili hüküm var kanunda. Mesela, ziyaretçi sayısı, açık görüşme sayısı artırılabiliyor veya cezaevi şartlarında iyileştirme yapılabiliyor. Bunlar bu kişilere uygulanmamış bugüne kadar ama diğerlerine, mesela uyuşturucudan yatanlara uygulanıyor. Onun dışında zannediyorum bütün cezaevlerinde benzer tutuklu ve hükümlülere uygulanan genel hususlar var. Mesela, ziyaretçileri sordunuz ya, bu tutukluların ziyaretçilerine zaman zaman yasaklar koymuşlar. Niye? Cezaevi kurallarını ihlal ediyorlar diye. Mesela, birinin eşine yasak koymuşlar. Böyle bir şey olabilir mi? Yani ne yapacak eşi orada? Bu kişi yakın zamana kadar kamu görevlisiydi. Cezaevi müdürlüğünün veya adli kolluğun içinde yer almış, cezaevi müdürlükleriyle zaman zaman birlikte çalışmış kişiler.
-Ziyarete gelenlere de eziyet mi ediliyor?
Yakınlarına veya akrabalarına görüşme yasağı koyuyorlar, geliyorlar, olay çıkarıyorlar diye. Hâlbuki benim orada dinlediğim şu: Bu insanlara, mesela ziyarete geldiklerinde normal olmayan tutumlar sergiliyorlar. İşte ziyarete gelmiş kişilere onur kırıcı birtakım ifadelerde bulunuyorlar. Onlar da bu duruma tepki gösteriyor. Zaten hassas bir ruh haleti içinde yakınlarını görmeye geliyorlar. Tabii bunları da hemen gerekçe gösterip cezai işlem yapıyorlar. Görüşmeleri kayıt altına alıyorlar; hem kamera hem ses...
-Kamerayla kayıt altına alınıyor diye bir ibare var mı?
Hayır, yok. Mahrem görüşmeyi kayıt altına alıyorlar. Normalde bunun kayıt altına alınacağına dair hiçbir hüküm yok. Sadece görüşmenin cezaevindeki görevlilerin nezaretinde olacağına dair hüküm var. Zaten onlar da orada bekliyor bir olay çıkabilir veya tutuklu kıyafet değiştirip çıkabilir vesaire diye.
-Kayıt yasal mı?
Yapılan işlem şu: Kapalı görüşmeyi -arada cam var, iki taraftan telefonla görüşüyorsunuz- kayıt altına alıyorlar, bunu saklıyorlar. Bu yasa dışı bir kayıt. Eşiyle konuşuyor adam yani. Üstelik bu yasa dışı kaydı, bu kişileri suçlamak için, kişilerin aleyhlerinde işlem yapmak için delil olarak dosyaya koyuyorlar. Bu kadar açık bir şekilde hukuka aykırı bir işlem yapmakta bir beis görmüyorlar. Çok rahat hareket ediyorlar. Ben şaşıyorum, bu kadar hukuka aykırı işlemleri yapmakta nasıl rahat olduklarına. Buradan hareketle düşünüyorum ki herhâlde bunların amirleri, üstleri, bakanı veya her kimse artık, bunlara ‘Kardeşim, siz istediğinizi yapın’ diyor. Tuhaf bir durum. Adamlara ‘Siz kamu görevlilerine hakarette bulundunuz’ diye soruşturma açtılar bu aralarındaki görüşmeden dolayı. Ya da hanımıyla veya çocuğuyla görüşmesinde bir ifade geçmiş, ‘Sen burada hakarette bulunmuşsun’ diye. Yani umuma açık bir görüşme değil, mahrem bir görüşme, hem kayıt alıyorlar hem de bunu kullanıyorlar.
-Koğuşlarda durum nasıl?
Tutukluların kaldıkları yerler de sürekli kamera kaydı altında, koğuşları da. Yani zaten ya iki kişi ya da üç kişi kalıyor. Bunlar hiçbir şekil ve surette, yemek yerken, havalandırmaya çıktığında dahi başka birileriyle asla karşılaştırılmıyorlar. Yani mesela yedi aydır, iki kişi sadece birbirini görüyor. Girip çıkarken dahi birbirleriyle, diğer koğuştakilerle karşılaştırılmıyorlar. Havalandırmalar da kendi içlerinde. Bu insanlar hem tecrit ediliyorlar hem de kendi kaldıkları koğuşta, yattıkları yerde de kamera altındalar. Bu ciddi bir hak ihlalidir. Dünyanın hiçbir yerinde insanların koğuşları da gözaltında olmaz. Orada yatıp kalkıyor adam ya.
-Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ettiler. Sonuç ne oldu?
İşin o tarafı daha önemli. Kamuoyunun çok yakından bildiği Ergenekon, Balyoz gibi davalarda tutuklular,  mevzuat değiştikten sonra, hak ihlali gerekçesiyle, uzun tutukluluk süreleriyle alakalı Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuruda bulundular. Bir ile iki ay arasında hemen Anayasa Mahkemesi toplandı ve karar verdi. AYM’nin ‘hak ihlali var’ kararı doğrultusunda mahkemeler, ilgili işlemleri tekemmül ettirdiler ve tutuklular serbest bırakıldı.  Şimdi 22 Temmuz’dan bu yana tutuklu bulunanların içinde, AYM’ye müracaat ettiği tarih altı ayı geçenler var. Hâlâ daha hiçbiriyle ilgili karar vermiş değil Anayasa Mahkemesi. Öbüründe bir ayda karar veriyorsun. Yedi ayı geçmiş, sekiz aya yaklaşmış karar vermiyorsun.
-İddianame hazırlandı mı?
Şimdi iddianame olmadığı gibi bu tutuklularla ilgili aylık, tutukluluk hallerinin devamına ilişkin kararlar veriliyor mahkemece. Savunmaları isteniyor.  Savunmalarını yapacaklar, ellerinde hiçbir şey yok. Çünkü dosyalara ulaşmalarına yasak konulmuş.
-Neyle suçlandıklarını bilmiyorlar mı?
Bilmiyorlar.
-Neye göre savunma yapıyorlar?
Yapamıyorlar. ‘Tutukluluk hâline neye göre karar veriyorsunuz?’ ‘İçişleri Bakanlığı’nın veya Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, müfettişlerin yazdığı raporlara göre.’ ‘Peki, o raporları biz görelim.’ ‘Vermeyiz.’ ‘E ne yapacağız?’ Bilgi edinme kanununa göre bir sürü para ödüyorlar. Bin ile bin beş yüz lirayı bulan miktarlarda dosya başına para ödüyorlar. Ondan sonra bilgi edinme kanunu çerçevesinde, sıradan bir vatandaşa, kendini savunmak durumunda kalmayan, herhangi bir şekilde bilgi isteyen bir vatandaşa yapılan işlem gibi bir işlem yapıyorlar. Şimdi bunu istiyorlar ama mesela bir hafta kala diyorlar ki ‘Bir hafta içinde savunmanızı verin.’ Bir hafta süre veriyorlar. Parayı yatırıyor adam, dosya gelene kadar 15-20 gün geçiyor. Ya savunmayı veremiyorlar veya kendileri artık tahminen, bizi böyle suçluyorlar deyip basından, televizyon haberlerinden takip ederek -internet yok çünkü- oradan savunma yazıyorlar. Neticede bütün bunlar her biri birer insan hakları ihlali.
-Anayasa Mahkemesi neden karar vermiyor?  
Ben burada mahkemeye ciddi baskıların olduğunu tahmin ediyorum. Hak ihlali yönünde veya değil ama bir şekilde dosyayı görüşüp karar vermesi lazım ki, bir sonraki adıma geçebilsin. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidemiyorlar bu yüzden.
-AYM karar vermediği için hukuksuzluk sürüyor öyle mi?
Bu insanlar tutukluluklarına itiraz edecekler, değil mi? Nereye itiraz edecekler? Yok. Yani hukuk sisteminde, bizim anayasamız gereği, bir üst mahkeme yok. Bir başka Sulh Ceza Hâkimliğine itiraz ediyorlar. Kendi içinde dönüyor. Şimdi bu da bir anayasa ihlali. Tabii hâkimlik ilkesinin ihlali. Sulh Ceza Hâkimliklerinin oluşturulmasında davaya ve kişiye özel hâkimlik kurdular. Ama onun ötesinde bir üst mercie şikâyet hakkı da ortadan kalktı. Temyiz hakkı bir anlamda ortadan kaldırılıyor. Böyle bir sorun var. Muhalefet partileri Anayasa Mahkemesi’ne götürdü bu durumu. Bakın bu da görüşülmedi daha, aylar geçti. Neyi bekliyor Anayasa Mahkemesi? Anlaşılır bir şey değil. Başka bir ihlal daha var. Şimdi bu insanlar tutukluluk sürelerinin devamıyla ilgili itirazlarında, mahkeme, kanun gereği ayrıntılı olarak gerekçe yazmak zorunda. Çünkü esas olan tutuksuz yargılanmadır. Tutuklu yargılanması ile ilgili bir gerekçe göstermesi lazım. Şablon ifadelerle her ay yeniden karar veriyorlar tutukluluklarının devamına diye.
-Yani ne diyor?
Tutukluluk gerekçelerinin hukuka uygun olduğu gibi bir ifade geçiyor. Böyle bir şey olabilir mi? Şimdi burada konuyla ilgili bir başka husus var. Mesela Türkiye’de 400 civarında veya daha fazla insan aynı suçlamalarla farklı illerde gözaltına alınmış.  Ve bu insanların tamamı serbest bırakılmış durumda. Aynı suçlamalar yöneltilmiş. Tutuksuz yargılanıyorlar. Ya diğer hâkimler savcılar yanlış yapıyor ya buradakiler... Bu da anlaşılır bir şey değil. Antalya’da, Adana’da, Erzurum’da farklı hukuk, İstanbul’da farklı hukuk işlemiyor. Tek hukuk sistemi var.
-Cezaevi koşulları nasıl? Şikâyetleri dikkate alınıyor mu?
Dilekçeyle talepte bulunuyorlar cezaevi koşullarıyla ilgili veya hukuki haklarıyla ilgili cezaevi müdürlüğüne. Diyorlar ki, şunların düzeltilmesini istiyoruz. Bunlar yanlış uygulamalar. Veya şu konuda sıkıntılarımız var, şu bilgilerin bize verilmesini talep ediyoruz diye. Dilekçelerin çoğuna hiç cevap verilmiyor. Bazılarına 40 gün sonra cevap veriliyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bazen de herhangi bir konuda şikâyetlerini dile getirdiklerinde yazılı olarak, o şikâyet ettikleri konu ağırlaştırılmış olarak kendilerine dönüyor. Bu insanların her biri kamuoyunun 17 Aralık’tan sonra yakından tanıdığı isimler, geçmişleriyle, her şeyleriyle basının didik didik incelediği, bildiği isimler, yani her biri bu memlekette çok önemli görevlerde bulunmuş, içinde pek çoğu kahramanlık derecesinde önemli vazifeler yapmış, dönemin başbakanı tarafından birçok taltife mazhar olmuş ve ödüller verilmiş insanlar. Ama bu insanlara terörist muamelesi yapılıyor orada.
-Haklarında soruşturma açılan bazı polis müdürleri görevlerinden alındı. Danıştay’a başvurup göreve iade edilenler bulunuyor. Ancak görevlerine iade edilmiyorlar. Bu konuda da bir hak ihlali var mı?
Şimdi şöyle yapılıyor: Bu kişilere müfettiş raporlarına dayanarak sık sık cezai işleme konu idari cezalar veriyorlar, ya da görevden el çektiriyorlar. İdari cezalar veriyorlar memuriyetle ilgili. Hâkimler tutukluluk haliyle ilgili kararlar almadan önce, İçişleri Bakanlığı sürekli belge gönderiyor.  Verilen idari cezaları bu tutuklular, Emniyet mensupları yargıya taşıyorlar, ‘Bizim böyle bir durumumuz yok.’ diyorlar. Yani mesela yasa dışı dinleme diyor, sahtecilik diyor vs. Ama bunun hiçbir delili yok. Bundan hareketle verilen idari cezaların iptali için yargıya başvuruyorlar, yargı kaldırıyor. Doğru, diyor ama o kaldırıyor. Malum 30 gün içinde idari yargının kararına uymak zorunda idareler ama bu karar alınırken veya alındıktan hemen sonra daha o kararın uygulamasını yapmadan,  o cezai işlemi kaldırmadan, başka bir cezai işlem tesis ediyorlar. Bunu hemen mahkemeye gönderiyorlar. Mesela bazılarıyla ilgili 17 tane idari ceza olduğunu söylediler.
-Amaçları ne?
Mahkemeden kazandıkça yeni bir işlem tesis ediliyor. Hem tutukluluk hâlinin devamını sağlıyorlar hem de idari yargının verdiği kararları boşa çıkarmaya çalışıyorlar.
-Dinleme kararlarının altında imzası olanlar değil, belli kişiler alınıp suçlanıyor. Bu kişiler nasıl seçilmiş?
Bunlar KCK, PKK’yla ilgili, PKK’nın birtakım uzantılarıyla ilgili soruşturmalarda ve yolsuzluk soruşturmalarında aktif görev almış insanlar. Başka hiçbir özellikleri yok. Hakikaten bu insanların hepsi işlerinde yetkin kişiler. Ve belki de bunların başlarına geleceğini büyük ihtimalle bilerek, son derece de tedbirli ve sağlam adım atmışlar. En küçük bir boşluk yok. Süreç tam olarak işlemiş ve kanunda ön görülmemesine rağmen mesela genel müdürlüğün de iznini almışlar.
-Nasıl geçiriyorlar vakitlerini orada?
Gazetelerin kendilerine ulaştığını, televizyonlardan istifade ettiklerini söylediler. 28 kişilik koğuşta iki kişi kalıyor veya üç kişi kalıyor. Her biri ayrı ayrı tecrit edilmiş vaziyette içeride tutuluyorlar. Mesela onların havalandırma zamanları var. Bununla ilgili yönetmelikte, bu işin mevzuatında güneşin doğuşuyla batışı arasında diyor. O avluya çıkıp -o avlu koğuşun içinde bir avlu- başkalarıyla karşılaştıkları bir ortam yok. Metris’ten buraya aktarılan tutuklular var bu grubun içerisinde. Onlar diyor ki Metris’te çok daha insaniydi. Çünkü başkalarıyla karşılaşıyoruz, görüşüyoruz, havalandırma, yemek ortamlarında. Burada ona imkân yok. Hava almaları gereken yerler koğuşlarının içinden açılıyor kapanıyor.
-Moralleri nasıl bunca baskıya karşı?
Ben morallerin hepsinde düzgün olduğunu gördüm. Bütün bunları ben sorduğum için anlatıyorlar. Burada ayrımcı bir uygulamaya tabi tutuluyor musunuz? Nelerle karşılaşıyorsunuz? Bu hususları sordukça söylüyorlar ama bütün bunlara rağmen sonuçta söyledikleri şu; ‘Biz inanıyoruz ki, bu memlekette hâlâ vicdanlı, hukuka uygun hareket eden yargıçlar, hâkimler, savcılar var.’ İddiaların mesnetsiz olduğu o kadar açık ki, bu iddialarını destekleyecek en küçük bir delil hâlâ ortaya koyabilmiş değiller. Koyamıyorlar, çünkü hakikaten yok. Bu kadar altı boş suçlamaları görüyorlar ve diyorlar ki, ‘Yaptığımız her şey hukuka uygun, amirlerimizin bilgisi dâhilinde, savcı ve hâkimlerin imzalarıyla yapılan işlemler. Dolayısıyla hukuka uygun hareket etmenin rahatlığı var bizde.’ Bunu birçok kişi bu şekilde dillendirdi. Onun için eninde sonunda hak, adalet yerini bulacak. Bunların iddialarının hepsinin saçmalığı zaman içinde daha net ortaya çıkacak.

PROF CİHAT GÖKTEPE'NİN SON KİTABI

'Fişlenen Cumhuriyet' hareme kimin nasıl girdiğini gösteriyor

 Fişlemeler neredeyse tarih kadar eski. Prof. Dr. Cihat Göktepe İngiliz istihbaratının tuttuğu gizli kayıtları, “Fişlenen Cumhuriyet” kitabında bir araya getirdi. Kitap bugüne de ışık tutacak nitelikte.



 3 MART 2015, ANTALYA,  İDRİS GÜRSOY, AKSİYON

 Çalışkan ve etkileyici ama çoğu zaman aceleci, kışkırtıcı bir konuşmacı. Bay Menderes, Bay Bayar’ın güvenini kazanmanın keyfini sürer. Diğer taraftan takipçileri arasında sorumsuz ve hırslı olanları kontrol etmekte zorlanmaktadır.”
İngilizlerin gizli belgelerinde Başbakan Adnan Menderes bu şekilde fişlenmiş. Sadece Menderes değil. Sultan Vahdeddin’den Mustafa Kemal Atatürk’e, İsmet İnönü’den Şükrü Saraçoğlu’na kadar birçok ünlü siyaset adamının kişiliği, karakteristik ve fiziksel özellikleri, geçmişi, başarıları, özel hayatları, zaafları, İngiltere hakkındaki düşünceleri ve fişleyenlerin şahsi yorumları not edilmiş. İsmet İnönü için “Başbakan olmasından sonra Ağustos 1925’te Latife Hanım’dan boşanmasına karşı çıkması sebebiyle Gazi ile ilişkilerinin gerildiği söylendi. Bu söylenti asılsız çıktı ve mevkisi eskiden olduğu gibi güçlü kaldı. Lozan’da, kendisinin inatçı ama yetenekli bir delege olduğunu gösterdi. Kibar ve kızgınlığını hiç göstermez. Ama yenilgiden hoşnut olmaz.” deniyor.
İngiliz istihbaratının tuttuğu gizli kayıtları “Fişlenen Cumhuriyet” kitabında bir araya getiren Prof. Dr. Cihat Göktepe, arşivlerde Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit ile ilgili notların da bulunduğunu belirtiyor. “Fişlenen Cumhuriyet”, “Haremime girdiler” diye feryat eden Recep Tayyip Erdoğan’ın haklı olduğunun da bir kanıtı. “Türkiye’yi dinledik” itirafı ile birlikte yüzlerce kişinin ‘özel hayatına’ ilişkin bilgilerinin de yer aldığı bu kayıtlar, adrese de işaret ediyor. Göktepe, kimlerin nasıl ve neden fişlendiğini anlattı.
-Fişlenen Cumhuriyet kitabında 1930-50 arasında İngiliz istihbaratının Türkiye’de yaptığı fişlemeler konu ediliyor. İngilizler fişlemeleri nasıl yapıyor? Teknik olarak ayrıntı verebilir misiniz? Kimler kullanılıyor? Açık ve gizli istihbarat kaynakları neler?
Bizim ulaştığımız belgeler dışişleri belgeleridir. Bunlar usul olarak Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliği marifetiyle Londra’daki dışişleri merkezine gönderiliyor, orada ilgili departman bunları değerlendiriyor. İhtiyaç hâlinde daha üst birimlere gönderiliyor. Orada, politika yapım sürecinde, bu verilerden istifade ediliyor. Bilgilerin toplanma sürecine bakılacak olursa, elçilik marifetiyle gittiğine göre buradaki elçilik mensuplarının çeşitli şekillerde, gerek açık istihbarat, gerekse diğer formatlarla bilgi topladığı anlaşılıyor. Bu bilgiler de büyük ölçüde etüt edildikten sonra merkeze gönderiliyor. Çünkü burada güvenilirlik esastır. Zira merkez bu veriler üzerinden işlem yapacağına göre, burada da bilgiler büyük ölçüde test edilmiş anlamı çıkıyor.
- Türk kamuoyunun bile yakından tanımadığı bazı asker, sivil, bürokrat, işadamı, gazeteci, yazar ve sanatçıların lügatleri İngiliz arşivlerinden çıkıyor. Yüzlerce isim nasıl seçiliyor? Daha çok kimler üzerine yoğunlaşıyorlar? Neleri araştırıyorlar?
‘Üst düzey kişiler’ diye bir kavram var. Cemiyetin her tarafından kişiler; devlet yöneticisi, bürokrat, askerî bürokrat, sanatkâr, sanat erbabı, işadamı, akademisyen, gazeteci gibi toplumun önde görülen kişileri seçiliyor. Tabii burada yaptıkları işin ehemmiyeti ve ülke yönetimindeki etkileri esas alınmıştır. Bu sadece İngilizler tarafından değil, dünya çapında süper güç ya da büyük güç olan ülkelerin hemen hemen çoğu tarafından yapılan, aslında olağan bir icraat.
-İçki içmeleri, briç oynamaları gibi özel hayatlara ilişkin notların yer alması, kişilerin mahremiyetlerine bile girildiğini mi gösteriyor? Buradaki amaç nedir?
Buradaki amaç, anladığım kadarıyla kişilerin her türlü özelliği not edilerek ihtiyaç hâlinde bu özelliklerinden istifade edilmesi, fazlalıkları varsa onların kullanılması, eksiklikleri varsa onların da ihtiyaç hâlinde değerlendirilmesine yöneliktir. Zira diplomaside, insanların artı tarafları da eksi tarafları da bilindiği zaman, işlemler, muameleler ona göre yapılıyor. Mesela, Churchill’in diplomaside soğukkanlılığı herkesi etkiliyor. Soğukkanlılığını yitirdiğini ya da gerildiğini purosunu daha sık çekmesinden anlayabiliyorlar. Dolayısıyla diplomaside bu tip manevralar, özellikle müzakere sürecinde önemlidir. Bunlar da dikkate alınıyor.
-Londra’ya rapor edilen fişlemeler dış politikada nasıl kullanılıyor? Ortadoğu’da, Türkiye’deki toplumsal, siyasi gelişmelerde Londra’nın etkisi ne kadar?
Bu bilgiler direkt kullanılabiliyor ihtiyaca göre. Mesela, 1960 Darbesi’nden sonra Selim Sarper dışişleri bakanı olarak atandığı zaman, dönemin müsteşarıyla geçmişte diplomat olarak NATO toplantılarında bir arada bulunmuşlar. Aralarında bir tanışıklık, bir diyalog var. Mesela, ilk diyalog, selamlaşma ve yazışmalar onun üzerinden yapılıyor. Bu tür etkileşimler, diyaloglar, özel ilişkiler de diplomaside kullanılabilen hususlardır. Ortadoğu ve Türkiye’deki toplumsal-siyasal gelişmelerle ilgili Londra doğrudan bilgi edinme çabasında. Zira 1956 Süveyş Krizi’ne kadar İngiltere’nin Ortadoğu’daki etkinliği belirleyicidir. İngiltere birincil aktördür. Dolayısıyla İngiltere’nin bu bölgeyle olan ilişkileri fevkalade sıkıdır, yakındır. Her ne kadar sonraki süreçte birincil aktör Amerika gibi gözükse de İngiltere bu bölgedeki etkinliğini hiçbir zaman minimize etmemiştir. Bölgenin stratejik önemi devam etmektedir. Petrol kaynakları, toplumsal olaylar İngiltere’nin sıkı takibi altındadır. Ancak İngiltere’nin Amerika’ya göre bu ülkelerle olan ilişkilerinde metot farkı vardır. Ciddi bir de bilgi birikimi vardır. Ta 19. yüzyıldan itibaren bu bölgeyle ilgili gerek toplumsal gerek ekonomik gerekse dinî konularla ilgili çok ciddi bilgi birikimleri ya da devlet hafızası mevcuttur.
-Bayar’dan Menderes ve İnönü’ye kadar birçok siyasiyle ilgili fişlemeler, İngilizlerin siyaset adamlarını yakın takibe aldığını gösteriyor. Demirel, Ecevit, Özal, Gül ve Erdoğan’a ilişkin notlar da bulunuyor mu?
Bu bahsettiğiniz kişilerin tamamı üst düzey devlet yöneticileri. Dolayısıyla bunlarla ilgili bilgilerin olması gayet tabiidir.
-“Washington’un beyni Londra’dır” diyorsunuz. Bunu izah edebilir misiniz? Ortadoğu’da İsrail ve Amerika hep ön planda oysa.
İngiliz diplomasisi çok derin bir diplomasidir. Yumuşak gücü çok çok önemser. Ve dünyada hâlâ İngiliz diplomasisinin usulleri, şekilleri, etkisi belirleyicidir. “Washington’un beyni Londra’dır” ifadesiyle bunu söylemek istedik. Özellikle Ortadoğu üzerinden baktığımızda 1960’lara kadar İngiltere’nin bölgedeki etkinliği çok belirgin. Her ne kadar sonradan Amerika ve İsrail ön planda gözükse de İngiliz diplomasisinin etkisini göz ardı etmemek gerekir. İsrail’in kurulmasıyla birlikte Ortadoğu’da yeni bir faktör, yeni bir aktör ortaya çıktı. Oradaki İsrail-Amerika yakınlaşması çok daha somut ve sıkı. Meseleye buradan bakmak lazım. Ama İngiliz diplomasisinin ya da o İncil gücünün Ortadoğu’dan tamamen uzaklaştığını söylemek sağlıklı olmaz.
-Almanya ve Amerika’nın Türkiye’yi dinlediği ortaya çıktı. İngilizlerin de Ankara’yı dinlediğini düşünüyor musunuz?
İngiltere, Birleşmiş Milletler’in beş daimî üyesinden biri. Ortadoğu’yla ilgili genel politikalarda söz sahibi bir ülke. Dolayısıyla İngilizlerin dinlemesi de gayet tabiidir. Kıbrıs’taki İngiliz üsleri, aynı zamanda çok ciddi dinleme istasyonlarıdır.
-Olağanüstü dönemlerde İngilizler nasıl bir yol izliyor?
Öncelikle doğru bilgiye ulaşmayı çok önemsiyorlar ve o doğru bilgiyi de sıcağı sıcağına merkezle paylaşıyorlar. Yani Ankara’daki bilgiler Londra’ya hızlı bir şekilde akıyor, aktarılıyor. Tabii buradaki büyükelçilerin ya da ilgili kişilerin görüş ve analizleriyle birlikte... Olağanüstü dönemlerde İngilizler, mümkün olduğu kadar, önce bir serinkanlılıkla olayı gözlüyorlar ve yönetimin nereye gideceğine bakıyorlar. Dolayısıyla yönetim kendi aleyhlerine işlemeyecekse, ondan sonra normal bir süreçmiş gibi mevcut yönetimi tanıyorlar. Mesela, 27 Mayıs Darbesi’nden yaklaşık 3-4 gün sonra darbecileri tanımışlardı. Ben o dönemde Ankara’da bulunmuş İngiliz büyükelçisiyle 1998’de mülakat yaparken ‘Neden hemen tanıdınız darbecileri?’ diye sordum. Cevap; “Darbe sadece Türkiye’de olmuyor. Darbecilerin ilk beyanatını gördük. Batı’ya yakın olacaklarını, eski anlaşmalara sadık kalacaklarını ifade ettiler. Bizim açımızdan da asıl mesele budur. Biz de fiilî durumu resmileştirdik ve tanıdık.”
-Kitapta yer vermediğiniz ancak önemli gördüğünüz hususlar var mı? Niye bu kitabı yazdınız?
Bu kitabın maksadı, mevcut dışişleri verilerini Türk okuyucuyla buluşturmak, diplomasi sürecinde bilginin önemini vurgulamak. Doğru bilginin nasıl temin edildiğini, nasıl aktarıldığını vurgulamak istedik. Büyük devletlerin mutlaka doğru bilgiden yola çıktığını, siyasi hamle ve icraatları doğru bilgi üzerinden yaptıklarını gözlemledik. Onun için bütün büyük devletler, bu tip verileri temin ediyorlar, edecekler. Geçmişte bu, dışişleri marifetiyle yapılıyordu; ancak bugün belki daha farklı formatlarla, dijital dünyadaki gelişmelerden ötürü farklı uygulamalar yoluyla yapılıyor, yapılacak. Buna karşı yapılacak şey, dinlettirmemek şeklinde olmalıdır. Güçlü ülkeler bu tip icraatları yapıyorlar. Hem de resmî kanalları marifetiyle. Bir de bu tip veriler tarihçiler açısından otantik kaynak olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla hem genel okuyucuya bir katkısı olsun hem de tarih araştırmacıları, özellikle biyografi yazarları tarafından da istifade edilsin diye düşündük. Mesela, bizim pek dikkat etmediğimiz ama burada analiz kısmında gördüğümüz bazı hususlar, devlet adamlarının vasıflarını da yansıtıyor.
-Nasıl?
Mesela, Menderes için çok çalışkan, gayretli ama aceleci bir karakteri olduğu, etrafındaki çıkış yapan arkadaşlarını bastırmakta zorlandığı söyleniyor. Fevzi Çakmak Paşa’nın Panislamist olduğu kadar Panturanist olduğu, Fatin Rüştü Zorlu’nun çok ciddi bir müzakereci olduğu, Hasan Polatkan’ın çok genç yaşına rağmen çok iyi bir bürokrat olduğu ve finans işlerinde de çok başarılı olduğu yazılıp çizilenler arasında. Bir de bu kişilerin etnik kökenleri özellikle vurgulanmaya çalışılmış. Dönme bir aileden geldiğine dair, Kürt kökenli olduğuna dair, böyle örnekleri de gözlemlemeye çalıştık. Dolayısıyla ince ayrıntıların olduğu çok net gözüküyor. Bir de kişiler arası ilişkilere yer verilmiş. Kemal Paşa’yla ilişkisi çok iyi, dirayetli bir adam, müzakereci bir adam ya da İngilizlere yakın, İngilizlere karşıt, Almanlara yakın gibi çok enteresan veriler var. Dolayısıyla biz özellikle o son paragraflardaki değerlendirmelerin çok çok enteresan olduğunu gözlemledik. Bunu da okuyucuyla paylaşmak istedik.  
FİŞLENENLER VE FİŞLERİ
“Fişlenen Cumhuriyet”, kitabında İngilizler tarafından fişlenen bazı kişilerle ilgili bilgiler şöyle:

 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK: “… Arnavut bir baba ve Türk bir anneden 1880’de dünyaya geldi. 1,75 boyunda, solgun bir cilde sahip. Sabit bir yüz ifadesi ile birlikte gri gözleri var. Güçlü, düzenli özelliklere sahip... Etkileyici, akıcı bir hitabeti ve biraz da kişisel cazibesi var…”

 ALİ FETHİ BEY (OKYAR): Moğolları andıran bir simaya sahip. Hoşsohbet biri. İyi Fransızca konuşur ve esas itibariyle ılımlı. Çekici bir eşi var.

 TEVFİK RÜŞTÜ ARAS: İstikrarsız fakat zeki… Büyükelçiliğimiz (İngiltere Büyükelçiliği) ile dostça ilişkilerini sürdürür.

 SAFFET ARIKAN: Muhtemelen bir ‘dön-me’dir. Son derece yetenekli ve birinci sınıf bir Milli Savunma Bakanı’dır. Hızlı kararlar verir ve onların ne getirip ne götüreceklerini bilir. Şimdilerde içmenin ölçüsünü kaçırdı ama halen Cumhurbaşkanı İnönü’nün güvenine ve dostluğuna sahiptir.

 FALİH RIFKI ATAY: Otel vurgunculuğu ve diğer vurgunculuklarla azımsanamayacak bir servet toplayan Atay, aradaki iki yılını İstanbul’da anılarını yazarak geçirdi. Tüm Türk gazetecileri içinde muhtemelen bizim en sürekli ve vefalı destekçimiz olmuştur. İyi Fransızca bilir.

 CİHAT BABAN: Soylu Kürt ailesi Şehrizorlu Babanların genç bir filizi. Cihat Bey Kürt kökleriyle gurur duyar… Cihat, sıkıcı bir kadınla evlidir ve mütevazı bir yaşam sürer. Britanya yanlısı ve Sovyet karşıtıdır. Kalbinde muhtemelen yabancılara karşı düşmanlık besleyenlerdendir… Oldukça güvenilmez biridir. İyi nüktedan.

 OSMAN BÖLÜKBAŞI: Fazlasıyla coşkun ve heyecanlı ama etkili bir konuşmacıdır. Yabancı dil bilmiyor.

 ABDURRAHMAN NAFİZ GÜRMAN: Makedonya kökenlidir ve Makedonya üzerine uzman sayılır. Tamamıyla acımasız bir biçimde davrandığı bildirilen istihbarat işi dışında, büyük bir askerî ünü yoktur. Sessiz ve çekingen bir tavra ve akıllı bir görünüme sahiptir. Fakat söylendiğine göre geçen yıllarla beraber tembelleşmiştir.

 NAZIM HİKMET: Türk Marksistlerin önde gelenlerinden. Bağımsız (Troçkist) eğilimleri olduğu söylenir… General Fuat Cebesoy’un anne tarafından yeğenidir, dolayısıyla Alman ve Polonyalı kanına sahiptir.

 SADİ IRMAK: Nietzsche’nin ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ kitabını Türkçeye çevirdi ve önsözünde ‘üst insan’ öğretisini açıkça savundu… Almanca ve Fransızca bilir ve Alman yanlısıdır.

 KÂZIM KARABEKİR: Doğuştan gelen çabuk ve parlak bir zihne sahiptir. Meslek edindiği her dalın ustasıdır, görevlerini yerine getirmekte çok gayretlidir. Dürüsttür, ulusalcı başarının önemli kısmı onun Doğu Ordusu’nu idare etmekteki başarısına bağlıdır. Modası geçmiş biri hâline gelmiştir

 ŞÜKRÜ KAYA: Kaba ama dinamik bir kişiliktir. Bu kesinlikle onun kafasız olduğu biçiminde anlaşılmamalıdır. Sıkı içicidir ve Atatürk’ün çok yakın bir arkadaşıydı… Ancak gözden düşmüş görünür ve yeniden sahne alması olası değildir.

 REFİK KORALTAN: Evli, dört çocuk sahibi. Çok az Fransızca biliyor. Çok cana yakın birisidir.

 MEHMET FUAT KÖPRÜLÜ: Frenlenemez bir konuşmacı ama yetenekli. Büyükelçilikle dostane ilişkilerini sürdürmüştür. Biraz Almanca konuşabilen kilolu bir eşi var. Kendisi akıcı Fransızcaya sahip.

 NADİR NADİ: Almanya ve Avusturya’da okudu ve Alman kültürünün derin bir hayranıdır. Önceden Nazilerin ılımlı bir destekçisiydi. Şimdi ise İngiliz-Türk ortaklığını destekliyor… Gazetenin yönetimini küçük kardeşi Doğan’a –çok içer ve kötü ün sahibidir; ama rekabetçi bir gazeteci- bırakır.

 KÂZIM ORBAY: Kitabî bir konuşma tarzına sahiptir. Ancak hoş, mantıklı ve karşısındakinin bakış açısını çoğu Türk askerinden daha iyi kavramakta oldukça yeteneklidir. Merhum Enver Paşa’nın kız kardeşlerinden biriyle evlidir. Rus aleyhtarıdır. Erken yaşlarında kuşkusuz Alman yanlısıydı ancak 1939-45 savaşı boyunca gelecekteki Türk dış politikasının kilometre taşı olarak gördüğü İngiliz Türk işbirliğinin yürekten destekçisiydi.

 GENERAL KÂZIM ÖZALP: Azimli ve sağduyulu biri olarak bilinir. Öte yandan güçlü bir karakter olarak öne çıkmamıştır. Sağlığı pek iyi değildir. Son savaş sırasında arkadaşça ve yardımsever davrandı. Britanya’yla ilişkilerin sıkılaşması için çalışır. İnönü ve Bayar ile iyi ilişkiler içindedir. Zenginliğini elde etmek için makamını kullandığı söylenir.

 RECEP PEKER: Peker cumhurbaşkanıyla baş edemez. Uzak ihtimal onun cumhurbaşkanı tarafından açıkça görevden alınma riskine karşın cumhurbaşkanının ısrarla karşısında durması hayalcilik olur gibi gözüküyor.

 HASAN POLATKAN: Hoş, genç bir bekârdır ve biraz Fransızca bilir.

 HASAN SAKA: Laz kökenlidir… Kaynakların yazdığına göre oldukça hileci, iş bilir ve açıkgözdür. Kurnazlığı başarılı kariyerinde işine çok yaradı ama aslında çok da akıllı değil ve bir başbakan olarak başarısızdı. Nazik ve espri anlayışına sahip ama bayağı tavırları var.

 ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU: İletişime hep açıktır ve bize karşı iyi niyetli olmuştur. Rusya’ya ödün verilmesinin her zaman karşısındadır. Artık kendini yalnız hissetmeye başladığı Atatürk kanadının doğrudan laiklik anlayışına da destek vermektedir. Dışarıdaki politik çevrelerde hayli sevilir olmuştur. Eşi yalnızca Türkçe bilir ve mümkün olduğunca az dışarı çıkar.

 ZEKERİYA SERTEL: Pomak (Bulgar Müslümanı) kökenli olduğu söylenir… Ilımlı görüşlere sahip bir adamdır ve Anglo-Sakson tezini destekledi. Buna karşın ateşli bir Marksist olan eşinin etkisinde çok kalmaktadır ve çift 1945 yılı boyunca Türkiye’de Sovyet görüşlerinin satıcısı olarak bilinir oldular.

 SEDAT SİMAVİ: Bize karşı tam anlamıyla yardımsever ve iyi niyetlidir. Ancak kendisine kralla bir röportaj sağlamakta başarısız olduğundan dolayı majestelerinin büyükelçisini henüz tam olarak affetmemiş. Değişken ve çok meraklı bir kişiliktir. Fransızlardan hoşlanmaz ve gazetesinde sert ve ses getirici politikaları savunur. Saldırgan bir milliyetçidir. Evlidir ve Fransızca bilir.