30 Ocak 2012 Pazartesi

27 Mayısçılar, genelkurmay başkanını dövmüştü

İDRİS GÜRSOY16 Ocak 2012 / AKSİYON
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un ‘darbeye teşebbüs’ten tutuklanmasına karşı çıkan ve mahkemelere hakaret eden CHP, 27 Mayısçıların gözaltına aldığı paşalara yapılan işkence ve kötü muameleleri destekliyordu.


Eski bir askerdi. Yarbaylıktan ayrılıp Ankara Emniyeti’ne girmiş, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne kadar yükselmişti. Gümüşhane Valiliği’ne tayin olmuş, giderken bir emirle İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevine atanmıştı. Emekli Yarbay, İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay, Yassıada’da işkencede hayatını kaybetti. İlk gözaltına alındığında düzenli alması gereken ilaçları Davutpaşa Kışlası’na götüren eşi ve çocukları kapıdan kovulmuştu. Uzun süre babalarından haber alamamışlar, neyle suçlandığını gazete ve radyolardan öğrenebilmişlerdi. 27 Mayıs’tan itibaren ‘Sabıkların tertipleri’ başlığı altında ağır iftiralarla karşılaştılar. CHP’lilerin başını çektiği bir kesim ‘Düşükler’ ve ‘Kuyruklar’ diyerek onlara nefret kusuyordu. Sokakta, çarşıda, okulda hakarete, tacize uğruyorlardı. DP’liler Yassıada’da, yakınları dışarıda tecrit edildi ve yargısız infaza uğradılar. Oğlu Emre Oktay, “Korgeneral Cemal Madanoğlu İstanbul’da bizim apartman komşumuzdu, babamın da Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşı. Yüksek Adalet Divanı Üyesi Ferruh Adalı da ailece görüştüğümüz bir dostumuzdu; ama darbeden sonra ikisi de telefon bile etmedi, biz arayınca da çıkmadılar...” diyor. 27 Mayıs’ta basın, üniversite ve CHP’nin tam bir dayanışma içinde darbecilerle birlikte çalıştığını anlatan Oktay, “Silivri’yi toplama kampına benzeten CHP, o gün DP’lileri linç kampanyalarında başı çekiyordu.” şeklinde konuşuyor.



İlker Başbuğ’un darbeye teşebbüs suçlaması ile tutuklanması, 27 Mayıs darbesi ile tutuklanan ve Yassıada’da yargılanan emekli ve muazzaf askerleri akıllara getirdi. Başbuğ’dan, ‘Cumhuriyet tarihinde tutuklanan ilk genelkurmay başkanı’ olarak söz edilse de onun durumu daha çok eski Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut’unkine benziyor. Yamut, 27 Mayıs’ta tutuklandığında emekli bir genelkurmay başkanıydı. Peki, CHP’nin zemin hazırladığı darbenin mağduru emekli ve muazzaf askerler nasıl bir muameleye tabi tutulmuştu?



Emekli Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, Ankara’daki evine tutuklamak için gelen subaylara “Ben Çanakkale kahramanıyım, Atatürk’ün silah arkadaşıyım, gaziyim, eski genelkurmay başkanıyım... Bana hakaret edemezsiniz!” diye karşı çıkmıştı. Yamut’u önce tokatladılar, sonra merdivenlerden yuvarladılar. Yamut, hakaret ve işkencelere dayanamadı, Yassıada’da yargılamalar sırasında hayatını kaybetti.


27 Mayıs’ın tutukladığı asker ve generaller sadece bu iki isimle sınırlı değildi. Salih Coşkun, Kore kahramanı; Avni Karaca, süvari yarbayıydı. Mehmet Nuri Yamut, Gazi Yiğitbaşı ve Yümni Üresin, İstiklal Savaşı’na katılmıştı. Hepsi emekli, Oramiral Sadık Altıncan, Org. Nurettin Aknoz, Org. İshak Avni Akdağ, Org. Nazmi Ataç, Hava Kuvvetleri Komutanı Tekin Arıburun, Yassıada’da aynı hücreleri paylaşmıştı.




27 Mayıs cuntasının gözaltına aldığı generallerin suçu darbelere karşı olmaları ve cuntalara katılmamalarıydı. Gözaltına alınan üst düzey muvazzaf-emekli komutanlar en ağır işkencelere ve hakaretlere maruz kaldı. Gözaltı sırasında başlayan kötü muamele, Yassıada ve yargılanma sırasında da devam etti. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sadık Altıncan (Giresun Milletvekili) Yeşilyurt’ta ismi okununca birkaç kara subayı tarafından tartaklandı. Denizciler eski komutanlarına saygılarından dolayı araya girip Altıncan’ı karacıların elinden aldı. O sırada botların komutanı Albay Muzaffer Grebene, eski komutanına saygı gösterip kaptan köşküne aldığı için amirallik rütbesinden oldu. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Altıncan, Yassıada’ya büyük emek vermişti. Adaya ayak basar basmaz, yaşlı gözlerle, “Kendime bir mahpes hazırlamışım.” demişti. Yeşilyurt’ta bir yandan dayak yiyen bir yandan da tükürük yağmuruna tutulanlar arasında General Namık Argüç de vardı. Ada Komutanı Tarık Güryay, İzmir Milletvekili, general kızı ve Org. Tekin Arıburun’un eşini mahkemedeki savunmasından dolayı saçından sürükleyerek dövdü.

Yassıada’da en hazin hadise kısa süre öncesine kadar şerefli Türk ordusunun Genelkurmay Başkanlığı görevinde olan Rüştü Erdelhun’un suratına yumrukların acımasızca indirilmesiydi. Erdelhun Paşa hakaretlere uğradı, rütbeleri söküldü. İdamla yargılandı. Mayıs 1960 öncesinin genelkurmay başkanı Erdelhun, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’le sınıf arkadaşıydı. 1948’de Amerikan askerî yardımı henüz başlamıştı ve Genelkurmay Karargâhı’nda dil bilen kurmay subay yok denecek kadar azdı. Rüştü Paşa, İngilizce bilen nadir generallerden biriydi. Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki süreçte, İzmir müstahkem mevki kumandanı olan Hüseyin Hüsnü Erkilet Paşa genelkurmay eğitim başkanıyken, kimi seçkin kurmayları, sadece dil öğrenmelerini temin maksadıyla, çeşitli ataşemiliterliklerin emrine dil subayı (language officer) olarak göndermişti. Tuğgeneral Rüştü Erdelhun, bu seçkin subaylardan birisi olarak Tokyo’ya gitmişti. Japonca yanında İngilizce de biliyordu. Londra Ataşemiliterliği de yapmıştı. Bu niteliklerinden ötürü, Genelkurmay Başkanlığı ile Amerikan Askerî Yardım Kurulu (JUSMAT) arasında koordinatörlük görevi verilmişti kendisine. Rüştü Paşa’nın en belirgin niteliği, son derece kibar oluşuydu: Makam odasına giren en küçük rütbeli kurmayı bile ayağa kalkarak selamlar, onu karşısındaki sandalyeye oturtarak dinlerdi. Çok çalışkan, son derecede iyi niyet sahibi, insanlara sevgi ve şefkatle yaklaşan, yasalara saygılı bir askerdi. Eşi keza; omurgasındaki rahatsızlık sebebiyle çelik korseye mahkûm olduğu hâlde sosyal faaliyetlerini aksatmayacak kadar enerjik bir yapıya sahip, görmüş geçirmiş, örnek bir subay eşiydi, çocukları yoktu.




Ankara’dan Yassıada’ya nakledilecek sanıklar arasındaki asker kökenli milletvekillerinden biri de Kore kahramanı Tahsin Yazıcı’ydı. Darbecilerin gözaltına aldığı asker, sivil bürokratlar yolculuk esnasında da her türlü işkenceye maruz kalıyordu. Uçaklarda hava delikleri açılarak soğuk hava cereyanına tabi tutuluyorlardı. General Tahsin Yazıcı, uçakta gösterilen yere asil ve vakur bir tavırla oturmuştu. Tomsonlu hava yarbayı elinde tuttuğu gocuğu ona uzatmıştı. Paşa dik dik bakmış ve sert bir şekilde “İstemem!” diye bağırmıştı. Uçak komutanı elindeki tomsonu paşaya çevirdi. Elini tetiğe götürüyor, sonra çekiyor… Yine götürüyor, yine geri çekiyordu. General Salih Coşkun, millî savunma müsteşarıydı. Hava meydanında ve Yeşilyurt’ta hakarete maruz kaldı, tekme, yumruk saldırısına uğradı. Avni Karaca, süvari yarbayıydı. Türk bayrağını şeref direklerine çektiren usta millî binicilerimizdendi. Teğmenken elinde taşıdığı kupayı halkın omuzlarında Türkiye’ye getirmişti. Karaca uçakta dövüldü. Ankara Merkez Komutanı Namık Argüç de aldı yumruk ve hakaretlerden payını. Yassıada’da işkence ve hücre cezası vardı. Zindan cezasını en çok İstanbul grubu ve onların içindeki Merkez Komutanı Kemal Binatlı çekmişti.



Yassıada’da hayatını kaybeden eski Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut Paşa, eski Kolordu Komutanı Korgeneral Yümnü Üresin ve Gazi Yiğitbaşı’nın kahramanlıklarla dolu parlak geçmişleri vardı. Mehmet Nuri Yamut; TSK’nın 6. genelkurmay başkanıydı. 1908’de teğmen rütbesi ile harp okulundan mezun oldu. Anadolu’ya geçerek İstiklal Savaşı’na katıldı ve İstiklal Madalyası kazandı. 6 Haziran 1950’de atandığı Genelkurmay Başkanlığı görevinden 10 Nisan 1954’de kendi isteği ile emekli oldu. 11. dönem İstanbul milletvekili iken 27 Mayıs’ta tutuklandı ve 5 Haziran 1961’de orada hayatını kaybetti. Yümnü Üresin; 1898 doğumlu, 1911’de Harbiye’ye girdi. Birinci Dünya Savaşı’nda, Çanakkale, Kafkas ve Sina cephelerinde savaştı. Kütahya Eskişehir Muharebeleri, Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz’a katıldı. Çeşitli görevlerden sonra 1951’de Millî Savunma Bakanlığı Tetkik Kurulu’ndan emekli oldu. Eylül 1951’de yapılan 9. ara dönemi seçimine girerek Bilecik milletvekili seçildi. 1952-54 arasında Ulaştırma Bakanlığı yaptı. Gazi Yiğitbaş; 1898 Afyon doğumlu. 1913’te Bolvadin askerî okulundan mezun oldu. 1920’de Afyon’da 23. Fırka 69. Alay 3. Tabur’a iştirak ederek Geyve, Adapazarı, Sapanca ve İzmit muharebelerine katıldı. 1 ve 2. İnönü savaşları ile Sakarya Meydan Muharebesi’nde savaştı. 1946’da DP’ye girdi. 9. dönem seçimlerinde Afyonkarahisar milletvekili seçildi. Yassıada’da kalp krizinden hayatını kaybetti.



Peki, İlker Başbuğ’un ‘darbeye teşebbüs’ suçlaması ile tutuklanmasına ‘genelkurmay başkanı’ diye karşı çıkan ve tepki gösteren CHP ile bazı basın organları, 27 Mayıs’ın gözaltına aldığı İstiklal Savaşı madalyalı paşalara yapılan işkence ile kötü muameleleri nasıl karşılamıştı? Babasını işkencede kaybeden Emre Oktay, “Basın, 27 Mayıs’a destek verdi, işkence ve cinayetleri görmedi, hatta bu muameleleri alkışladı. 27 Mayıs’tan sonra da zaten 27 Mayıs’ı eleştirmek ve DP’yi övmek bir yasa ile yasaklandı.” diyor




21 Ocak 2012 Cumartesi

NAHİT MENTEŞE: KIZILAY'DA BOMBALARI ASKER PATLATIYORDU



12 Eylül’ün lideri Kenan Evren hakkında soruşturma açıldığı, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un da tutuklandığı günlerde, 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a bütün olağanüstü süreçlerin içinde bulunan Nahit Menteşe ile asker-sivil ilişkilerini konuştum.


12 Eylül’ün lideri Kenan Evren hakkında soruşturma açıldığı (4 Ocak Çarşamba) gün Meclis’te Nahit Menteşe ile birlikteydik. Haberi yazarken eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ gözaltındaydı. Cuma gecesi de ‘darbeye teşebbüs’ suçlaması ile tutuklandı. Menteşe, 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a hemen bütün olağanüstü süreçlerin içinde bazen başbakan yardımcısı, bazen bakan, bazen de parti yöneticisi olarak bulundu. Uzun uzun o dönemleri konuştuk. Merak ettiğimiz soruları sorduk. Evren’den Başbuğ’a eski komutanlar yargı önüne çıkarılırken eski bakan Menteşe’nin “12 Eylül öncesi sıkıyönetim görevini yapmadı. Çorum’da, Maraş’ta darbeye zemin hazırlamak için Alevileri ve Sünnileri karşılıklı tahrik ettiler. Kızılay’da bombaları Genelkurmay, Evren patlatıyordu.” sözlerini sarf etmesi, savcıların ne kadar doğru iz üzerinde olduklarını gösteriyor. “Asker cami bombalar mı? Başbuğ neden tutuklanıyor?” sorularını soranların özellikle Menteşe’nin anlattıklarına kulak vermesi gerekiyor. 11 kez bakanlık koltuğuna oturmuş, Türk siyasetindeki ulu çınarlardan biri olan Menteşe, 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a cuntaların cinayetlerini örneklerle anlatıyor. Darbecilerden hesap sorulduğu bir dönemeçte bu sözler daha da önem kazanıyor. Menteşe, “Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını asker istedi. Başbakan Tansu Çiller’e generaller kendi aralarında ‘Fadime’ diye hitap ediyorlardı.” diyor. Türkiye’de hiç darbeler ve siyasete müdahale planları olmamış gibi kulağının üzerine yatanlara karşın Menteşe, yakın tarihe ışık tutarak önemli hatırlatmalarda bulunuyor, “Sivil anayasa ve yargı ile bu işi sonuçlandırın.” diyor.

Nahit Menteşe, 12 Eylül’de AP genel sekreteriydi. Darbenin ayak seslerini çok önceden duymuş, Başbakan Süleyman Demirel’i uyarmıştı. Meclis’te erken seçim kararı aldırabilseler darbe önlenebilirdi. Meclis’e postu sermiş; ancak başarılı olamamıştı.

-12 Eylül öncesi AP genel sekreteriydiniz. Darbenin geldiğini gördünüz mü? Neden tedbir almadınız?

11 Eylül günü ben buradaydım (Meclis’te). Biz darbeyi nasıl önleyebiliriz? Seçime gitmek suretiyle… Kumanda zinciri kurulmuştu asker içinde. Bir arkadaşım telefon etti, İzmit’ten. “Nahit, Saltık Paşa geldi, kumanda zincirini kurdu.” dedi.

-Ne demek kumanda zinciri?

Şu demek: Yukarıdan aşağıya bütün askerin tasdikini alıyor. İhtilale karar verilmiş, demek.

-Saltık’ın özelliği neydi?

Amerika’daydı. Evren, Türkiye’ye getirdi, ikinci genelkurmay başkanı yaptı ve bütün bu görevleri ona verdi. Bu ittifakı Saltık sağladı.

-Siz darbeyi önlemek için gerekli çabayı gösterdiğinize inanıyor musunuz?

Demirel bana “Postu Meclis’e ser, erken seçimi çıkar.” dedi. Ara seçim yapılmış, 5 milletvekilliğini de AP kazanmıştı. Bu CHP’yi de MSP’yi de korkutuyordu. O yüzden erken seçime karşı çıkıyorlardı. Şener Battal (MSP), Anayasa Komisyonu başkanıydı. Artık meseleyi bitiriyoruz. Battal allem etti, kallem etti, komisyonu kapattı. Ben de onlara döndüm, “Türkiye darbeye gidiyor; gelin, seçime giderek bunu önleyelim.” dedim.

-Darbeyi önceden haber aldınız, Evren’i neden hemen görevden almadınız?

Ne olurdu? İhtilal daha öne alınırdı. Evren de bunu söylüyor. Zincir kurulmuş. Önleyemezdik.

-Darbeye doğru bazı olaylar var. Terör tırmanıyor mesela. Bunların arkasında ne vardı?

Asker. Tabanı tutabilmek için mesela Kızılay’da bombalar patlatıyorlardı. Vecdi Gönül, Ankara valisi; ben, genel sekreterim. Bazı olaylar sebebi ile ihbar ediyoruz. Sıkıyönetim Komutanı Nihat Özer katiyen üzerine gitmiyor. Adana’da, Diyarbakır’da böyle.

-İstanbul’da yüz yerde bomba patlamış. Araştırmadınız mı bu nasıl oluyor diye?

Millî Eğitim’e, müsteşara telefon ettim, “Buraya kadar gelebilir misiniz?” “Efendim arabalarımız bağlı, her tarafta bombalar patlıyor.” dedi. Ben o zaman ‘bu iş bitecek herhâlde’ diye düşündüm. İki milletvekilimiz hakkında gensoru görüşmesi vardı. Korkut Özal grubunu davet ettim. MSP’nin o grubunu ikna ettik; fakat Kızılay’da bomba hareketleri devam ediyor. Kimse çıkamıyor, gidemiyor. 11 Eylül günü açtım telefonu Demirel’e, “Efendim Sezgin ile Kıratlıoğlu’nu kurtaracağız; ama devleti kurtaramayacağız.” dedim. Akşamüzeri konuta gittik. İhsan Sabri Bey, Evren’le konuşmuş. “Paşam, ihtilal mi yapıyorsunuz?” demiş. “Yok öyle şey!” cevabını almış.

-Terör eylemlerinin arkasında kim vardı?

Bu eylemlerin arkasında yine Silahlı Kuvvetler var. Kim kumanda zinciri kurdu ise onlar, yani Evren var.

-Asker mi patlatıyor bombaları?

Tabii, tabii.

-Sıkıyönetime rağmen olayların sürmesinin sebebi ne?

Sıkıyönetim, yani asker görevini yapmıyor.

-Maraş ve Çorum olaylarının arkasında kim vardı?

Alevi, Sünni ortamı teşvik eden gizli güçler, sırtlarını okşuyor, sokak hareketlerini meydana getiriyorlar. Kendiliğinden olmaz. Bu böyledir. İhtilali organize edenler bunları planlıyorlar. Şartları olgunlaştırmaya çalışıyorlar.

-12 Mart öncesi bakansınız. Darbe duyumlarını ilk defa nasıl aldınız?

Millî Güvenlik Kurulu toplantısında Muhsin Batur’la yemekte yan yanayız. Bana “Vaktiyle genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları Menderes’in etrafındaydı, hepsi ona bağlıydı; ama darbe oldu.” dedi. Baktım huzursuz. Demirel’e hemen bu konuşmayı aktardım. Nitekim 9 Mart cuntası bastırıldı; ama 12 Mart’ı engelleyemedik.

-Neden?
Demirel’e “Bazı duyumlar alıyorum.” deyince, yanında Millî Savunma Bakanı Ahmet Topaloğlu vardı, “Bak sabaha kadar Ahmet Bey’le uyumadık, 9 Mart hadisesini bastırdık.” dedi. Fakat sonra Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç muhtıra verdi, hükümet düştü.

-Muhtıraya sebep neydi?

12 Mart için bir sebep yoktu. Yüzde 8 kalkınma hızı, yüzde 5 enflasyon; fakat asker içinde buna rağmen kıpırdanmalar vardı. 9 Mart bastırıldı; fakat kıpırdanma durmadı. Onun üzerine Genelkurmay Başkanı Tağmaç 12 Mart muhtırasını verdi. Muhtırada hükümeti istifaya davet ediyordu.

-İstifa etmeyip askere neden “Bana bağlısınız!” demediniz?

Bir muhtırayı beklemiyorduk. Bakanlar kurulunda Faruk Sükan, istihbaratım tamdır, dedi. Ahmet Topaloğlu konuştu. İstifa etmesek ne olurdu, tartıştık.

-Ne olurdu?

Darbe olurdu, 60 ihtilalinden gelen bir hava vardı, ordu çok baskındı. Parlamento kapatılmasın diye istifa ettik. Hiç olmazsa Meclis zeminini elimizde tutalım, dedik. Nitekim Nihat Erim’e, CHP milletvekili olduğu hâlde istifa ettirilip bağımsız bir başbakan olarak görev verildi.

-Menderes üç seçim kazandı. Ordu kademesini değiştirmişti. Neden darbeyi önleyemedi?

Rahmetli Menderes, genelkurmay başkanı ve orduya çok güveniyordu.

-Seçimi düşünmedi mi?

Menderes, Aydın’a geldiğinde, Aydın Yüksek Tahsil Cemiyeti başkanı olduğum için kendisini karşılardım. Son görüşmemiz Londra’da uçak kazası geçirdikten sonra oldu. Aydın’dan trenle gidememiştim. Dört otobüs kiralayarak Ankara’ya geçmiş olsuna gittik. Başbakanlığa gittim, öyle kalabalık bir heyetle karşılaştık ki! Bize dedi ki akşam kalın, beraber akşam yemek yedik. Seçim kaçtı deniyor ya! Öyle bir şey yok. İnönü, Uşak’ta taşlanmış, başında sargı ile dolaşıp halkı tahrik ediyor. Bize söylediği şu oldu: “Bu fesadın hakkından ancak seçime gitmek suretiyle kurtulabiliriz.” Halka dayanıyordu doğrudan doğruya. Mayısta seçime gidelim, diyordu.

-Neden seçime gitmedi peki?

Aydın’da arkadaşlara dedik ki seçime gideceğiz. Çok güzel bir ortam var; ama sokak hareketleri başladı ve tansiyon arttı. Halk Partisi de DP’nin seçimi kazanacağını görüyordu ki sokağı ateşleyenler arasında onlar da vardı. Ben ayrıca bir yemekte Celal Bayar’a bunu sordum, “Sayın cumhurbaşkanım, benim hatıramda bir boşluk var. Menderes bize ‘Seçime gideceğiz, bu fesadı başka türlü bastıramayacağız.’ dedi. Neden seçime gitmedi? Grubu mu ikna edemedik?” diye. Hemen ciddileşti, bana çok iltifat eden Bayar, sert şekilde “Seçim çare değildi.” dedi. Onun görüşü, sokak böyle giderken seçime gidilemez, sokağı tedip etmek lazımdı. Onun üzerine İhsan Sabri Çağlayangil bana yanaştı, “Üzerine gitme, seçimi önleyen Celal Bayar olmuştur.” dedi. Ama Menderes sokağa rağmen seçime gitmeyi tek çare olarak kabul ediyordu.

-Öğrenci yürüyüşleri darbenin ayak sesleri miydi?

Ben o zaman Aydın’da avukattım. DP’de haysiyet divanı başkanıyım, ağabeyim il başkanı. Baktık Ankara’daki bu hareketler devam ediyor. Bir harbiye yürüyüşü var, artık darbeyi bekler hâle geldik. Aramızda konuşuyoruz, 27 Mayıs olduğu gün, Türkeş radyodan konuştu, herkes rahmetli Menderes’in bir tertibi gibi telakki etti. İsmet Sezgin belediye reisi idi, “Bunu mutlaka Menderes yaptı.” diyordu. O kadar askere inanılıyordu.

Esasında biraz gaflet, büyüklerimiz görememişlerdir. Rahmetli Bayar ve Menderes… Grup içinde birtakım tereddütler var; ama hepsi lidere inanıyor, bir ihtilalin olabileceği düşünülemiyor.

-Darbecilerin sivil uzantıları da var. CHP olmasa bu girişimler olur muydu?

1965’te hükümet kuruldu, Demirel’in başkanlığında. CHP’den ikide bir orduyu ima ederek ‘geliyorlar’ gibi tehditler... Açıkça konuşanlar, darbeye muhatap bizi görüyorlar. Maalesef birtakım kimseler hep el altından darbeleri desteklemişlerdir. 27 Mayıs’ın sahibi âdeta CHP olmuştur. CHP darbeye âdeta destek vermiştir. Siyasi partiler kapatılacak değil mi? Kapatılan parti DP. CHP var, Osman Bölükbaşı’nın partisi var, onlara dokunulmadı. Bize ‘kuyruklar’, ‘düşükler’ diye hitap ediyordu CHP’liler. 1954’te DP’nin oy oranı yüzde 56’ya çıktı. Üniversite talebesiydim, DP için koşturuyorduk. Bir gün otururken “Bu kadar olmasaydı, acaba bizimkiler şımarır mı?” diye endişeler olmuştu bizde. Sonra Menderes, kalkınma hamlelerine girişti. 57 seçimlerine giderken yoklar dönemi… Radyoya pil yok, nal için mıh yok. 57 seçimlerine gittik, CHP 170 milletvekili ile geldi. Ekonomik sebeplerle oy oranı arttı. CHP’yi de bu sayı şımarttı. İktidar bizimdir, demeye başladılar.

Menteşe, demokrasinin bundan sonra kesintiye uğramayacağı noktasında daha umutlu. Çünkü ona göre TSK, darbelerde başarılı olamadı. Halk desteğini kaybetti. Menteşe bugün, “Ortam yok. Ortam ve şartlar tahakkuk ettiğinde onlar darbeyi hazırlar ve yaparlar.” diyor. Yeni anayasa ve siyasi tartışmalara kurban etmeden Ergenekon dava süreçlerinin tamamlanması ile yeni bir dönemin başlayabileceğini belirtiyor.

--------------------------------------------------------------------------------
Nahit Mehteşe kimdir?

Nahit Menteşe, Menderes’in memleketi Aydın doğumlu (1932). Bir süre avukatlık yaptıktan sonra DP’de politikaya atıldı. AP Aydın il başkanlığını yaptı. 1965’te milletvekili seçildi. Demirel hükümetlerinde Gümrük ve Tekel Bakanlığı (1968-69), Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (1970-71) yaptı. 1973 ve 1977 seçimlerinde yine Aydın’dan milletvekili seçildi. AP genel sekreteri oldu. Turizm ve Tanıtma ve 1977’de Millî Eğitim Bakanlığı görevlerinde bulundu. 1980’de siyasi yasaklı oldu. DYP’den tekrar siyasete girdi. Tansu Çiller’in kurduğu hükümetlerde İçişleri başta olmak üzere çeşitli bakanlıklarda bulundu.

,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
Deniz Gezmişlerin idamını asker istedi

İdamları Anayasa Mahkemesi iptal etti. Askerde büyük tepki meydana geldi. İdamları asker şiddetle istiyordu. Meclis kararı tasdiktir, kararı veren mahkemedir. Benim de yüreğim yanıyor. Keşke idam olmasaydı, Menderes’in idamına nasıl karşı gelmişsek bunda da istekli değildik; ama parlamento baskı altındaydı. Üçe üç gibi bağırma diye bir şey yok. Bunlar birtakım solcu yazarların uydurmaları. Adam kaçırmalar, banka soymalar buna alışık değil ülke. O zavallılar böyle bir ortamda asılmış oldular. Asılmayanlar, kelleyi kurtaranlar şimdi konuşuyorlar. CHP’de idamlara açıktan karşı çıkan da vardı; ama o kadar güçlü bir şekilde değildi tabii.

,,,,,,,,,,,,,
Generaller, Tansu Çiller’e ‘Fadime’ diyordu


28 Şubat öncesi Ulaştırma Bakanlığı’nda görev verdiğim bir kişinin cenazesine gittim. Camide cenaze namazından evvel konuşuluyor. Necmettin Erbakan, başbakan. Tansu Çiller başbakan yardımcısı, onu kötülüyor cihet-i askeriye. Hâlbuki ilk başbakan olduğunda kuvvet komutanları, genelkurmay başkanı bana geldiler ve “Sayın Menteşe, bu hanıma siz yardımcı olacaksınız. Onun başarılı olmasını istiyoruz.” demişlerdi. Birdenbire Erbakan’ı başbakan yaptı diye döndüler. Bir general geldi, “Fadime’den mi bahsediyorsunuz?” dedi. Ben dehşete düştüm tabii. Ali Kalkancı hadisesi ve Fadime Şahin meselesi var gündemde. Aralarında Çiller’e bunlar Fadime diyorlar. Çiller’e açtım konuyu. Bana cevabı, “Bir paşanın oyunları onlar.” dedi. Ben “Zannetmiyorum.” dedim. Ciddiye almadı. Süleyman Demirel’e açtım, “Çok tedirginim. Bakalım bu işi nasıl bastıracağız?” dedi. Karadayı ile işbirliği yaptı. Hükümet düştü; ama darbe önlendi. Asker kışladan çıkmadı. Demirel askerlerin tesirindeydi. Darbe olacağı korkusu vardı.

Asker, Meclis’te vekil dövdü

Faruk Gürler’in adaylığını katiyen kabul etmedik. Toplantılar yapıyorduk. Faruk Gürler ters kapıdan girmiştir, görüşündeydik. Birisini istifa ettirdiler, Gürler geldi, senatör oldu, oturdu. Rüya Restoran’da yemek yiyoruz, nasıl geri döndürebiliriz planları yapıyoruz. Askerin büyük baskısı var. Takip ediliyoruz. Demirel’i evine bıraktık, orada bir avukatın eşi çıktı karşımıza, “Biz askerin toplantısındaydık. Bunlar darbe yapacaklar ve sizi Menderes gibi asacaklar.” dedi. Bana baktı, “Seni de, seni de!” dedi. Sonra telefonla aradılar. Bir general telefonda bana diyor ki “Salı günü ne yapacaksınız?” “Serbest irademizi kullanacağız paşam.” dedim. Arkasından Faruk Gürler’in oğlu, doktor albay aldı telefonu, nasıl böyle küfürlü konuşuyor. Demirel’e de telefon edilmiş. “Yamyam mısınız!” diye tersledi onları. Salı günü geldi. Localar hep askerlerle dolu. Bir subay aşağı indi, bir arkadaşla yumruklaştılar. Parti genel sekreteriyim. Parlamento 1960’ta kapatılmış, üyeler Yassıada’ya gitmiş, böyle bir ortam. Çekinenler olabilir diye, mesela tuvalete gidecek, arkasından gidiyorum, mevcudu bulundurmak istiyoruz. Sonunda Fahri Korutürk oldu cumhurbaşkanı.

Gazioğlu ‘Bakanlığa gelmesen de olur’ dedi

1993 döneminde terörle mücadeleyi tamamen TSK yapıyordu. Polis de var; ama esas ağırlık askere verilmişti. PKK o kadar organizeydi ki ancak asker bunun hakkından gelebilecekti. Başka türlü çare yoktu. İçişleri Bakanı iken Suriye’ye gittim. Hafız Esad beni kabul etti. Yanımda Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar vardı. Üç saat görüştük. İlk başta “Başbakanınız çok güzel.” dedi. “Güzel ama demir gibi.” dedim. “Öcalan, Lübnan’da” deyip teslim etmediler. Ben Millî Eğitim’den geldim İçişleri’ne. Bahtiyar Paşa öldürülmüştü. Çiller, “Sana İçişleri’nde ihtiyacım var.” dedi. Bekir Aksoy, müsteşar; Ağar, emniyet genel müdürü. Benden evvelki Mehmet Gazioğlu onları getirmiş. Gazioğlu bakanlığı devrederken “O kadar mükemmel bir genel müdür ve müsteşarınız var ki isterseniz hiç bakanlığa gelmeyin!” dedi. Ben tabii her zaman ipleri elimde tutmaya gayret ettim. Çiller, başkan yardımcılıklarından birini bir orgenerale vermeye çalışıyordu. Haber aldım, gittim, “Ben görevi bırakıyorum.” dedim. İç güvenliği değerlendirme kurulu kurduk. Benim başkanlığımda ilk defa İçişleri, Dışişleri, MİT müsteşarı, Genelkurmay temsilcisi, jandarma temsilcisi bir araya geldi. Haftada üç gün toplantı yaptık. İstihbaratı gizlilik içinde değerlendirdik. Hiç şov yapmadık. Faili meçhulleri çözmek kolay değildi. Dış ve iç bağlantıları vardı. Bazılarını çözdük.
09.01.2012 İDRİS GÜRSOY , aksiyon dergisi







17 Ocak 2012 Salı

Yalan haber Amerikan medyasında barınamaz

Dünyanın en özgür basınının bulunduğu Amerika’da yalan haber yazan gazetecilerin akıbeti ne oluyor? İşte, Newsday gazetesinin üniversitelerde dersler veren eski yayın yönetmeni Howard Schneider’in çarpıcı açıklamaları.


New York’ta bir gün kızım okuldan elinde bir formla geldi. Doldurup imzalamamı istedi. Bir televizyon kanalı sınıflarında çekim yapacakmış, veli olarak benim onayım gerekiyormuş. Doğrusu bir medya organının gösterdiği bu özen bir veli olarak beni çok memnun etti. Gazeteci olarak ise kendi ülkemdeki uygulamaları düşündüm. Amerikan medyası ile ilgili gözlemlerim bu olayla sınırlı kalmadı. Irak’tan Amerikan askerlerinin ölüm haberleri geliyordu her gün; ancak çatışma, ölü ve yaralı görüntüleri hiç yayımlanmıyordu. Cenaze törenleri medyada çok az yer buluyordu. Kaza ve cinayet haberlerinde aynı hassasiyet söz konusuydu. Müstehcen fotoğraf ve görüntü ise magazin basınının dışında yoktu.

Türkiye’de medya olağanüstü dönemlerde hep roller üstlendi. Dejenformasyon ve yalan haber yapan gazeteciler gündemden hiç düşmedi. 28 Şubat sürecinde andıçlara imza atanlar kariyerlerinden hiçbir şey kaybetmedi! Geçen hafta başlayan Odatv davası ile bazı gazetecilerin terör örgütleri ile ilişkisi ciddi olarak tartışılmaya başladı. Bazı meslek örgütleri ve gazeteciler, bütün bu gerçekleri ısrarla görmekten yana değil. Meslek dayanışması ile “basın özgürlüğü kısıtlanıyor’ fırtınası koparıyorlar.

Son zamanlarda Türk basını terör başta olmak üzere, şiddet ve felaket haberlerinin veriliş tarzını tartışıyor. Bir süre önce Başbakan Erdoğan, medya patronları ve yayın yönetmenleri ile bir toplantı yaparak duyarlı ve sorumlu yayıncılık yapmalarını istedi. Bazıları, bu girişimi hükümetin medya organlarına “baskısı” olarak değerlendirdi. Hatta işi “gazetecilik öldü” noktasına getirenler oldu. Peki, dünyanın en özgür basının bulunduğu Amerika’da yalan haber üreten gazetecilerin sonu ne oluyor?

Howard Schneider, New York’taki Stony Brook Üniversitesi Gazetecilik Okulu’nun kurucusu. Çeşitli üniversitelerde gazetecilik dersleri veriyor. Pulitzer Ödülleri’nin jürisinde 3 kez görev yapmış. 18 sene yayın yönetmeni olduğu Newsday gazetesi, 8 Pulitzer ödülü kazanmış. Schneider, terör ve şiddet haberlerinin verilişinde Amerikan medyasının nasıl bir yol izlediği konusundaki tecrübelerini Aksiyon’a anlattı.

-Bazı şiddet içeren fotoğrafların yayımlanması Türk kamuoyunda tartışma konusu oluyor. Siz bu hususta nasıl bir yol izliyorsunuz?

Amerika haber birimleri de aynı problemlerle boğuşuyor. Karar vermenin bir formülü yok. Her bir fotoğrafın ayrı ayrı değerlendirilmesi lazım. Okuyucuları rahatsız edebilecek fotoğraflarda kendime sorduğum sorular var.

-Ne tür sorular?

Mesela, okuyucuların bu fotoğrafı görmesi için ağır basan ve hak verilebilen bir sebep var mı? Bu haberi görsel olarak yayımlamanın farklı yöntemleri olabilir mi? Eğer yayımlamaya karar verirsem -okuyucuların keyfini kaçırma riski alırsam veya özel hayatlarını ve üzüntülerini istismar edersem- zararı kapatmak için bu fotoğrafı gazeteye nasıl koyabilirim? Boyutları ve yerleştirilmesi açısından…

-11 Eylül saldırısında Amerikan medyası bir sınav verdi. Ölenlerin neredeyse hiç fotoğrafı yayımlanmadı. Neden?

11 Eylül saldırılarında birçok editör, Dünya Ticaret Merkezi’nden çaresizlik içinde ölüme atlayan çalışanların resimlerini yayımlamakla yayımlamamak arasında kaldı. Çok güçlü bir fotoğraf karesinde tam aşağı düşerken binanın yarısında bir insan resmi yakalandı. Benim yayın mutfağımda, biliyorduk ki okuyucuların birçoğu bu resimden rahatsız olacaktı. Fotoğraf, yazılı metinden çok daha güçlüydü. Çoğu okuyucu için özellikle New York’takiler açısından çok çıplak ve acı verici bir fotoğraftı. Daha sonra Stony Brook Üniversitesi’nde verilen “Haber okuma yazma” dersinde bu fotoğrafın yayımlanıp yayımlanmamasının münazarasını da yaptık.

-Ne tür fikirler çıktı ortaya?

İki tarafın da haklı olduğu noktalar var. Çoğu öğrenci çok unutulmaz bir fotoğraf olduğu için akıllarından çıkaramadıklarının üzerine basıyordu. Bazıları atlayan kişinin ailesinin özel hayatına karışıldığını savunuyor, bazıları da böyle bir şeyi okumayı kaldırabileceklerini; ama görmeyi kaldıramayacaklarını söylüyordu. Diğer taraf ise o gün olan korkunç olayların en gerçek ve en güçlü şekilde bu fotoğrafla ifade edilebileceğini dile getiriyordu.

-Bu fotoğrafla ilgili ne karar verdiniz News-day’de?

Yayın mutfağında, ikinci kısmın fikirlerine katılarak fotoğrafı yayımladık. Ama ana sayfada değil. Ben Abu Ghraib cezaevindeki işkence görüntüleri ve Vietnam’ın Trang Bang köyüne yapılan Amerikan napalm bombardımanı sırasında çekilen, küçük Huynh Cong Ut’un fotoğraflarını da yayımlardım.

-Neden?

Bu fotoğraflar, dramatik bir şekilde okuyucuların görmesi gereken önemli ve rahatsız edici tanıklar ve dokümanlardır. Fotoğraflar, devletin istismarına karşı güçlü bir gözlemcidir. Ve bu gibi durumlarda fotoğraf, suçlamaların doğruluğunu kanıtlamak için en güçlü yoldur. Görmek inanmaktır.

-Peki, sizi bazı fotoğrafları yayımlamaktan alıkoyan sebepler neler?

Tabii ki bunların hiçbiri, kamu yararı adı altında toplumsal değerleri küçümseyen editörlere, sansasyonel cinayet fotoğrafları yayımlamaları için onay vermez. Hele onların fotoğrafı yayımlamaktaki amaçları insanları şoke etmek veya yarışta avantaj kazanmaksa hiç kabul edilemez. Muhakemenin yüksek tutulması gerekir. Portreler, resimler, nadir ve idareli kullanılmalıdır. Hikâyenin çok önemli olması gerekir. ‘Resmin yayımlanması gerçekten kamuoyuna hizmet vermek için mi?’ ve ‘Başka bir alternatif var mı?’ sorularının cevapları aranmalıdır.

-Devletin bazı birimleri medyayı yönlendirmek isterse…

Amerika’da haber birimlerinin devletin müdahalesinden ve etkisinden bağımsız olmasının çok önemli olduğuna inanıyoruz. Bu temel bir prensiptir. Basının görevi devleti denetlemektir. O yüzden Amerikan anayasasında korunan tek endüstri basındır. Bu yasa basını değil, insanları koruyor. Birleşik Devletler Mahkemesi (Anayasa Mahkemesi) davalarında basının bulduğu her materyali yayımlayabileceği tarih boyunca doğrulanmıştır. Sadece iki istisna dışında...

-Nedir onlar?

Müstehcen malzeme ve millî güvenliği riske atan raporlar… Şu ana kadar basının, savaş zamanında veya millî güvenlikle ilgili bilgi yaymasını engelleyen bir durum olmadı. Bilginin Amerikan askerlerini tehlikeye sokması lazım. Devletin yayımlanan haberlerden ve fotoğraflardan mutsuz olduğu birçok durum vardır. Ama basının görevi, savaş durumlarında bile, devleti mutlu etmek değil, kamuoyuna sunabildiği en doğru bilgiyi sunabilmektir. Bütün bunlar devletin, haber birimlerinden bazı hassas bilgileri saklamadıkları, sormadıkları veya bazı haber birimlerinin otosansür kullanmadıkları anlamına gelmiyor. Buradaki prensip, haberin yayımlanmasına devlet görevlileri değil, editörler karar veriyor. Mesela, New York Times, 1961’de Domuzlar Körfezi’nin işgal edileceğini daha önceden öğrenmişti. Ama Kennedy yönetiminden gelen istek üzerine gönüllü olarak bu bilgiyi sakladı.

-Amerikalı editörler, hangi haberlerde otosansür yapıyorlar?

Editörler rutin olarak otosansür uyguluyor. Amerika’da çoğu haber birimleri cinsel suç kurbanlarının isimlerini kullanmıyor, isimler elinde olsa bile. Böyle tanıtım yapmanın kurbanları damgaladığını düşünüyorlar. Tabii ki bu gönüllü bir karar. Benim gazetemde, Newsday’de ölü insanların resimlerini veya zorbalığı tasvir eden resimleri yayımlamıyoruz. Ağır basan bir sebep olmadığı sürece biliyoruz ki bu fotoğraflar okuyucuları boş yere rencide edecek, özellikle de çocukları. İdeal bir dünyada, bütün editörlerin doğru kararlar vermesi için yeteri kadar bilgileri olması gerekir, ama bu olmuyor.

-Neden?

Yüzlerce haber kaynağının olduğu yerde kaçınılmaz şekilde sansasyonel raporlar alıyoruz. Ama teoride, devletin kontrolü altında olmaktansa sansasyonel haber raporlarıyla yaşamayı tercih ederiz. Devletin kontrol etme korkusu çok çok daha kötü.

-Türk basınında olağanüstü dönemlerde bazı gazeteciler önemli roller oynuyor. Devletin kullandığı, dezenformasyon yapan gazetecilere karşı siz ne tür tedbirler alıyorsunuz?

Amerika’da direkt olarak devlet için çalışan gazeteciler medyada barınamaz, işinden olur. Yalan haber çıkaran veya fotoğrafı yalan amaçlı değiştiren gazetecileri de biz kovarız. Devlet yetkililerinin gazetecileri işten kovmak gibi bir hakları yoktur.

-Yalan haberin etkilerini önlemek için neler öneriyorsunuz?

Biz gazeteciler olarak halkın yalan haberlere ve propagandalara kanmaması için çalışıyoruz. İnanıyorum ki buradaki anahtar, halkı, güvenilir haberlerle propaganda nitelikli, abartılmış, internette dolaşan bilgiler arasındaki farkı görmeleri için eğitmektir. Bizim “News Literacy” (haber okuma yazma) dersimizde hep konuyla ilgili şeyleri ele alıyoruz. Bu bilgileri sadece Stony Brook Üniversitesi öğrencilerine değil, birçok farklı üniversitelerde binlerce öğrenciye öğretiyoruz. Bu dersi ayrıca her geçen gün sayısı artan şekilde lise öğrencilerine de öğretmeye başladık. 02.01.2012, aksiyon, idris gürsoy






5 Ocak 2012 Perşembe

12 ADIM SONRASI ÖLÜM

İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirler dâhil 38 yerde PKK’nın en önemli faaliyet alanı lise ve üniversiteler. Aşama aşama terörist yapılan gençlerin son durağı ölüm.


İDRİS GÜRSOY
‘İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı polisler, Bornova’nın Mevlana Mahallesi’nde PKK’nın gençlik kolları bölge sorumlusu olduğu iddia edilen 17 yaşındaki B.G.’yi boru tipi bombayla eyleme giderken yakaladı. Sırt çantasında bulunan bomba etkisiz hâle getirildi. B.G. nisanda Kürt Dili Araştırma ve Geliştirme Derneği’nde (Kürdi-Der) molotofkokteyli hazırlayıp polise saldırmaktan tutuklanan gençler arasında bulunuyordu.”
Bu haber, 14 Aralık Çarşamba günü gazetelerin bürolarına son dakika haberi olarak düştü. Bornova büyük bir facianın eşiğinden döndü. 11 Kasım 2011’de Kocaeli’nde Kartepe isimli deniz otobüsünü kaçıran Mensur Güzel de PKK’nın gençlik yapılanması olan Kürdistan Demokratik Yurtsever Gençlik Meclisi (DYGM) içerisinde faaliyet göstermişti. Güzel, HPG (Halk Savunma Güçleri) tarafından kısa süreli bir eğitime tabi tutulduktan sonra yeniden kent merkezlerine gönderilmişti.

Lisede okuyan çocuğunuz bir gün yasa dışı örgüte katılsa ne hissedersiniz? Bu ihtimali hiç de yabana atmayın. Çünkü İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirler dâhil 38 yerde PKK’nın en önemli faaliyet alanları liseler ve üniversiteler. Son zamanlarda şehirlerde artan eylemlerin arkasında müthiş bir örgütsel yapı ve organizasyon var. Çeşitli yöntemlerle örgüte kazandırılan Mensur Güzel ve İzmir’de yakalanan B.G. gibi gençlere, vasfına göre ülke içi ve dışındaki kamplarda eğitim veriliyor. Emniyet yetkilileri, terör örgütüne bağlı gençlik yapılanmasının deşifre edildikten sonra çeşitli dernekler aracılığı ile bir anlamda legalleşerek faaliyetlerine devam ettiğine dikkat çekiyor. DYGM’lilerin büyük çoğunluğunu lise ve üniversiteli gençler oluşturuyor. DYGM’ler, PKK-KCK yapılanmasının olduğu gibi Öz Savunma Birlikleri’nin (ÖSB) de en verimli eleman kaynağı durumunda. Faaliyetleri izlenen elemanlardan özellikle suça bulaşmamış olanlar seçiliyor. Bir genç bir süre sonra kendini dağ kadrosunda bulabiliyor. Büyük bir çoğunluğu ise kısa sürede hayatını kaybediyor. Ortalama dağ ömürlerinin 3 yıl olduğu belirtiliyor. Öğrenci ve gençlik dernekleri aracılığıyla faaliyet gösterilen iller ise şunlar: Adana, Adıyaman, Ağrı, Ankara, Antalya, Ardahan, Aydın, Batman, Bingöl, Bitlis, Bursa, Denizli, Diyarbakır, Düzce, Elazığ, Erzincan, Gaziantep, Hakkâri, Hatay, Iğdır, Isparta, İstanbul, İzmir, Kars, Malatya, Manisa, Mardin, Mersin, Muğla, Muş, Nevşehir, Niğde, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak, Tekirdağ, Tunceli ve Van.

Yeni strateji, yeni yapılanma
Peki, neden liseler ve üniversiteler hedef? Örgüte kanalize edilen gençler hangi aşamalardan geçtikten sonra militan oluyor? 1986’da Bekaa Vadisi’nde bir gençlik yapılanmasının oluşturulmasına karar veren terör örgütünün amacı, tabanını toplumun en alt kesimlerine kadar genişletebilmek ve gençliği kendine kanalize etmekti. Gençlik yapılanmalarını, kurulduğu ilk günden itibaren birçok farklı isim ve faaliyet alanlarını kapsayacak şekilde geliştiren terör örgütü, KCK’nın paralel devlet yapısı kurmaya çalıştığı Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi içine alan bölgede çatı gençlik yapılanması olarak KOMALEN CİWAN’ı kurdu. PKK’ya direkt bağlı gençlik örgütlenmelerinde militanların adli soruşturmalarla yakalanmaları ve deşifre olmaları nedeniyle yeni bir taktik izleyen örgüt, gençlik yapılanmasını 2008’de DTP ve bu partinin kapatılmasından sonra da 2010’da BDP’ye adapte etti. Böylece gençlik yapılanmaları bir anlamda legalleştirilerek faaliyet alanının önü açıldı.
PKK, şehir merkezlerinde yürütülen faaliyetleri yönlendirmek ve şiddet eylemleri gerçekleştirmek maksadıyla ‘dağdaki teröristi eylem için şehre gönderme’ taktiğini, son operasyonlardan sonra değiştirdi. Yeni stratejide kırsal alandan şehir merkezlerine gönderilen örgüt mensupları şehir hayatına adapte olma sorunu yaşıyor, kırsaldaki teröristler şehir eylemleri için eğitilemiyor, bununla birlikte teröristin şehre gönderilmesi dağda boşluk ve zayıflık oluşturuyordu. Üstelik kent merkezlerine gelen örgüt üyeleri deşifre olarak kısa sürede yakalanıyordu. PKK yeni bir planlamaya gitti. Şehirlerdeki sivil itaatsizlik türü eylemler ve şiddet eylemlerinin buralarda organize edilen gruplar tarafından yapılması kararı alındı. Bu gruplar şehirlerde deşifre olmadan yaşayabilecek ve bir taraftan da kırsalla ilişkilerini devam ettirecekti. Bu birliklerin kurulması talimatı Öcalan tarafından verildi. 27 Kasım 2010’da telsiz üzerinden örgütün bütün birimlerine gönderilen ve güvenlik birimlerinin tespit ettiği talimatta özellikle gençlere yönelik çalışmaların hızlandırılması istendi. KOMALEN CİWAN tarafından organize edilen gençlere yönelik eğitim faaliyetlerine başlandı. Buna göre özellikle lise ve üniversitede okuyan ve DYGM’ye katılan gençler inceleniyor ve yetenekli olanlar seçiliyor. ÖSB’ye katılan militanlara Irak’ın kuzeyindeki kamplarda 1-3 ay arasında patlayıcı madde, kalaşnikof, el bombası ve tabanca eğitimi veriliyor. Eğitim gören şahıslar diğer örgüt mensupları ile hiçbir şekilde yüz yüze gelmiyor ve birden fazla kişinin bulunduğu ortamlarda yüzlerini bir bez parçası ile kapalı tutuyorlar. ÖSB üyelerinin kendi aralarında birbirlerini bile tanımalarına bu tarz yöntemlerle müsaade edilmiyor. ÖSB mensuplarına haberleşmelerde kullanılmak üzere şifre anahtarı veriliyor ve mutlaka şifre anahtarına bağlı kalınarak bu kişilerle irtibat kuruluyor.
Kent merkezine gönderilen ÖSB mensupları, otonom hareket ederek üçer kişilik eylem birimleri (her birine komite deniyor) oluşturuyor. Her birim kendi iline gidiyor. Belirtilen eylem birimi, kırsal alandan habersiz eylem gerçekleştirmiyor; ancak örgüt basın-yayın organlarında eylem çağrısı yaparsa bağımsız eylem yapabiliyorlar. Patlayıcı madde aktarımı, ÖSB mensubunun kent merkezine gelmesinin ardından kırsal alandaki örgüt mensuplarının belirleyeceği tarih ve yerde gerçekleşiyor. ÖSB mensubu bizzat patlayıcının gönderildiği yere giderek malzemeleri en az iki araçla alıyor ve faaliyet gösterdiği şehre getiriyor. Kırsal alandan gönderilen malzemelerin arasında patlayıcının yanı sıra sigara kutusuna hazırlanmış patlayıcı düzenekleri de bulunuyor. Çoğunlukla hedef olarak seyir hâlindeki polis otoları seçiliyor.

Eylem birimi iki-üç başarılı eylem gerçekleştirirse talimat doğrultusunda ÖSB’li tekrar kırsal alana giderek beş-altı ay kadar sürecek yeni bir eğitime tabi tutuluyor. Bu eğitim sonrasında birimler daha büyük ve çaplı eylemler için büyük şehirlere yollanıyorlar. ÖSB için PKK tarafından oluşturulmuş üç bölgede ana karargâh bulunuyor. Bu bölgeler: Botan (Siirt ve civarı), Zağros (Şırnak ve Hakkâri civarı) ve Dersim bölgesi. Her ÖSB komitesinin, belli sürelerle ilgili faaliyet raporlarını kendi bölgelerine göndermeleri, oradan da Zap bölgesindeki ana merkeze ulaştırılması öngörülüyor. KCK ve PKK operasyonları ile bu kamplara büyük darbe vurulduğu ve gençlik yapılanmasının zayıflatıldığı belirtiliyor.

Peki, örgütün kazandığı bir genç, dağ kadrolarına gidinceye kadar hangi süreçlerden geçiyor?
Arkadaşlık ve güven kazanma aşaması: Özellikle lise ve üniversiteden hedef seçilen gençlerle irtibat kuruluyor, arkadaşlık geliştiriliyor ve piknik, sinema, konser gibi sosyal organizasyonlara davet edilerek katılımları sağlanıyor. Güven sağlanmasına yönelik çalışmalar yapılıyor.
Örgütsel propaganda ve sosyalleşme aşaması: Sosyal etkinliklere katılan gençlere örgüt propagandası yapılmaya başlanıyor. Genellikle ergenlik döneminde olan gençlerin duygularının kontrolsüz ve aşırı olması örgütün işine yarıyor.

Basit eylemlere katılım aşaması: Güveni kazanılan gençlerin zamanla, öncelikle toplantı ve basın açıklamaları gibi basit örgütsel faaliyetlere davet edilerek katılımları sağlanıyor.
Güvenlik güçleri ile karşı karşıya gelme aşaması: Bu aşamada, gençler örgütsel içerikli yürüyüş ve mitinglere katılmaya başlıyor ve burada ilk kez güvenlik güçleriyle karşı karşıya getiriliyor.
Korsan gösterilere katılım aşaması: Psikolojik olarak kendisini güvenlik güçlerinin karşısında hisseden genç, yavaş yavaş korsan gösterilere katılıyor. Mahalle aralarında güvenlik güçlerine taş, molotof ve havai fişek atmaya başlıyor.
Örgütsel bilinç kazandırılması aşaması: Bu aşamada gence yönelik propaganda faaliyetleri yoğunlaştırılıyor. Örgütsel doküman ve yayınlar okutuluyor. Gence dağa çıkmanın büyük kahramanlık olduğu, milletini ancak böyle kurtarabileceği gibi onlarca propaganda anlatılıyor. Dağa çıkma düşüncesi bu aşamada yoğunlaşıyor.
Dağ kadrosu ile irtibat kurulması aşaması: Bir süre sonra kırsal kadrolara eleman temin eden PKK’lı sorumlu ile gencin irtibatı sağlanıyor. Bu irtibatı genelde şehirde milislik yapan şahıslar veya kuryeler sağlıyor.
Dağ kadrosuna katılım: Dağa katılmaya ikna olan genç ile kurye buluşturuluyor ve genç dağa götürülüyor.
Silahlı eylem aşaması: Silahlı eğitim alıyor, düşük dozajdan başlayıp giderek ağırlaşan silahlı eylemlere katılıyor.
‘Dönüş yok’ propagandası: Bu aşamada gence ‘Artık bu yolun dönüşünün olmadığı, devletin eline geçerse ağır işkencelerden geçeceği veya öldürüleceği’ propagandası yapılıyor.
Hayatta kalma ve ölüm korkusuyla motivasyon: Eline silah alan ve dağda yalnız kalan genç için artık en önemli şey hayatta kalma düşüncesi oluyor. Bir süre sonra korku ve endişeyle yaşayan ve hayatta kalmak için öldürmekten başka bir şey düşünemeyen genç, bir ölüm makinesi hâline geliyor.
Acı son: Çoğunluğu kısa sürede hayatını kaybediyor. Dağ ömrünün ortalama 3 yıl olduğu belirtiliyor.

SB’nin üstlendiği eylemler
3 Ağustos 2008’de, Adana Gülbahçesi Mahallesi’ndeki MUSTAZAF-DER binasına bomba atma. 22 Aralık 2008’de Silopi İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü’ne ait aracın molotoflu saldırı sonucu yanması. 19 Nisan 2010’da İstanbul’da çeşitli ilçelerde 4 ayrı patlayıcının bırakılması. 9 Şubat 2011’de Batman Çarşı Merkez Polis Karakolu’na ses bombası atılması ve 2 polisin yaralanması. 8 Temmuz 2011’de Batman Pınarbaşı Mahallesi’ndeki Hava Lojmanları’na ses bombası atılması.

ÖSB’li terör örgütü üyelerinin bazı saldırıları
21 Nisan 2011’de, Batman Petrolkent Mahallesi’ndeki Atatürk Lisesi’nde görevli Polis Hamdi Kök ve yanındaki okul hizmetlisi Mehmet Ali Gültekin’e silahlı saldırı. 5 Temmuz 2011’de Hakkâri Yüksekova’da Nedim Zeydan Caddesi üzerinde görevlerine gitmek için evden çıkan sivil kıyafetli uzman çavuşlar 27 yaşındaki Yahya Karakaya ve 25 yaşındaki Murat Kozanoğlu, ÖSB’li iki şahıs tarafından arkalarından ateş edilerek şehit edildi. 17 Eylül 2011 günü Hakkâri merkezde bir dershanesinin duvarına bırakılan el yapımı patlayıcı maddenin patlaması sonucu maddi hasar oluştu. İncelemede yaklaşık 2 kg olduğu değerlendirilen plastik patlayıcının 1 litrelik meyve suyu kutusu içerisine yerleştirildiği tespit edildi. Eylem ÖSB mensuplarınca yapıldı. 8 Eylül 2010’da Hakkâri Şemdinli Merkez Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nun (YİBO) arka bahçesinde 20 litrelik yağ tenekesi içerisinde 8 kg TNT ve 300 gram A-4 plastik patlamaya hazır bomba bulundu. 13 Eylül 2010’da Hakkâri Yüksekova’da Merkez Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nun yatakhane bölümüne patlayıcı madde atıldı. 14 Eylül 2010’da Hakkâri Yüksekova İpekyolu Caddesi İnanlı köyü girişinde bulunan 75. Yıl Bölge Yatılı İlköğretim Okulu’nun avlusunda patlama meydana geldi, maddi hasar oluştu. 17 Eylül 2010’da Mardin Kızıltepe’deki 80. Yıl Yatılı Bölge Okulu Öğretmen Lojmanları’na taşlı saldırı yapıldı. 22 Mart 2011’de Hakkari Şemdinli Güzelkonak köyünde bulunan Yatılı Bölge İlköğretim Okulu’nda öğrenim gören bir öğrenci saldırıya uğradı. 26 Mart 2011’de Şırnak Silopi Habur istikameti çıkışında bulunan YİBO önünde DYGM 300 kişiyle okulu protesto eden eylem yaptı, okul yolunu kapattı. 28 Mayıs 2011’de Erzurum Karayazı’daki Yatılı İlköğretim Bölge Okulu Lojmanları önünde park hâlinde bulunan 1 araç kundaklandı. 5 Ekim 2011’de Mardin Kızıltepe’deki Gazi Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nun bahçesinde park hâlinde bulunan 1 araç kundaklandı.
26.12.2011, AKSİYON

4 Ocak 2012 Çarşamba

SON MENDERES'LE SON RÖPORTAJ

Aydın Menderes, vefatından önce son görüşmemizde, babası Adnan Menderes’in neden cuntacıların üzerine gidemediğini anlatmıştı: “Hainler vardı, çevresi kuşatılmıştı, yalnız ve çaresizdi.”


Ankara’ya ilk geldiğimde (2009) ziyaret ettiğim kişilerin başında Aydın Menderes geliyordu. Bu görüşme Aksiyon’a kapak oldu (Menderes taştı, 16 Mart 2009). 27 Mayıs üzerine çalıştım. 9 Subay olayından yola çıkarak 1960 darbesine ilişkin pek çok dosya hazırladım. Merhum Başbakan Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes’le, işte bu anlarda yine görüştüm. Son zamanlarda sağlığı elvermediği için telefonla ve yazışarak fikirlerine müracaat ediyordum. Doğru soruyu doğru kişiye sormaktı bütün olay. Acaba 27 Mayıs 1960 öncesi, babası Adnan Menderes darbecilerin üzerine neden gidememişti? Adnan Menderes, CIA başta olmak üzere pek çok kaynaktan kendisine gelen duyumların gereğini niçin yapamamıştı? Tecrübeli siyaset adamı, babasının yakın çevresine bile açamadığı tarihî bir sırrını paylaştı. Başbakan’ın çevresinin kuşatılmış olduğunu, Şemi Ergin ve Ethem Menderes (Menderes ailesi ile herhangi bir akrabalığı yok, sadece soyisim benzerliği) gibi bakanların da görevlerini yapmadıklarını belirterek başka bir gerçeğe daha işaret etti: “Menderes yalnızdı.” İşte, geçen cuma gecesi, çok sevdiği babasına kavuşmak üzere aramızdan ayrılan Menderes’in Aksiyon’a verdiği röportaj:

-Adnan Menderes’e darbe planları ile ilgili bilgi gelmedi mi? Çevresi onu yanıltmış olabilir mi?

Merhum Adnan Menderes’in etrafının kuşatıldığı ihtimal dâhilindedir. En azından CHP’ye sürekli istihbarat gitmiştir. Merhum Adnan Menderes’in ise gizli saklı bir işi olmadığı için bu tür bir olayın üzerinde durmamıştır. Etrafını kuşatanların merhum Menderes’e gidecek ihtilal ihbarlarını engellediklerini mümkün görmüyorum. Esasen merhum Adnan Menderes iktidarın ilk yıllarından itibaren ve özellikle de 1960’ın ilk beş ayında CHP’nin ve İsmet Paşa’nın niyetinin bir askerî müdahaleye yol açmak olduğunu açıkça söylemiştir. Hem de bunu her vesileyle ve tekrar tekrar ifade etmiştir. Bunu söyleyen rahmetli babamın bu sözleri dönemin gazetelerinde bol miktarda mevcuttur. İsmet Paşa’nın ihtilal hazırladığını söyleyen babama herhangi bir darbe ihbarının gidip gitmemesi bence o kadar önemli değildir. Kaldı ki İsmet Paşa’yı ihtilal ortamı oluşturmakla sürekli olarak itham eden merhum babam, hiçbir ihbar olmadan da askerle CHP arasındaki ilişkileri Re’sen tahkik ettirebilirdi. Kaldı ki 27 Mayıs’ın arifesi dâhil pek çok kişi askerin bir hazırlık içerisinde olduğunu -isimlendiremeseler de- merhum Adnan Menderes’e iletmişlerdir.

-Savunma bakanları ile yaşadığı problem hataya düşürmüş olabilir mi?

Şemi Ergin haindir. 9 Subay hadisesi üzerine görevinden alınmıştır. Merhum Adnan Menderes bu bakanlığa en yakını saydığı Ethem Menderes’i getirmiştir. Lakin Ethem Menderes de Şemi Ergin’den farklı bir yol izlememiştir.

-Peki, bu iddiaların üzerine neden gitmedi?

Bu tür söylentilerin peşine düşmemesinin sebebi şudur: O günlerde Demokrat Parti hükümeti merhumun kendi tabiriyle hummalı bir kalkınma, inşa ve imar faaliyeti yürütüyordu. Babam, 10 yıllık başbakanlığını buna adamıştı. Kendisi eğer asker meselesine bir kere dalarsa bir daha çıkamayacağı bir bataklığa düşmüş olmaktan çekiniyordu. Böylece memleket işleri takipsiz kalmaya başlayacak, hükümet varıyla yoğuyla askerle uğraşmaya vakit ayıracaktı. Babam bu düşüncesinde son derecede haklıdır.

-Neden?

4 Ağustos 1958’de ekonomik istikrar tedbirleri alındı. Karaborsa şikâyetleri ortadan kalktı. 1959 yılbaşında memur maaşlarına yüzde 100 zam yapıldı. 1960’a doğru giderken Türkiye’de esen hava 1957 seçimlerindekinden çok daha fazla DP’nin lehineydi. Merhum babam bunun gayet iyi farkındaydı ve martta bakan ve parti ileri gelenlerini yurt sathında bir nabız yoklamasına gönderdi. Gelen bütün haberler babamın tahminini tamamen teyit ediyordu. Bu arada DP içinde 1957 seçimleri öncesindeki hizipler de önemli ölçüde azalmış durumdaydı. Gelenlerin tek endişeleri, CHP’nin seçimlerde ne yapıp yapıp büyük olaylar çıkartmak niyetinde olduğuydu. Merhum Menderes erken seçim kararından vazgeçmemekle birlikte bir süre daha ertelemeyi uygun buldu. Demokrat Parti’nin iktidar çizgisinin kırılması ve 27 Mayıs’ın kolaylaşması için bu karar çok etkileyici olmuştur. Babam, ülkeyi herhangi bir askerî müdahaleyle karşılaşmadan bir erken seçime kadar götürebileceğini tahmin ve ümit ediyordu. Eğer mart veya nisan ayının başında erken seçim kararı alınmış olsaydı, 27 Mayıs’ın önü kesilirdi.

-Nasıl kesilebilirdi?

O zaman iki ihtimal olacaktı. Ya Demokrat Parti dördüncü defa seçimi kazanacak, hatta belki oylarını arttıracak, böylece gemi selamet limanına ulaşmış olacaktı. İkinci ihtimal ise CHP’nin seçimi kazanmasıydı. Lakin CHP’nin 1950, 1954 ve 1957’de DP’nin yaptığı farkla bir seçim kazanması o günün şartlarında kesinlikle mümkün değildi. CHP iktidar olsa bile iki partinin arasındaki milletvekili farkı 30-40’ı geçmezdi. İktidara gelecek olan CHP ise DP’nin başlattığı kalkınma çığırını sürdüremez, bocalar ve yeni bir erken seçim mecburiyetiyle karşılaşırdı. Böylece 27 Mayıs gibi yıkıcı bir olay ortaya çıkmazdı.

-İsmet İnönü bunu gördüğü için mi darbeye zemin hazırladı?

CHP seçim ister gibi gözükmekle birlikte erteletmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Amacı DP’nin darbeyle iş başından uzaklaştırılmasıydı. Böyle bir askerî hareket herhangi bir CHP iktidarının asla yapamayacağı ölçüde DP’yi köküne kadar yıkabilecekti. Mukadderat böyleymiş. Allah bunu takdir etmiş. Babamın hesaplarında bir yanlışlık yoktu. Sadece bir erken seçim kararı Türkiye’de çok şeyi değiştirebilirdi.

-Cumhurbaşkanı Celal Bayar, cuntalar konusunda çok uyarıyor. Neden Bayar’a kulak vermiyor?

Bayar’ın Menderes ve hükümeti 9 Subay konusunda ikazı boşluktadır. Merhum Bayar, 1958’deki devleti, Atatürk dönemindeki her şeye muktedir devlet zannediyordu. Sivil bürokrasi ve yargı da tamamen tarafgir bir hâle gelmişti. Üniversiteler de böyleydi. Emniyet teşkilatındaki DP’ye bağlı bazı görevliler ve valilerle cuntaların peşine düşmek, bunları ortaya çıkartmak öyle zannedildiği gibi kolay bir iş değildi. Kimseyle paylaşmasa da merhum Menderes bu durumun da farkındaydı.

-Neden kolay değildi?

Cuntaların mevcudiyeti, 9 Subay olayı ve sizin “Darbenin Şahitleri’’ adlı kitabınızdaki söyleşilerle apaçık bir şekilde ortaya koyduğunuz gibi, CHP’nin askeri nasıl teşvik ettiği ve aynı zamanda cunta girişimlerinin daha 1954’te, yani DP’nin yüzde 57 oy aldığı dönemde başlamış olduğu ispatlanmış olmaktadır. Hazırlamakta olduğunuz kitabın bu ilişkileri daha geniş ölçekte aydınlatacağına hiçbir şüphe yoktur. CHP, askerî darbeye teşvik ve tahrik etmesinin yanı sıra askerin CHP’den destek vaadi almadan darbeye girişmesinin de mümkün olmayacağında herkes ittifak hâlindedir. Esasen asker içerisindeki darbe heveslilerinin 1950 öncesine de gittiğini az çok biliyoruz. 9 Subay olayı ve askerî cuntalardan çıkartılacak büyük dersler vardır. Bunlar askerin ülke yönetimini elinde tutmaya ne kadar hevesli olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim 27 Mayıs, 12 Mart’ı; 12 Mart, 12 Eylül’ü; 12 Eylül de 28 Şubat’ı doğurmuştur.

-Yeterince ders çıkarıldığına inanıyor musunuz?

Bugünkü AK Parti iktidarının cesaretle asker içindeki illegal her türlü oluşumun üstüne gitmesi, Ergenekon ve Balyoz adıyla anılan davaların açılmış olması son derecede önemlidir. Gereken dersi çıkartıp uygulamak AK Parti iktidarına nasip olmuştur. Elbette ki bunun bu kadar gecikmiş olmasının çeşitli sebepleri vardır. Ancak bu ayrı bir konuyu teşkil edecektir. Söz konusu adımların atılmış olması ne kadar önemli ise de sadece bunlarla askerin artık darbe yapamasa da siyasete müdahalesinin bütün yollarını ve ihtimallerini kapatacağını farz etmek ciddi bir eksiklik olur.

-Neden?

Türkiye’de Halil İnalcık’a göre, ilk askerî müdahalenin 1442’de Edirne Buçuktepe’de bir Yeniçeri isyanıyla ortaya çıktığı, II. Mahmut ve Tanzimat’ın askeri siyaset dışı tutmak için gösterdiği azami ihtimama rağmen önce Abdulaziz’in, arkasından da Abdulhamit Han’ın bir askerî müdahale ile tahttan indirilmeleri de hatırlanacak olursa, siyaset üzerindeki askerî vesayet rejimini sıfırlamak hiç de kolay değildir.

-Menderes’in yakın çevresi cuntacılarla işbirliği yaptı mı? Özel kalem müdürü hakkındaki iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özel kalem müdürü rahmetli Muzaffer Ersü’nün darbecilerle ilişkili olduğu söylentisi hemen 27 Mayıs sonrası ortaya atılmış, gerisi gelmemiştir. Kimsenin bilemeyeceği bir hususu da bu vesileyle açıklayayım. Rahmetli Ersü, epey bir zamandır babama çok yorulduğunu ve lütfedip görevinden affedilmesini rica ediyordu. Babam, 1959 başında rahmetli Ersü’nün bu teklifini kabul etmişti. Ancak görevini tamamen bırakmadan babam onu Londra’ya gidecek heyete davet etti. Bu sırada Ersü görevini fiilen bırakmış durumdaydı. Yerine Dışişleri’nden gelme özel kalem yardımcısı Şefik Fenmen bakıyordu. O ise Londra heyetinde görevliydi. 17 Şubat 1959’da bu heyeti Londra’ya götüren THY uçağı Londra yakınlarında düştü. Şefik Fenmen’in hayatı kurtuldu ve bir süre daha görevine devam etti. Ersü ise şehit olanlar arasındaydı.


Aydın Menderes’in son mektubu

27 Mayıs dönemini de anlatan “Darbenin Şahitleri” kitabını okuduktan sonra “Allah size böyle hayırlı bir iş yaptırmış. Tebrik ederim.” diye arayan Aydın Menderes, 9 Subay olayını da çalıştığımı söyleyince çok heyecanlanmış ve merakla beklediğini söylemişti. Çok rahatsız olmasına rağmen yazdığı son mektubunda, bundan sonraki konu olarak, 27 Mayıs öncesi asker-sivil ilişkileri ve Menderes’in hazırladığı askerî reform paketinin iyice araştırılması gerektiğini söylüyordu. İşte o mektup:



“Sayın İdris Gürsoy, kitabı bitirdiğinize göre size bahsetmeyi vaat ettiğim olayı açmakta bir mani kalmamış demektir. DP’nin ilk veyahut ikinci Milli Savunma Bakanı Emekli Albay ve Sivas Milletvekili Seyfi Kurtbek’tir. Kendisi 1950’de Sivas Milletvekiliydi. 1957’de DP, Sivas’ta seçimleri kaybettiği için 27 Mayıs’ta milletvekili değildi. Seyfi Kurtbek, Milli Savunma Bakanı olunca askerlerin hükümet üyelerine ulaşarak bir albayın Mili Savunma Bakanı olup ordunun ona bağlanmasını askerleri çok üzdüğünü, bunun uygun düşmediğini ve Başbakan’ın mümkünse Milli Savunma Bakanı’nı değiştirmesinin çok hayırlı olacağını gayet nazik bir üslupla rica etmişlerdir. Belki de bu arzularını Başbakan Merhum Menderes’e yüz yüze ifade etme imkânını da bulmuş olabilirler. Askerler ayrıca sivil kökenli olduktan sonra kimin Milli Savunma Bakanı olacağının kendileri için hiçbir önem taşımadığını ve Başbakan’ın bu istikametteki tasarrufunu büyük bir saygı ve şükranla karşılayacaklarını söylemişlerdir. Gerekçe haklı görülmüş ve Seyfi Kurtbek değiştirilmiştir. Ancak şu gerçek bilinmektedir ki Seyfi Kurtbek bakan olunca ordunun modernizasyonu istikametinde adımlar atmış ve girişimlerde bulunmuştur. Bunların yerinde olup olmadığı muhakkak ki tahkike muhtaçtır. O vakitki bazı söylentilere göre bu olayın arka planı biraz değişiktir. Seyfi Kurtbek askerde yaptığı değişiklikleri kendi kafasına buyruk bir şekilde yapmamıştır. Çok büyük bir ihtimalle bunların yapılmasını gerektiğini DP ileri gelenlerine anlatmış, Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes’in bu hususta rızasını istihsal etmiştir. Hatta Merhum Menderes ve DP hükümetinin Seyfi Kurtbek’i ordunun modernizasyonu misyonuyla getirdiği, bu görevi kendisine verdiği yine o dönemde yaygın bir söylenti halinde ifade edilmiştir.1950’de ordunun ciddi bir ıslahata ihtiyacı olduğu açıktı. NATO’ya giriş bile bu modernizasyonun tam olarak ikmaline kâfi gelmemiştir. Nitekim bu husus 7 bin subay ve generallerin yüzde 80’inini emekliye sevk eden Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeleri tarafından açıkça ifade edilmiştir. Sizin kitabınızda da örneği mevcuttur. Acaba Seyfi Kurtbek neler yapmak istemiştir? Orduda bir emekli albayın Milli Savunma Bakanı olması rahatsızlık meydana getirebilir. Bu doğaldır. Ancak o zaman askerin Seyfi Kurtbek’in Milli Savunma Bakanlığı’na itirazı sadece bu sebebe mi bağlıydı, yoksa Seyfi Kurtbek’in modernleşme yönünde attığı adımlar mı asıl askerin rahatsızlığına sebep olmuştur? Bunlar araştırılmaya muhtaçtır. Gerçi o tarihte askerin Seyfi Kurtbek’e olan itirazlarını hükümete tamamen bağlı ve son derece de hürmetkâr bir şekilde ifade ettiklerinden bir tereddüt yoktur. Kaldı ki o tarihteki Genelkurmay Başkanı rahmetli Orgeneral Nuri Yamut, 1954 ve 1957’de DP milletvekili olmuştur. Bu olayın 9 Subay olayına benzemediği aşikâr olmakla birlikte, Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerini aydınlığa kavuşturmak için herhalde derin ve etraflı bir şekilde araştırılması gereklidir.



Size naklettiğim bu olayı şu anda özellikle sivil kesimde hatırlayacak, hele hele ayrıntılı bilgi sahibi olan pek kimsenin bulunabileceğini zannetmiyorum. Benim size bu olayla ilgili verebileceğim maalesef ek bir bilgi de yoktur. Mamafih tarihçilere ve araştırmacılara düşen görev de sisler perdesi arkasında kalmış; ama özünde önemli olan olayları açığa çıkartmak oluyor. Bu olayın ilginizi çekeceğini zannederek size anlattım. Bu ve diğer konularda gerek e-mail aracılığıyla, gerekse inşallah yüz yüze görüşürüz.



Bu vesileyle en iyi dileklerimle Kurban Bayramı’nızı tebrik eder, en kalbi takdir ve muhabbetlerimi sunarım.



Bayramın dördüncü gününe kadar asistan Halil İbrahim Bey izinli olduğu için bu süre içerisinde eğer gönderecek olursanız herhangi bir e-mailinize cevap vermekte gecikeceğim için peşinen kusura bakmamanızı rica ederim.



Aydın Menderes, 4 Kasım 2011”