16 Mayıs 2012 Çarşamba

Trene binemeyen Recep Çavuş’ların torunuyum ben

7 Mayıs 2012 / İDRİS GÜRSOY
28 Şubat sürecinin dik duruşlu İçişleri Bakanı Meral Akşener, 2003’te TRT’deki bir program için yapılan fakat içeriğinden dolayı yayımlanmasına izin verilmeyen röportajda, darbelerin asıl sebeplerini açıklıyor.
‘Ben kendimi Kurtuluş Savaşı şehitlerinin, gazilerinin torunu sayıyorum. Gaziler savaşta gözünü, kolunu kaybederken işgal altındaki İstanbul’da olduğu gibi birilerine iktidar senetlerini bıraktı. Ben dedemin bıraktığı o senetleri geri istiyorum. Temel sorunumuz ‘Ben şunu istiyorum’ diyememek. Dedelerimizin işgal altında bıraktığı iktidar senetlerini hem vallahi hem billahi alacağım.”
Bu sözler, 28 Şubat sürecinin dik duruşlu İçişleri Bakanı Meral Akşener’in bir röportajından alınma. Refahyol hükümetinin postmodern bir darbe ile yıkılmasından 6 sene sonra 2003’te TRT için yapılan bu röportaj yayımlanmadı. Yayımlanmayınca da yapımcı ve sunucu Işıl Alatlı ‘Tek Başına’ isimli programına son verdi. 28 Şubat soruşturması kapsamında bilgisine başvurulmak üzere geçen hafta Ankara Adliye Sarayı’na davet edilen Akşener, o röportajda hem dünya görüşünü hem de cumhuriyetin kurulmasından günümüze kadar gelen siyasi krizlerin arkasındaki sebepleri tarihçi gözüyle analiz ediyordu.
Akşener’in 28 Şubat’ta cuntanın üzerine korkusuzca gidişinin pek çok ayrıntısını biliyoruz. Batı Çalışma Grubu (BÇG) adı altındaki illegal yapılanmayı o ortaya çıkardı. Emniyet İstihbarat Dairesi Başkan Vekili Bülent Orakoğlu ve Onbaşı (polis)Kadir Sarmusak’ın getirdiği cunta belgelerini başbakana iletti ve gereğinin yapılmasını istedi. Ancak belgeler Başbakan Necmettin Erbakan’dan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ondan da Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı eli ile cuntaya ulaştı. BÇG’nin kurucusu Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, Akşener’i casusluk yapmakla suçladı. İçişleri bakanı geri adım atmayınca gazeteler bakan hakkında yalan haberler yayımladı. Kılık kıyafeti ile alay ettiler. Evine hırsız soktular, ‘yatak odasına gireriz’ mesajı verdiler. Eşine telefon açıp hakaret ettiler. ‘Yağlı kazığa oturturuz’ diye ölüm tehdidinde bulundular. Akşener, bu süreçte geri adım atmadı. Manşetlere basın toplantıları ile cevap verdi. Valileri brifinge göndermedi; “81’ini de görevden alırım.” diye meydan okudu. MGK’da başörtüsü yasağı gündeme gelince karşı çıktı, “En son Fransız askeri başörtüsüne dokunmuştu, sonucuna katlanmaya hazır mısınız?” dedi.
Bugün emekli Orgeneral Çevik Bir tutuklu, 28 Şubat’ın aktörlerinden hesap sorulurken, MHP’den milletvekili seçilerek Meclis Başkanvekilliği görevini yürüten Meral Akşener süreçte sivillere işaret ediyor. Aksiyon’a; “Cuntacılarla işbirliği yapan bazı kişilerin bugün demokrasiden yana tavırlarını ibretle ve hayretle izliyorum.” diyor. Dik duruşunun arkasında 2003’te sarf ettiği sözlerin olduğunu söylüyor. Peki, cuntacılarının ‘yağlı kazığa’ oturturuz diye tehdit edecek kadar kızdığı Akşener’in toplum ve siyasetin üzerinden geçen süreçte cuntaya boyun eğmemesinin arka planında ne vardı? Pek çok siyasetçinin pes edip teslim olduğu 28 Şubat, Akşener’i neden teslim alamadı? Onu ayakta tutan duygu ve düşünce neydi? İşte bu soru ile birlikte bugün bile sancısı çekilen iktidarların muktedir olamaması sorununa cevap olacak açıklamalar Akşener’in 2003 yılında verdiği yayımlanmayan o röportajında saklıydı. İşte o röportaj:
-“Ben dedelerimin bıraktığı iktidar senedini istiyorum.” derken neyi kastediyorsunuz? “Ben” kim?
Bu ben Rumeli göçmeni bir ailelinin kızı, bunu özellikle söylüyorum; çünkü Rumeli kadını itirazcıdır, sorgulayıcıdır, çok şey yaşamışlardır. Ailenin yükünü göçler, savaşlar esnasından yüklenmişlerdir ve bu anadan kıza geçen bir tavırdır. Diğer taraftan ben orta karar, küçük bir memur ailesinin çocuğuyum, dinî terbiye almış bir insanım. Dinî ve millî olarak ailem bana ne öğretti diye düşündüğüm zaman, hep bunlar öğretilir; sabrın, itaatin kutsandığı bunları sayabilirim; örneğin bir köfteyi üçe bölmeyi öğrendim, bunun fakirlikle alakası yoktur, kanaati öğretir. İtaati, sabrı ve kanaati... Bunlara baktığımızda dinî ve millî anlamda bir kere bize hiç talep etmeyi, talip olmayı öğretmez ailelerimiz. Bunu fark ettim, bu yüzden ben talep eden taraftayım, sadece kendi adıma değil; Türkiye’nin asli unsuru olduğuna, daha büyük bir kitleyi temsil ettiğine inandığım grup, sınıf adına ben demeyi, talep etmeyi ortaya koyan bir politikacı olmaya, duruş göstermeye özen gösterdim. Ayrıca ‘ben’ bilinçli olarak söylenmiş bir sözdür. Türk siyasetinde siyasi aktörler bizi kutsar, çünkü bizde sorumluluk duygusu azdır, herhangi bir konuda risk alma yeteneğini yayarsanız, risk almaktan kurtulabilirsiniz, sanki paylaşma varmış gibi görünür ama ben sözüyle sorumluluk almaya hazır olduğunuzu ortaya koyarsınız. Risk alabilirsiniz ve herhangi bir konuyu yaymak gibi bir durumunuz olmaz, onun için ben.
-İktidar senedini istemenin bedelleri olduğunu ve ödediğinizi, ödemeye devam edeceğinizi bildiğinizi de söylüyorsunuz?
1980’den önce sınıf tanımı yaptığınızda bir gruba ait olduğunuz ortaya çıkardı. 80’den sonra benim konumumda bir insan bu tanımı yaptığında sosyolojik ve sosyal psikolojik bir tanımdır. Benim gibilerin ailesinden başlayarak okulunda ve toplumun diğer katmanlarında yaşadıkları bir süreç var. Bizim gibiler öğretmen olabilir, bakkal dükkânı sahibi olabilir, memur olabilir, işçi olabilir ama daha yüksek yerlere doğru talebiniz varsa bariyerlerle karşılaşırsınız. Eğer geleneksel aile yapısı içinden geliyorsanız, geleneksel kavramlar içinde yetişmişseniz, –dinî ve millî anlamda söylüyorum– biraz muhafazakâr ve dindar yönünüz varsa bu bariyerler biraz daha katılaşır, biraz daha zorlaşır; çünkü Türkiye’de benim gibilere bakış açısı bir sınıf atlamaya yönelik tahrik ve tetikleyen bir yapı mevcuttur. Ama bu talebinizi çok net ve bulunduğunuz yerde belirtirseniz bir sürek avı ile karşı karşıya kalırsınız. Ama buna karşılık ben sendenim, senin gibi olmak istiyorum, bana yardımcı ol gibi söze dökülmeyen sessiz çığlıklarla belirtirseniz benim elit dediğim bazı basın yayın organlarında ‘beyaz Türk’ diye geçen kesim tarafından ‘eh olabilir’ gibi bir davranış biçimi ile karşılaşabilirsiniz. Siz bunu yapmak yerine ‘ben, benim temsil ettiğim sınıfın bir parçasıyım ama seninle eşit olmak, ülkeyi seninle birlikte yönetmek istiyorum, benim de payım en az senin kadar’ dediğiniz zaman ayrık otu oluyorsunuz ve bunun da bedelleri oluyor.
-İktidar senetleri kimlerin elinde?
İktidar olma ile muktedir olma arasında temel bir fark var. Çok partili sisteme geçtikten sonraki dönemde seçim sonuçları daha Anadolu’yu temsil eden partilerin aktörleri tarafından kazanılmış olabilir ama o aktörlerin üst yönetimlerine baktığınız zaman söylemeye çalıştığım, ‘ben sendenim’ mesajlarını vermeye çalışan bir duruş da görüyorsunuz. Dolayısıyla kendi insanını seçip gönderebilir benim temsil ettiğim sınıfın insanları; ama onlar seçip gönderdikten sonra hele üst yönetim noktasına geldiği zaman değişim değil ama bir başkalaşım içine girdiklerini tespit ediyorum. Şerif Mardin hocanın bir tespiti var, diyor ki; ‘Cumhuriyet trenine bürokrasi bindi, halk binemedi.’ Demokrasinin de temel sorunu budur. Siyasi iktidarın muktedir olmasını engelleyen unsurlar vardır.
-Nedir bunlar?
İş hayatı vardır engelleyen unsurların içinde, bürokrasi vardır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin elitleri vardır. Benim sınıfımın insanlarının özgüveni zaten yeterince kırılmıştır. İşin enteresan tarafı toplum mühendisliğine soyunup gelen kesimlerin Avrupa ve Amerika’ya karşı özgüvenleri olmadığına inanıyorum. Dolayısıyla karşılıklı özgüvensizliğin getirdiği kırılganlık çözüm ortaklığında yan yana gelmeyi ortadan kaldırıyor. Sonra da Anadolu’dan seçilip gelmiş temsilci o insanların önünde Cumhuriyet’in tüm değerlerine sımsıkı sarıldığını düşünen, buna ciddiyetle, samimiyetle inanan, şuuraltında korku stokları bulunan, sivil ve silahlı bürokrasi artı diğer gruplar tarafından atılan her adımda bir problemle karşı karşıya bırakılıyor. Bu başkalaşma, ‘ben sendenim’ sessiz çığlıkları ile geçen süreyle de muktedir olma meselesinden hızla uzaklaşıyorsunuz. Rahmetli Turgut Özal’ın bir sözü var; ‘Ben en güçlü olduğum zaman bürokrasinin yüzde 30’una hâkim oldum’ diye. Sorgulanması gereken bir alan burası. Diğer taraftan temsil konusunda sanki bir eşitlik varmış gibi görünmekle birlikte Anadolu’yu gezerseniz İstanbul’un büyük sermayesinin Anadolu’yu şekillendirdiğini görürsünüz, kimi zaman bayilik sistemi ile kimi zaman başka bir organizasyon biçimindedir. Ve o şehrin eşrafı dediğimiz insanlar tarafından belirlenmiş adamları siyasi partiler milletvekili seçip getirmek zorunda kalır ve orada da temsil konusunda göze görünmeyen küçük çelişki mevcuttur. 1980’den sonra aralığın gittikçe kapandığına inanıyorum ama muktedir olma problemi hâlâ devam ediyor,
Seçilen sonra nasıl değişime uğruyor?
Ben her milletvekili seçilen arkadaşın iyi niyetlerle, heyecanla bu işe girdiğine inanıyorum. Bir milletvekili adayı inanılmaz vaatler verir. Fabrikalar açma sözü verir, herkesi işe koyma vaadinde bulunur, aş verir, ekmek verir. Gelir Meclis’e görür ki Siyasi Partiler Yasası ve Tüzüğü’nden kaynaklanan sadece bir parmaktır. Her milletvekili eğer partisi iktidar olmuşsa bakan olmak ister. Bakan olabilmek için sokaktaki adamdan, seçmenden aldığı oyun yeterli olduğunu zanneder; fakat olmadığını fark eder Meclis’te. Genel başkanın iki dudağı arasındadır. Bu defa genel başkanının gözünü takip etmeye başlar. Tabii o genel başkanın o milletvekilini görebilmesi için bir süre vardır, bu sefer etrafına bakmaya başlar. Yani kimlerdir bunlar? Onların da seçim meydanında halk adına eleştirdiği insanlardan oluştuğunu görür, bu defa onların gözlerine kendi gözlerini kilitlemeye gayret eder, o arada da ‘ben sizdenim, sizin gibi olmak istiyorum, daha fazla size benzemeye çalışıyorum’ gibi bir tavrın içine girer. Bu defa şöyle bir zorluk ortaya çıkar; değiştirmek için geldiği eğer kafasında varsa, muktedir olmayı öne koyarak geldiği sistemin içinde muktedirlik kavramı kalkar, iktidarla yetinir ve arada kendisine oy veren arkasında bulunduğu kişilerle arasındaki bağı kopar. Oy veren seçmenin de bu milletvekili ile bir problemi ortaya çıkar. Onlar da bir iş dışında bir daha arayıp sormaz. ‘Arkada bir güç var hissini o kişi alamaz. Bu defa o milletvekili otomatikman, karşı çıktığı sistemin parçası olma yolunda gayret eder. Eğer bunu yapamıyorsa bu defa gettolaşır ve her şeyi reddeder; çözüm ortaklığı dediğim iki tarafın bir araya gelip çözüm üretebileceği vasat ortadan kalkar. Arka planında felsefik olarak böyle bir mantığın olduğunu düşünüyorum; biz hep sezgi veya akıl dedik. Cumhuriyet veya demokrasi dedik. Hâlbuki bunun yerine mantığını koyabilseydik büyük oranda çözüme ulaşmak mümkündü diye düşünüyorum.
-İktidar senedini alma cesaretini siz nereden buluyorsunuz?
Benim hayatımda önemli yeri olan bir hikâye var. İstiklal Savaşı bittikten sonra Atatürk Adana’ya gitmiş, cumhuriyet kuruluyor, vali bey İstasyon Caddesi’nde gezdiriyor, çok güzel evler görmüş, o zaman gayrimüslim vatandaşlarımız askerlik yapmıyor, onlara ait evler. Kimin, kimin diye sormuş, en sonunda bir viraneye rastlamış. Bu kimin demiş? ‘Recep Çavuş’un demişler. Çok kızmış, çağırtmış Recep Çavuş’u, gözünün biri yok, kolunun biri yok. Gerçek bir vakadır bu. Hiddetli bir şekilde sormuş; ‘Recep Çavuş bunlar bu evleri yaparken sen neredeydin?’ Recep Çavuş biraz daha ezilmiş, sıkılmış ve ‘Paşam ben seninle birlikte Çanakkale’deydim, seninle birlikte Sakarya’daydım’ demiş. Ben buna inanıyorum, ben kendimi Recep Çavuş’un torunu saydım hep. Recep Çavuş’lar Cumhuriyet treninin oluşması için canları ile kanları ile çalıştılar ama buna karşılık trene binemediler. Şimdi bunun anlamı Recep Çavuş’ların torunlarını o trene bindirmek artı makinistle birlikte olmasını sağlamak, benim hedefim bu. Fakat benim sınıfımın insanlarını eleştirmek istiyorum bu konuda.
-Niçin?
Biz biraz daha dolanarak yapmaya çalıştık, örneğin bizim sınıfımızdan olmayan bizim gibi insanların haklarını savunduğunu düşündüğümüz liderleri, aktörleri tahkim ettik, çok sağlam durduk arkalarında. Onların alması gereken riskin belki on kat fazlasını bizler aldık. Niye? Söylemeye çalıştığım şey şuydu; kabul görmeyeceğimizi düşündüğümüz için mücadele ettiğimiz ya da talepkâr olduğumuz sınıfın elindeki iktidar senetlerini, o sınıfın mensubu bir insan eliyle almayı düşündük.
-Sonuç?
Kendi özelimde de yaşadım. İçimizden liderler çıkarmak zorundayız ve onlar çıktıktan sonra da başkalaşmamalıdır. Elbette çağın gereklerine göre değişim yaşanacaktır ama söylemeye çalıştığım o başkalaşmaya uğramadan, bulunduğu yerde durarak o yolu açmak. Kendi özelimden biliyorum. Şunu sağlamaya çalışmıştım. Farklı bir sınıfın insanı var, bizi savunuyor, biz ona şunu söylemeye çalışıyoruz: ‘Bize yol aç.’ Yani birlikte olalım. Sonuçta çok daha fazla risk, çok daha fazla bedel benimle ilgili oluştu. Özüne bakınca yanlış bir duruş olduğunu düşünüyorum. Biz böyle davranarak sosyolojik anlamda özgüvensizlikler, korkular, özünde bir takiyye ortaya koyduk. Bu da daha dürüst, daha net tavır koymamızı engelleyen bir durumdur.
-Zor dönemde önemli bir makamı işgal ettiniz. Bakan olduğunuz ilk MGK toplantısına katıldığınız zaman ne hissettiniz?
Ben tarih hocasıyım. İçişleri Bakanlığı, MGK üyeliği benim gözümde manevi yeri olan kurumlardı, her iki koltuğa da oturmak için yürüdüğüm zaman bacaklarım titremişti. Birincisi bu. İkincisi İzmit’in bir köyünden yola çıkarak o bahsettiğim uzlaşma ayrı bir şey ama eşitlik içindeki bir tavırla oraya doğru yürümenin çok kolay olmadığını söyleyeyim. Yani inanamamıştım. Mesela üniversiteye asistan olarak müracaat ettiğimde dekan olmayı aklımdan geçiremiyordum, çünkü ‘Bizden olmaz, tanıdığımız yok, bildiğimiz yok, dolayısıyla dekan ya da rektör olamam’ diyordum. Türkiye Cumhuriyeti’nin içişleri bakanı olmak benim için önemliydi. İktidar ve muktedir olmak arasındaki o kavramsal farka da çok önem veren bir insan olduğum için bazı şeylerin de oradan problem hâline dönüştüğüne inanıyorum. Ona çok dikkat etmeye özen gösterdim. Sonuç ortada, maddi ve manevi olmak üzere pek çok bedel ödedim. Ama ben sosyolojik olarak bir rol model olduğuma da diğer taraftan inandım hep. O da şu; Ardahan’a gitmiştim. İçişleri bakanıydım ve basının giyimimle, davranışımla alay ettiği bir dönemdi. Konuşmamla Ardahan’ın Damal ilçesinde bir tören yapıldı, o törenden sonra iki genç kız kapıda karşıladılar beni, biri lise son biri lise ikideydi. ‘Meral abla sen bir köylü kızıymışsın ama okumuş bakan olmuşsun, babalarımız bizi okutmuyor, onunla konuş, biz de okuyalım, birimiz başbakan birimiz milletvekili olabiliriz’ dediler