20 Nisan 2012 Cuma

Emekli Yarbay Şenol Özbek: Balyozcular başarsa belimizi doğrultamazdık

İzmir’in Menemen ilçesindeki trafik kazasında hayatını kaybeden emekli Yarbay Şenol Özbek’le kısa süre önce Türkiye’nin derin meselelerini konuşmuştum.


9 Nisan 2012 / İDRİS GÜRSOY


Geçen hafta İzmir’in Menemen ilçesindeki trafik kazasında hayatını kaybeden emekli Yarbay Şenol Özbek’le kısa süre önce Türkiye’nin derin meselelerini konuşmuştuk.

Şenol Özbek, emekli yarbay. Genelkurmay Karargâhı’nda, Özel Harp Dairesi’nde görev yaptı. 2008 tarihli “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nda ıslak imzası bulunan Albay Dursun Çiçek’le Genelkurmay Bilgi Destek Daire Başkanlığı’nda iki yıl çalıştı. 17 yıl askerlik görevinden sonra yarbay rütbesinde iken kendi isteği ile emekli oldu. Darbeler konusunda içeriden farklı bir bakışa sahipti. Geçen günlerde Ankara Keçiören’deki evinde kitap ve gazete arşivleri içinde 27 Mayıs 1960’tan başlayarak 28 Şubat ve Çetin Doğan’ın bir numaralı sanık olarak yargılandığı Balyoz darbe planına kadar bütün süreçleri ve aktörlerini konuşmuştuk. Analitik bir bakış açısı ile yaklaşıyordu olaylara. Darbeci geleneğin kökünün kazınmasının sorunu büyük ölçüde çözeceğini ama yetmeyeceğini söylüyordu. Komitacı zihniyetin sivil uzantılarına dikkat çekiyordu. 28 Ağustos 2002’de atandığı Genelkurmay Başkanlığı görevinden 2006’da emekliye ayrılan Hilmi Özkök Paşa ile ilgili çarpıcı değerlendirmelerde bulunuyordu. Özkök’le Çetin Doğan arasındaki mücadelenin perde arkasına ışık tutacak açıklamalar yapıyordu. Geçen hafta trafik kazasında hayatını kaybeden emekli Yarbay Özbek, orduyu ve içindeki cuntaları en iyi bilen subaylardan biriydi. Sorularımıza verdiği cevaplar şöyleydi:



-Siyaset-ordu ilişkileri neden hep sorunlu Türkiye’de?



Üç başlıkla ele almak lazım. Birincisi, ordu-devlet olmanın getirdiği tezahürler var. İkincisi, ordunun siyaset zemininde olmasının getirdiği tezahürler var. Üçüncüsü, cuntacı-komitacı geleneğin doğurduğu tezahürler var. Bunlar bazen örtüşüyor, birbirine geçiyor. Siyasi irade rayına sokmak istiyorsa bunları üç başlık altında ele alıp ayrı ayrı çözüm üretmeli.



-Balyoz bir cunta mıydı?



Balyoz, Genelkurmay Başkanlığı bilgisi dışında farklı bir yapılanma.



-Ordu-millet olmanın ve ordunun siyasetin içinde olmasının tezahürleri neler?



Genelkurmay başkanı ‘İrticaya tarafız’ diyor. Ne demek bu? Kendi imzası ile açıklıyor, bunun anlamı ne? Genelkurmay Başkanlığı bir kitapta karşılığını buluyor bu açıklamanın. Bu devlet millet-ordu devletidir, 27 Mayıs’ta bu mantıkla teşkilatlandırılmıştır devlet.



-Nasıl?



27 Mayıs 1960’ta askerî cumhuriyete çevriliyor devlet. MİT müsteşarı asker, MGK da asker ağırlıklı. Seçimle gelenlerle atanmışların işbirliğinde bir yönetim şekli kuruluyor. Şu anki hukuk düzeni bu, başka bir şey yok.



-Cuntacılık bitse sorun çözülür mü?



Cuntacılık kalktı, bir tane cuntacı subay kalmadı orduda diyelim; yine de iki problem duruyor. Ordu siyasetin içinde ve ordu-devletiz. Askere müdahale imkânları hukuken yerinde duruyor.



-Cuntacı-komitacı mantığın yakın geçmişte ortaya çıkmasının sebebi ne?



Genelkurmay Başkanlığı elindeki imkânlarla siyasete müdahaleyi sağlayamayınca bunlar farklı bir örgütlenmeye gitmişler. Genelkurmay Başkanı’nın yapacağı bir şey yok, biz yapalım, demişler. Özkök değil de bir başkası olsaydı ya da Aytaç Yalman’ın yerinde başka biri olsaydı 28 Şubat’ı yeniden yaşayacaktık ve bunun adı da suç olmayacaktı. O yüzden 28 Şubat ve BÇG’yi hukuken mercek altına aldığında çok suç unsuru bulamayabilirsin.



-O yüzden mi ‘Bin yıl sürer’ dendi?



O söz, ‘Bu meşru bir iş’ anlamında söylendi. Bu görev verilmiş adama. Ordu siyasetin içinde, ordu iktidara ortak… Devlet diyalektiği bu şekilde kurulmuştur. Millî Güvenlik dersi yönetmeliğini okuyun, ‘Orduya bağlılık fikri geliştirilmelidir’ diyor. Ne demek? Bir devlete, sisteme bağlılık olabilir; ama orduya bağlılıktan söz edilebilir mi?



-Neden ediliyor?



Çünkü ordu devlete ortak. İki su akıyor iktidara Türkiye’de. Biri seçilerek geliyor, diğeri ordu bürokrasisi. İkisinin mutabakatı ile Türkiye idare ediliyor ve hâlâ öyle.



-Bu yapı hakkında asker ne düşünüyor?



Askerî sistem kendi içinde de böyle dizayn ediliyor. Harp Okulu’na girince ‘Siz cumhuriyetin garantörüsünüz’ deniyor. Ona göre bir eğitim veriliyor. Ordu siyasetin içinde. Bir kere ordunun ideolojik algılarını kaybetmediği müddetçe kendisini siyasetin dışına çekmesi çok zor. Asker böyle biçimlendiriliyor. Ordu açıklama yapıyor, ‘Dil konusunda tarafız’ diyor. Genelkurmay dil uzmanı mı, sosyoloji şubesi mi var? Peki, buna karşı tepki var mı? Hayır; çünkü devlet bunun üzerine inşa edilmiş. Cuntacılar tasfiye edilince problemin çözüleceğini sanmak yanlış. Ordunun siyasetin dışına itilmesi lazım.



-Nasıl?



Genelkurmay başkanı dâhil, hiçbir askerin siyasi açıklama yetkisi olmayacak. Orduda ideolojik algı doğrultusunda bir eğitim verilmeyecek.



-Dış tehdide göre bir eğitim mi?



Hayır, dış tehdit değerlendirme yetkisi de yoktur ordunun. Tehdit değerlendirmesini millî irade yapar, orduya da der ki ‘Ben şu olayı tehdit görüyorum, ona göre kendini teşkilatlandır.’ Yıllarca sanal şeyler öğrettiler insanlara ve bunlar üzerinde içe dönük konseptler geliştirdiler. Yıllarca güvenlik endişesi içe dönüktü. Bir kere güvenlik tanımını siviller yapacak. Ordu, tanıma göre kendini teçhiz edecek, istekte bulunacak, ‘Görevi yerine getirebilmem için 100 uçağa, 50 gemiye ihtiyacım var’ diyecek.



-Hilmi Özkök böyle mi düşünüyordu?



Tabii ki böyle düşünüyordu ama o da ordu-devlet mantığı ile dizayn edilmiş. Siyasetin içindeki bir ordunun başında olduğunu biliyordu. ‘Devleti dönüştürmemiz lazım, böyle olmaz’ endişesini o da taşıyordu. Akıllı, devleti bilen insanlar zaten böyle düşünür. Ordunun siyasetin içinde olması askerlik tekniği açısından uygun değil zaten.



-Ordudaki ağırlıklı görüş ne?



İdeolojik eğitimden dolayı memleketin iç veya dış dinamiklerinden kendini sorumlu tutmak endişesi beyinlere nakşedilmiştir. Ama eminim ki kamuoyundaki bu sorgulama sürecinden etkileniyor bu insanlar ve kendi vicdani muhasebelerini yapıp ‘Ordunun ne işi var bu işlerde?’ diyorlardır.



-Orduda bu konuda görüş ayrılığı mı var?



İki gurup var, biri dediğimiz minvalde devletin algı değiştirmesi gerektiğinin farkında, diğer bir gurup ise hâlâ bıraktığımız yerde.



-Askerin ağırlığının sürmesini isteyen sivillere ne diyorsunuz?



Askeri, sivili yok o mantığın. Orduyu ayrı bir şey görüyor, ordu düşmanlığı diye bir şey çıkarılmış, Meclis düşmanlığından, hükümet düşmanlığından bahsedilmiyor, ordu düşmanlığı deniyor.



-Niye?



Ordu-devlet algısının doğurduğu bir tezahür.



-Bir görev gibi yapıyor bazıları?



Avrupa’da eskiden feodal bir yapı vardı. Feodal yapı yanında orduyu bulunduruyordu. İktidar gücünün orduya dayanması geleneği oradan geliyor. Türkiye’de iktidar gücünü millî iradeye rağmen elinde bulunduran bir grup var. Sen buna bürokrat aydın, ne dersen de. Bir grup var. Bu grup zora geldiğinde feodal beyler örneğinde olduğu gibi gücünü buraya isnat ettiriyor. Güç kaybını rejim kaygısı olarak sunuyor ve orduyu göreve davet ediyor. Vesayetin çeşitli ayakları var, bunu anlaması gereken en başta sivil siyaset, çözümünü de bu ayaklar üzerine oturtacaklar. Teorisine kafa yormayanlar siyaset de tespit edemez. Sanıyorlar ki Çetin Doğan biterse sistem adam olacak?



-Olmaz mı?



Üç ayak önemli. Biz ordu-devlet miyiz? Buna cevap verin. Ordu-devletiz. Devlet, millî hedeflerini gerçekleştirmek için bir analiz yapar, ana eksen ne? Askerî militarist mantıksa devlet ona göre teşkilatlanır. Öncelikle TSK’nın ihtiyaçlarını karşılamak için dizayn edilir. Osmanlı, ordu-devletti. Ordu sefere gidiyor, memlekete gelir getiriyordu. Çağımızdaki devlet modeli bunu kaldırmıyor. Şimdi sivil dinamikler ön planda. Medya ve sivil organizasyonlarla dünyayı ayağa kaldırıp on ordunun yapamayacağını yapabilirsin. Bu çağda ordu-devleti savunmak cehaletten başka bir şey değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin algı değişimine gidip devleti ordunun üzerinden alıp sivil dinamikler üzerine oturtması gerekiyor, bu devlet var olacaksa bu çağda sivil dinamiklerle var olur.



-Generaller cuntacı olarak mı yetiştiriliyor?



Bu algıyla yetiştiriliyor. Genelkurmay başkanı olan insan bu memleketin sorunlarına hâkim olmak zorunda. Dilini, dinini, kültürünü bilmek zorunda. Bunlar bu işlerden anlamazlar. Atatürkçülük kitabını açarlar, söylediği sözleri kendilerine dönüştürüp yüksek sesle felsefi sözler söylüyor algısı ile kamuoyuna sunarlar.



-Hilmi Özkök neden hedef oldu?



Özkök’ün normalde hükümete muhtıra vermesi lazım. Devlet düzenine, diyalektiğine baktığımızda her gün hükümete emir vermesi lazım. Hangi hükümet olursa olsun. Ama müspet bir sapma bu. Hilmi Özkök sisteme aykırı davranıyor. Özkök sistemi çalışmaz hâle getiriyor. Özkök vazifesini yapmadı, ama yapacağı vazife mukaddes bir vazife değildi. Bu ülkede kurulmuş köhne bir düzenin doğurduğu köhne bir vazifeydi.



-O yüzden mi itibarsızlaştırmak istediler?



Özkök’e yap dediler, yapmıyorum dedi; sisteme isyan etti. Özal da sisteme isyan edenlerden. Özal anayasayı delmekle bir şey olmaz derken dalga geçti, bu düzen bozuk, bunu değiştirmemiz lazım diyordu. Aşağıdakiler dediler ki sen neden görevini yapmıyorsun?



-O kavga devam ediyor mu?



Şu anda devleti yaşatmak için mücadele veriliyor, bir iktidar mücadelesinin ötesinde, AK Parti’yi de aşıyor.



-Balyozcular başarsaydı…



Bu sefer de bir hükümet kurban verilseydi biz belimizi doğrultamazdık. Devlet kendi kurtuluş savaşını veriyor, devlet yaşama mücadelesi veriyor. Devlet 300 milyar dolarını dağa taşa gömer mi? Özkök sinyal çanı çaldı, ‘devlet çöküyor’ dedi.



-Devlet çöküyor muydu?



Gidiyordu. Kayarken tutuldu. Tutulmayla birlikte yeniden yapmışken tam yapalım misali safha safha yerine oturtuldu.



-Hüseyin Kıvrıkoğlu nasıl düşünüyordu?



Özkök’le birlikte kuvvet komutanı Edip Başer olacaktı. En kıdemli orgeneral Başer’di. 28 Şubat algısına karşı olan bir grup vardı, 28 Şubat’ı da tasfiye eden. Kıvrıkoğlu, Edip Paşa ve Özkök’ü sayabilirsiniz. Onlar o misyona, ‘o kadar da değil’ deyip ‘dur’ diyenler ama bir sonraki aşamada bunlarda da bir algı farklılığı doğdu.



-Nasıl?



Ordunun devlet diyalektiği içindeki yeri, ordu-devlet olarak devam edecek mi? Kıvrıkoğlu dedi ki ‘devam edecek’. 28 Şubat’a karşı olabilir ama ordu-devlet yanlısı olabilir. Ordunun siyasete bulaşmasını normal karşılar. 28 Şubat felsefesinin doğurduğu din konusunun ne olacağı konusunda da ayrışmalar yaşandı. 28 Şubat’a karşı olmak başka ama ben karşı olanlarla yine bir ayrılık yaşıyorum. Bir ordu-devlet olmaktan kurtulup sivil dinamiklerle cuntacı mantık ebediyen başını kaldıramayacak şekilde yok edilmeli. Ama cuntaya karşı olup ordunun siyasetin içinde olmasını isteyenler var. Özkök benim gibi düşünenlerden.



-Bu düşünce güçlü mü?



Bu, algı ve biraz da akıl sorunudur. Akil insanlar bu mantıkla ayakta kalamayacağımızın kararını verdiler bence. Yoksa değişim ve dönüşüm süreçlerini idare etmeye hiçbir iktidarın gücü yetmez, bu devlet içindeki bir refleks. Ordu -devletse, irtica ile ordu mücadele eder, PKK ile ordu mücadele eder; ama biz de diyoruz ki bunlarla mücadele etmek ne ordunun vazifesidir ne de bunları tehdit olarak değerlendirmek orduya düşer.



-Kıvrıkoğlu, 28 Şubat’a karşı mıydı?



Kıvrıkoğlu, 28 Şubat’a karşıydı, başörtüsü ile uğraşmanın anlamsız olduğuna kısmen inanıyordu ama sorun tanımlarını bizim gibi yapmıyordu. Çetin Doğan konsepti ile uyuşmuyordu ama ‘ordu-devlet de olsun’ diyordu. Özkök ise ‘ordu bu işlerden elini çeksin’ diyordu. 28 Şubat’ta bu ayrışma yaşandı.



-Erbakan’ı ordu sever mi?



25 yıl kaldım, bir tek ‘Erbakancıyım’ diyen adama rastlamadım. Ana damar bellidir: Sağ ve sol...



-Ordu basını nasıl bu kadar rahat kullanabiliyor?



Bir ordu devletse ordunun iktidar gücü içinde payı varsa onun altındaki kademelerde ordunun etkisi varsa insanlar o yapı içinde kendilerine alan açmak için gider orduya yamanırlar. Hiçbir şey bilmiyorsa bile ordunun ihalelerinden istifade etmek için yamanırlar. Çok basit. Basın bir parça.



-Nasıl?



Parayı orduya veriyorsun, ordu bunu kendisi harcıyor, kendi denetliyor, bağımsız, kendi içinde bir devlet. İktidar gücüne de ortak. Bir kere bu fotoğraf insanları oraya yamanmaya iter. Bugün basit bir şey söyleyeceğim, ordunun yiyecek giyecek ihalesinin ne kadar olduğunu tahayyül edebiliyor musunuz? Sen bu ilişkiler yumağını kullanarak patronları da tesir altına alabilirsin, bu her dönemde vardır. Akredite olsanız her hafta oraya gideceksiniz, bu sistem.



-Psikolojik harekat planları nasıl yapılıyor?



Bilinmeyen bir şey değil. Bu ülkenin gazetecileri Genelkurmay Karargâhı’nda cirit atar. Bir manşet attırmak için özel bir gayrete gerek yok. Ordu-devletsen bunun hukuk zemini içinde de karşılığı varsa hukuk profesörleri karargâha gelip irtica brifingine girip ayakta alkışlıyorsa bunlar normal. Hocalar, yargıçlar, koşa koşa karargâha gidip görev verdiniz diye teşekkür etmediler mi? Adam yerine koydunuz diye de teşekkür ediyorlar.



-27 Mayıs’ta da var bu ilişki? Öğrencilerin kıyma makinelerine gönderildiği haberleri hiç sorgulanmadan yayımlanıyor?



Kim dergisinde cunta iddiaları için ‘balon’ manşetlerinin atılması cuntacılarla işbirliksiz olabilir mi? Cuntacı-komitacı-aydın işbirliği hep vardı. Gazeteciden hukukçusuna varana kadar. Bunlar da komitacı.



-Dışarıda da mı var komitacı?



Bizde komitacılığın esas ayağı dışarıda. Cunta ordu içindeki yapıyı ifade eder, komitacılığın sivil asker ayrımı olmaz, her ayağı olabilir. Cunta ordu içindedir, komita sivil asker aynı ayak olabilir.



-Sivilleri nasıl anlayacağız?



Demokrasi ile idare edilen bir ülkede halkın oyları ile işbaşına gelmiş bir hükümete ben seni tanımıyorum demek mümkün olabilir mi? Sen benim başbakanım değilsin diyor. Bu komitacı mantık bu demokraside suçtur. Başbakan bu millet tarafından seçiliyor, eleştirebilirsin ama benim başbakanım değil diyemezsin, o zaman git kendi başbakanını eleştir. Komitacılık bizde sivilde daha güçlü.



-Son zamanlarda zayıfladı diyebilir miyiz?



Ordu-devletin olduğu sonuçlarla birlikte olunca etki katsayısı yükseliyor. Yoksa bir şey ifade etmez. Bunlar örgütlenme nihayetinde, veya yukardan aşağıya tetikleniyor. Bir numara, beş numara, bir numarayı bulursak Türkiye kurtulacak sanki, ortada sistem problemi var. Ordu siyasetin içinde, bunu düzeltin. Sadece Çetin Doğan’ı tıkarsak bu ülke kurtulmaz.



-Ne öneriyorsunuz?



Hukuk zemininde çözeceğiz bir kısmını, komitacılık her yerde suçtur, bizde de suç; bunun hesabını verecekler. Ordu-devlet siyasetin konusu, ona siyaset çözüm bulacak; anayasa değişikliğinden tut, devletin yeniden dizayn edilmesi, devlet kurumlarına yeniden sorumluluklar verilmesi. Kırmızı kitabın değiştirilmesi MGK’daki değişim bunun devamının gelmesi lazım.



-Camileri bombalama planları yapan bir cuntacı-komitacı nasıl çıkıyor bu ordudan?



Bu ülkede cami bombalanmamış ama başka yerler bombalanmış, geçmişte var, bu işler zaten bunların mesleğiymiş. Ordu-devlet mantığını ayakta tutmak için, ordu olmazsa ne hâle geliriz diye sordurmak için zemini sürekli şekilde beslemişler. Cami bombalama diyorsun, Allah korusun ikisi kıyaslanamaz, bir milletin seçimle gelmiş başbakanını asmak mı daha korkunç bir şey, cami bombalamak mı? Cami bana hafif kalıyor, adam camiyi niye bombalar, başbakanı asmak için, nihai hedef odur. Adamlar bunu yapmışlar zamanında zaten. Başbakanı at hırsızı gibi asmış bu adamlar, başbakan üzerinde sigara söndürmüşler.



-Yine yaparlar mı?



Cami bombalamak falan ufak kalır. Dinî inançlar ve algılarımızla düşündüğümüzde irkiliyoruz ama başbakan asmış bu adamlar, daha ötesi yok. Ve getirmiş Fatin Rüştü Zorlu’yu bir ayyaşa astırmışlar, bulup getirmiş astırmışlar. Hâlâ cami bombalamaktan bahsediyorsunuz!



-27 Mayıs’taki isimlerin bugün cuntacılıkla yargılanması tesadüf mü?



Çetin Doğan olmazsa başka biri olacaktı, aktif olmayan yok ki, hepsi cuntacıymış o dönemde. Silahlı Kuvvetler içinde bir sürü komite var. Oluşturulan komite (Millî Birlik Komitesi) ordu içindeki cuntaların gönderdiği adamlarla oluşturulmuş bir koalisyon. Talat Aydemir’in cuntası ayrı, 9 Subay’da tutuklanan Faruk Güventürk’ün ayrı. Türkeş daha sonra Talat Aydemir’inkine dâhil ediliyor. Türkeş geç girenlerden.





--------------------------------------------------------------------------------



Şenol Özbek kimdir?



1962 Sivas doğumlu Şenol Özbek, 1979’da Ankara Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Aynı yıl ODTÜ Gıda Mühendisliği ve Kara Harp Okulu’nu kazandı. Tercihini Kara Harp Okulu’ndan yana kullandı. Kara Harp Okulu’ndan 1983’te mezun oldu. Yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli yerlerde komutanlık ve karargâh subaylığı görevlerinde bulundu. Genelkurmay Karargâhı’nda çalıştı. En son görev yeri olan Kıbrıs’ta yarbay rütbesinde iken 2004’te kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Evli ve 3 çocuk babasıydı.



13 Nisan 2012 Cuma

Çekip gitmediler, hukuk devleti olamazsak geri gelecekler

2 Nisan 2012 / İDRİS GÜRSOY , Aksiyon


‘Darbeler nasıl önlenebilir?’ başlıklı bir rapor hazırlayan AK Parti Milletvekili Prof. Dr. İdris Bal, demokrasinin hâlâ risk altında olduğunu söylüyor. Ona göre, tam demokrasi için tedbir imkânları henüz geçmiş değil.

Meclis’in genç milletvekillerinden, 1968 Kütahya doğumlu. Siyaset ve uluslararası ilişkiler profesörü. Amerika’dan Madagaskar’a pek çok ülkede araştırmalar yapmış. Yayımlanmış kitapları var. Başbakan Erdoğan’ın çeşitli konularla raporlar hazırlamasını istemesi üzerine çalışmalara başlıyor. ‘PKK, Kürt sorunu’, ‘Alevi meselesi’, ‘Arap Baharı ve bölgedeki yapısal sorunları’ raporlarını veriyor başbakana. Son hazırladığı raporu kamuoyuna da açıkladı. Bir yandan darbecilerle hesaplaşılırken diğer yandan yeni anayasa çalışmalarının sürdüğü kritik süreçte ‘Darbeler nasıl önlenebilir?’ başlıklı 14 sayfalık bir çalışma bu. Cumhurbaşkanına, başbakana ve ilgili kurumlara sundu. Prof. Dr. İdris Bal, önce sorunu teşhis ediyor. Tarihî sürece işaret ediyor. Sorunun devam etmesinin maliyetlerini sıralıyor. Vesayetin cunta dışı ayaklarını ortaya koyuyor. Tedavi ve çözüm için kullanılacak araçları sayıyor. Genelkurmay Başkanlığı’nın Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması, 35. maddenin kaldırılması, MGK’nın ve jandarmanın lağvedilmesi gibi somut teklifleri var. Prof. Bal’a göre, darbe zihniyeti bitmiş değil. Geri çekilmiş gibi görünüyorlar, bu da bir taktik. Tam hukuk devleti olacak adımlar atılmazsa her an geri dönebilirler. Meclis’teki odasında Darbeler Raporu ve Ergenekon davaları etrafında süren tartışmalarla ilgili sorularımızı cevaplayan Bal, iktidar, muhalefet ve toplumun bütün kesimlerine ‘demokratikleşme fırsatını kaçırmayalım’ çağrısı yapıyor. Cemaat tartışmalarının ise büyük bir oyun olduğunu söylüyor. ‘AK Parti diktatörlüğe gidiyor’ eleştirilerini maksatlı buluyor.



-Darbe sorununa nasıl bir teşhis koydunuz?



Bu, günümüzün meselesi değil. Osmanlı’dan, 17. yüzyıldan beri eli silah tutanların seçilmişlere bir itaatsizlik kültürü var. Sadece ordu ile sınırlı değil; bundan nemalanan üniversite, iş dünyası ve medya bunu destekliyor, övgüler yağdırıp ortam oluşturuyor. Osmanlı’nın yıkılmasının temel sebebi de darbelerdir.



-Cuntalarla birlikte sivil uzantılarına da dikkat çekiyorsunuz?



Ordunun içindeki illegal cuntacı kişilere operasyon şarttır. Yargıya taşınmalı, çürük elmalar ayıklanmalıdır. Bunu yaparken darbeyi alkışlayan, destekleyen, darbeye zemin hazırlayan siyasetçi, akademisyen, medya mensubu ve iş adamlarını da dikkate almak zorundayız. Aralarında çıkara ve ideolojiye dayalı bir işbirliği var.



-Darbe gerçeğini sanki bazıları sizin kadar ciddiye almıyor. Sebebi ne olabilir?



Belki bilgisizlik ve olayı iyi teşhis edememe olabilir. Bizim gibi bir ülkede en istikrarlı faaliyet darbeler olmuştur. 1960, 70, 80 diye devam ediyor. 28 Şubat ve planlar var. Fırsat bulsalar yapacaklar. Hâl böyle iken hâlâ bilgisizlik varsa buna ‘hayret’ demek lazım. Bir de darbeci zihniyetle çıkar birliği, dirsek teması olabilir. Demokratik bir ülkede isek, meşruiyetin kaynağı olarak halkı görüyorsak darbe girişimleri karşısında hassas olmalı ve önlemleri teşvik etmeliyiz. Hafife almayı meşru gösterecek sebep yok.



-Bazen geri adım atıyorlar, görece demokratik bir ülke havası yayılıyor. ‘Bu iş bitti’ denildiğinde yeniden karşımıza nasıl çıkıyorlar?



Darbeler sosyal ortamın, hukuk ve siyaset ortamının ürünüdür. Bu ortamı değiştirmeden bu neticeyi ortadan kaldıramazsınız. Bize büyük bir yalan söylenmiştir. ‘Bizim darbecilerimiz çok iyidir. Hemen sivil otoriteye iktidarı verirler’ demişlerdir. Şeklen doğru. Ama gerçekten mi çekiliyor? Gerçekten çekilmiyor, yıpranmamak için perdenin arkasına geçiyor. Anayasa ve yasalar, MGK ve başka kurumlarla ağabey rolü oynamaya devam ediyor. Kurt sisli havayı sever. Önce kaos oluşturuyor, sonra darbe yapıyor. Şimdi neden sol-sağ çatışması yok? Şu anda da darbeci zihniyete PKK, KCK lazım. Bu millî bir sorundur. Bedelleri herkese ödetti. Ülkeye yapılan en büyük kötülüktü. Bu yüzden darbe ile mücadele sadece AK Parti’nin işi değildir.



-Darbeci zihniyet, cuntacılar, tam demokrasiden neden korkuyor?



Tam demokrasi, aşağıladığı, küçük gördüğü insanların istediğinin olması demektir. Seçilenler hem iktidar olur hem muktedir.



-Hâlâ darbe ihtimali görüyor musunuz?



Ümit ve temennilerle gerçekleri karıştırmamak lazım. Her on yılda bir darbe yapıldı ise, en son darbeden sonra ‘bin yıl sürecek’ dendi ise, iddianamelerde 2002’den bu yana müdahalelerin hiç bitmediği görünüyorsa, ‘bu iş bitmiştir’ diyemeyiz, bu aymazlıktır. Her açıdan her kolu ile devam ediyor. Cuntacılar yargılanırken eğer medyada hâlâ darbeci zihniyet alkışlanıyorsa, üniversitede darbe dönemleri ballandırılarak anlatılıyorsa, iş çevresinde müdahaleleri alkışlayan zihniyet varsa ‘bir daha darbe olmaz’ demek vitrinlere oynamaktır. Tam tersine üzerine eğilmek gerekiyor. İşin panzehiri de demokrat, eğitimli, halkın değerlerine saygılı, çevresi ile barışık insan yetiştirmektir.



-Darbecilerden nasıl kurtulacağız?



Darbeciler çekip gitmedi. ‘Biz yargılanamayız’ diye maddeler koydular. Devlet teşkilatı ve yasalar üzerinde operasyonlar yaptılar. Yönetmeliklere kadar tam bir hukuk devleti olacağız. Askere, jandarmaya demokratik ülkelerde ne veriliyorsa biz de onu vereceğiz. İkinci sınıf demokratik yönetim anlayışını değiştireceğiz. ABD’de silahlı kuvvetlere ne rol veriliyorsa biz de o sorumluluk ve yetkiyi vereceğiz. Silahlı kuvvetlere iç siyasete müdahale imkânı verecek zerre kadar madde kalmayacak. Ordu dışarıdan gelecek tehditlere karşı görevlidir. Gerçekten Batıcı iseler işte test. Bunu kabul edecekler.



-Darbe zihniyetini savunanlar, demokratikleşme adımlarını ‘AK Parti kendi derin devlerini oluşturuyor’ diye eleştiriyor?



Bu, şu demektir: ‘Benim vesayetçi anlayışım, diktatörlüğüm bitiyor.’ Birinci sınıf demokrasilerde ne varsa biz onu istiyoruz. Onlar ne istiyor? Halkla barışık değiller, projeleri yok, iktidara gelemiyorlar, rahatsız oluyorlar, bu ve benzer iddialarla halkın seçtiklerini yıpratmak, başarısız kılmak istiyorlar. ‘İktidara gelemedim, başarısız oldum’ demiyor; ‘üst üste seçim kazanıyorsunuz, siz diktatörlüğe gidiyorsunuz’ diyor. Başbakan ‘üçüncü seferden sonra aday değilim’ dedi. Diktatörlüğe giden bunu söyler mi?



-DP aynı suçlamalarla karşılaştı. Hatalar da yaptı. Demokratikleşme kesintiye uğradı. AK Parti’nin avantajları var mı?



Demokrasi, hukuk devleti dediğinizde artık yalnız değilsiniz. Hukuk devletine inananlar bütün kurumlarda ve toplumun bütün kesimlerinde var.



-AK Parti’nin dezavantajı?



İktidarlar -bazen DP’de olmuştur, başka zamanlarda da olmuştur- kendilerini çok güçlü görebilir; bu farklı metodlara itebilir, daha yumuşak, yavaş yavaş reformlar yapılır şeklinde bir algı olabilir ya da böyle bir algıyı birileri pompalayabilir. Ama şunu unutmamak lazım; eğer hukuk reformları yapılmazsa, darbeci zihniyet, illegal yapılanma aynı heveslerinin peşine düşebilir. Süreç tamamlanmadıkça darbecilik zihniyeti bitmiş değildir. Tersine üniversitede, medyada çatlak sesler duyuyorsak, darbe planları deşifre ediliyorsa daha cesur olmak zorundayız. İtalya’da cumhurbaşkanına kadar gidildi. Bizde de sonuna kadar gidilmelidir. Demokrasilerde herkes hesap verebilir. Mesele Kenan Evren’in mahkûm edilmesi değil, darbeciliğin mahkûm edilmesidir. Darbecilik hukuk dışı, çok kötü bir fiildir diye zihinlere yerleşmelidir. Bugün güçlü bir iktidar var ama illegal yapılanmalar sizin zaaf anlarınızı kollar. Geri çekilmeleri taktik icabıdır. PKK yapmıyor mu? Bunlar taktiktir. Onların da kendilerine göre planları vardır.



-Davalar sürerken özel mahkemelerin kaldırılması gündeme geliyor?



Geri adımlar olursa veya ‘bu işin arkasında siyasi iradenin desteği yok’ mesajları verilirse bunlar illegal yapılara cesaret verir. Gaflet olur.



-‘Cemaat bu davaların arkasında’ iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz?



Cemaati hedef göstermek büyük bir kurnazlık ve dezenformasyondur. Cemaati hedefe koyarak bunun millî bir mevzu olmadığını göstermeye çalışıyorlar. Bu demokratikleşme mücadelemize en büyük tuzaktır. Kurnazca, sinsice bir plandır. Darbecilikle mücadele millî bir mevzudur. Alevi’nin, Sünni’nin, CHP’linin, MHP’linin meselesidir. Bedeli birlikte ödüyoruz. Hâl böyle iken vesayetçi zihniyet kurnazlığın peşinde. Bunu cemaate indirgeyerek küçümsüyor ve cemaatin kendi hesapları, çıkarları için bu planları hazırladığı gibi bir dezenformasyonu yapıyorlar. Toplumun bütün kurumları olarak bunun karşısında durmalıyız.



4 Nisan 2012 Çarşamba

Cuntacılar için gazetecilik tali bir unsur

26 Mart 2012 / İDRİS GÜRSOY,
Medyanın yakın tarihinde somut haberlerin bile çarpıtılarak farklı bir düzleme yerleştirildiğini belirten Prof. Naci Bostancı, “Toplumsal mühendislik böyle bir yayıncılığı talep eder. Ne olduğundan ziyade oradaki verileri kullanarak farklı bir hakikat çıkarmaya çalışır.” diyor.
Ergenekon davaları kapsamında tutuklanan gazeteciler üzerinden bir fırtına koparılıyor. Ancak Türkiye’de 1960’la başlayan medya destekli darbeler, kötü bir gelenek. 1971 muhtırası, 12 Eylül darbesi, 28 Şubat postmodern darbesi ve 27 Nisan e-muhtırası... Hepsi medya desteğiyle gerçekleştirildi. 28 Şubat’ta tank-top yerine, gazete ve televizyonlar kullanıldı. Mehmet Ali Birand, tarihî gerçeği “Genlerimizde darbecilik var” sözleri ile izah etti.
Peki, dünyanın en özgürlükçü mesleğini ifa eden gazeteciler Türkiye’de niçin askerî rejimlere sıcak bakıyor? Genlerdeki darbe hastalığı tedavi edilebilir mi? Terör ve şiddet olayları kapsamında hayat hakkı ihlallerinin incelenmesine yönelik kurulan TBMM İnsan Hakları Alt Komisyonu’nun başkanı Prof. Naci Bostancı bir iletişimci. Amasya’dan milletvekili seçilmeden önce Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanlığı görevinde bulunuyordu. Bostancı’nın, Türkiye’de sosyal değişme ve kimliksel dönüşüm, siyaset bilimi, kitle iletişim teorileri, propaganda, ideoloji kuramı ve kültürel dönüşüm konularında çalışmaları var. Türkiye’deki medya-cunta ilişkilerinin tarihî arka planı ve önümüzdeki sürece ilişkin sorularımızı cevaplarken, medyanın ideolojik ilişki ve çıkar ilişkisi içinde bulunduğu bloka dikkat çekerek, bağımsız olmadığını söylüyor: “Gazeteciliği bir tali meslek olarak görüp toplumsal mühendislik aracı yapanlar kaybedecek.”
27 Mayıs, 12 Mart ve 28 Şubat’ta gazeteciler çok etkin. Hem gazeteci hem de cuntacı olunabilir mi?
Onlara gazeteci derken, kitaplarda yazdığı gibi halkın haber alma hakkına saygı gösteren, gerçekleri ortaya çıkarmak için çabalayan, kamunun çıkarları için çalışan insanları anlamayın. Onlar için gazetecilik tali bir unsur. Cuntacılığın amaçlarına uyduğu ölçüde gazeteci onlar. Etiketleri gazeteci. Gazete çıkarmakla insanlar gazeteci olmaz. Cuntacılık gazetecilik sayılmaz. Onların derdi gazetecilik değil cuntacılık. Gazete bir araç.
-Ama ilişkiler deşifre olduğu hâlde bu etiketi üzerlerinde taşımaya devam ediyorlar?
Eğer bir evrim yaşıyorsak, onlar zayıflayarak varlıklarını sürdürür, zaman onları tasfiye eder. Göreceksiniz, gazeteciliği tali meslek görerek toplumsal mühendisliğin aracı yapan insanlar, Türkiye’nin geleceğinde yok olacak. Bir ülke açık toplum oluyorsa orada gizli ilişkilerini, niyetlerini halkın gözünden kaçırarak yaşayan çevreler yaşayamayacaktır. Birilerinin çıkıp ‘sizi tasfiye ediyorum’ demesine gerek yok. Evrim süreci içinde zaten tasfiye olurlar.
-Nasıl?
Onlara kulak verenler olmaz. Onları okuyan insanlar ağırlıklı olarak demokrasiden yana olurlar. Okunmadıklarında, tıklanmadıklarında magazine kaçmaya çalışırlar, gazetelerini renklendirirler, araya cuntacı hikâyelerini koyarlar ama her hâlükârda bunlar ümitsiz çabadır. Tarihsel şartlar onları tasfiye eder.
-Türkiye’de bazı gazeteler olağanüstü dönemlerde neden roller üstleniyor?
Olağanüstü dönemler kendine has niteliklere sahip oluyor. Siyasetin sahipleri, kamuya ve kendi içlerine dönük yüzleri ile farklı resim veriyor. Olağanüstü dönemler mahiyetleri itibari ile bir yüzleri gizli ilişkilere, orada çevrilen, döndürülen entrikalara dayalıdır. Buradaki girişimleri meşrulaştırmak, halk desteğini çoğaltmak, böyle bir kasıtla bir tür toplumsal mühendislikle işlerini yürütürler. Çünkü yaptıkları işle toplum arasında bir gerilim, bir çelişki vardır. Kendi amaçlarını saklayıp dönemin olağanüstülüğü, yürütülen işin halkla çelişkisine işaret ederler. Eğer gizli kapaklı işler yürütüyorsan, senin düşündüğün, desteklemeye çalıştığın çevreler, güç birliği yapmak istediğin kişi ve kurumların tümü toplumla bir çelişki içindedir. Tıpkı 12 Eylül ve 28 Şubat gibi.
-Darbe sonrası?
Toplum açık topluma dönüştükçe ayaklarının altından halının çekildiği bir elit kadro vardır. Güçlerini yenilemek ve eşsiz güçlerini elde etmek isterler. Bu yüzden medya marifeti ve birtakım unsurlarla bir toplumsal mühendislik yapıp ama neticede güç kullanıp rızayı inşa etmeye çalışırlar.
-Medya, bağımsız bir yapı değil, araç mı?
Medya kendi başına, tarihsiz, hangi sosyal şartlar olursa olsun hep aynı biçimde davranan, ideolojik, iktisadi ve aracı olmak istediği çevrelerden bağımsız bir yapı değildir. Medyayı değerlendirirken, kime sesleniyor, arkasındaki sermaye ne, ideolojik pozisyonu ne, bunlarla birlikte ancak yorumlarsak o zaman medya derken kimden bahsettiğimiz açıklık kazanır. Darbe çığırtkanlığı yapan da, demokrasi isteyen de vardır. Toplumdan yana olan da vardır, kirli ilişkilerin aracı olan da.
-Böyle bir blokun parçası medya objektif olabilir mi?
Kimse objektif değildir. Açık bir haber vardır, o haberi çarpıtırsan bu aleni nesnel bir haberi çarpıtmaktır. ‘Müftü keçi çaldı’ demek açık bir yalandır. Yoruma ilişkin farklılık anlaşılabilir ama doğrudan doğruya somut bir haberi çarpıtmak kabul edilemez. Türkiye’de medyanın yakın tarihinde somut haberlerin de çarpıtılarak farklı bir bağlama yerleştirildiğini görürüz. Toplumsal mühendislik böyle bir yayıncılığı talep eder. Ne olduğundan ziyade oradaki verileri kullanarak mutfak işçiliği marifetiyle, farklı bir hakikat çıkarmaya çalışırsınız.
28 Şubat sürecinde tam da bu mu yaşandı?
İktidar ilişkileri açık bir nitelik arz etmiyorsa, elitler küresel ve yerel gelişmeler sebebi ile eski egemen pozisyonlarını kaybediyorlarsa, böyle bir riskle karşı karşıya iseler, iktidar oldukları dönemde hayat verdikleri, destekledikleri medyayı kendi amaçları için, toplumsal mühendislik için kullanmak isterler. Onların oluşturduğu tarihsel bir blok vardır. İktisadi elitler, bürokrat elitler, politikacılar ve onlarla birlikte kader birliği yapmış, hayat bulan bir medya grubu. Burada çıkar ve ideoloji birliği söz konusudur. 28 Şubat döneminde askerî bürokratlar, aydınlatmak maksadıyla yüksek yargı mensuplarını brifinge çağırdığında, dönemin adalet bakanı; ‘kimse yargıya emir veremez’ dediğinde o dönemki güçlü medya organlarından biri, ‘yargının üzerine baskı’ diye askerî bürokrasinin çağrısını değil, bakanın bu şekildeki genelgesini öne çıkartmıştı. 1960 darbesinden sonra 4 Haziran’da yine aynı şekilde o dönemin gazetelerinden biri gençlerin kıyma makinelerinden geçirildiğini, yok edildiğini haber olarak yayımladı.
-Bu haber neden önemliydi o sırada?
Tabii kıyma makinelerinden geçirilme metaforu aynı zamanda kendi iddiasının ispatlanamaması durumunu ortaya çıkardı. Adam kıyma olmuş, neyi bulacaksın? Dolayısıyla öyle bir hikâye anlatıyor ki toz ettiler toz. Bir ülkeyi toz ettiler deseler kanıtlayamazsın. Adamı bir bütün hâlinde mezara gömseler, derler ki mezarı gösterin. Kıyma yaptılar dersen, kıymanın neyini göstereceksin? Bunların hepsi toplumsal mühendisliktir. Parasını kim koyuyor, profesyoneller kim ve kime anlatıyor, bu üç şeye bakmak lazım.
-Medya-cunta ilişkisinden dolayı bazı gazetecilerin yargılanması tansiyonu yükseltiyor. Süreç bir ayrışmayı getirecek mi?
Cumhuriyetin başlangıcından itibaren medyanın sermayesini koyan çevreler egemen iktidarlarla tarihsel iyi ilişkiler kurmuş, kader birliği etmiş insanlardır. Dolayısıyla onlardan ayrı bir ideolojik pozisyonları olamaz. Tarihî şartlar bunların altından halıyı çekiyorsa onların altından da halıyı çekiyordur. O yüzden can havliyle tıpkı denizdeki yüzme bilmeyen insanlar gibi birbirlerine sarılıp o şekilde ayakta kalmaya çalışacaklardır, ama yüzme bilmiyorsan mutlak şekilde suyun dibine gidersin.
-Darbeleri destekleyen gazetecilerin ideolojik görüşleri ne? Kendilerine nasıl bir misyon biçiyorlar?
O dönemdeki elitlerin, gazetecilerin genel yaklaşımı kaba ve cahil halkı modernleştirmektir. Bu yüzden 90’lı yıllara kadar aydın-halk ikiliğinden bahsedilmiştir. Aydın olmanın temel vasfı kendi halkına yabancı olmaktır. Eğer ona saygı ile yaklaşırsan bu senin kaba ve taşralı olduğun anlamına gelir. Araya mesafe koyarsan o kadar aydın olduğun kabul edilebilir gibi bir algı söz konusudur. Aydın profili ne söylemiş, ne yazmış diye bakarsanız bunu görebilirsiniz. Arada uçurumlar var. Bunlar kendiliğinden oluşmadı. Dolayısıyla o dönemdeki gazetelerin ideolojileri de halkın terbiye edilmesine inanan, dolayısıyla misyonunu o çerçevede oluşturan insanlardır. Hedef kitlesine gelince, okur yazarlar kimlerdir, o dönemde yeni yeni şehirli olan, bürokraside iyi yerlere gelen ve ticaretle palazlananlardır. Bir bakıma doğrudan doğruya halkın kendisi değildir. 1950’den sonra çok ironik biçimde bu ifade edilmiş zaten; ‘sahiller halka açıldı vatandaş denize giremiyor’ dediler.
-Gazeteler de vatandaşa mı çıkıyor?
Vatandaşa, elitlere ama nasıl elitlere? Kapalı toplum yapısı içinde halka dayalı olmayan bir iktidarın inşa ettiği elitlere. Onlar cumhuriyetin vatandaşları. Gazetenin hitap ettiği çevre de rejimin öne çıkardığı, hayat tarzları ile onlarla entegre olmuş çevrelerdir. O yüzden kendi çalıp kendi söyleyen bir medya söz konusudur. Bu medya sermayesi, egemen elitlerle bağ çerçevesinde kurulmuş, profesyonelleri onlarla ideolojik bir entegrasyon içinde davranmıştır. Bu medya toplumsal mühendislik yapmak, mevcut yapıyı meşrulaştırmak ve sandıktan başka netice veriyorsa onun da kafasına vurmak için pozisyon alır. Dolayısıyla her şey kendi mecrasından akıyor.
-Mehmet Ali Birand, “Genlerimizde darbe geni var.” dedi. Pek çok insan bunu bir itiraf olarak gördü. Bu açıklamayı nasıl değerlendirdiniz?
İnsanlar vicdan sahibidirler. Hayatlarını bir şekilde yaşarlar, bir gün hayatın ebedi olmadığı, bir sonu olduğu, hesapların görülmesi gerektiği, bu hâlin sürdürülemeyeceği noktasında, vicdanın neyi emrediyorsa bir dönüm noktası yaşarsın. Birand bunu yaşamıştır. Kişisel ve toplumsal bir dönüşüme işaret ediyor bu açıklama.
-Nasıl bir dönüşüm?
Marcel Proust, ‘Yitik Zamanın Peşinde’ kitabının yazarı. Dönemin entelektüellerine şunu soruyor. ‘Altı ay sonra öleceğinizi bilseniz ne yaparsınız?’ İnsanlar 6 ay sonra öleceklerini bildiklerinde mevcut hayatlarının dışında bir hayat kuruyorlar. Eğer 6 ayım kaldı diye mevcut hayatın dışında bir hayat kuruyorsan sahici hayatın odur. Diğeri sahte bir hayattır. Diğeri ikinci emre kadar hayattır. Diğeri yarın her şey güzel olacak, şimdi böyle bir pozisyon alayım hayatıdır. Birand sanıyorum kendine böyle bir soru sordu. Hiç kimse edebi yaşamayacak, Allah Birand’a uzun ömür versin ama başımıza bir sıkıntı geldiğinde kendimize bu soruyu sorarız, gerçek hayat nedir diye? Bu soruyu sorduğumuzda da o en derinlerdeki vicdanımız ama ve fakatlı cümlelerle meşrulaştırdığımız o farklı pozisyona daha eleştirel bir noktadan bakmaya başlarız. Hayat ebedi değil, ne yapmamız gerekiyor, aydın sorumluluğumuz neyi emrediyor, bu topraklara bir borcumuz var, diye düşünürüz. Kişisel olduğu gibi toplumsal hayatta da böyle olur. Toplumsal hayat dinamik bir şekilde değişirken insanlar kendilerine, ne yapmalı, diye sorar. Kolektif bir pozisyonu olan insanlar için bu ortak bir soru hâline gelebilir.
-Bu soru ortak bir sorgulamaya dönüştü mü?
Türkiye’de de entelektüeller, okuryazarlar Tür-kiye’nin demokratikleşmesi sürecinde böyle bir soru ile karşılaştı. Acaba kapalı topluma ilişkin trendleri devam ettirmek için toplumsal mühendisliğe devam etmeli miyiz? Kirli ilişkilerin üzerini örtmeli miyiz? Bunlara yüksek değerler atfedip halkın sahte rızasını inşa mı etmeliyiz, yoksa gerçek halk rızasının ortaya çıkmasına mı vesile olmalıyız? Bu yönde medya pozisyon alıyor. Arkasındaki maddi şartlar da değişiyor.
-“Genlerimizde darbecilik var.” sözünü siz bir iletişim bilimleri hocası olarak nasıl yorumladınız? Aslında üzerinde ayrıntıları ile durulması gereken bir itiraf değil mi bu?
Gen hikâyesi epey derin çağrışımları olan bir kavramdır. Bizi karakterize eden şartlar bizi aynı zamanda darbeci yaptı, diyor. Niçin? Çıkar birliği içinde olduğumuz tarihsel blok, kader birliği yaptığımız kişiler, başka bir tercihe ilişkin; acaba şöyle de yapmak mümkün mü diye kendimize sorma şeklinde bir durumumuz olmadı, biz kaçınılmaz olarak darbeciydik, diyor. Birand’ın sözünü öyle anlıyorum. Yani mukayeseli bir şekilde okuyup muhakeme etmek, insani bağlamda buna cevap vererek aydın vicdanı ile pozisyon almak, öyle bir şey yoktu, diyor. İçine düştüğümüz ırmak bizi darbeciliğe götürüyordu, diyor. Parçası olduğumuz nehir, ilişki kurduğumuz güç çevreleri, tarihsel blok oluşturduğumuz o elitler bizi determinist biçimde darbeciliğe götürüyordu, diyor. Yoksa biyolojik olarak analarından darbeci doğmazlar.
-Genlerle sonradan oynanmış da olamaz mı?
Hayır, bu şöyle bir şeydir; “Güzel günler göreceğiz, çocuklar”, Nazım Hikmet’in dediği gibi ama şimdilik katlanalım. Ne acı çekiyorsak bu halkın cahilliğinden, kabalıktan, hayat tarzımızı değiştirme çabamıza inat eden yığınlardan kaynaklanıyor bütün bunlar. Siz buna inanın. Eflatun’un demokrasi rejimi, bilge kralın halkın çıkarlarını halktan da iyi bilmesi esasına dayanır. Halktan da iyi biliyorsan kendi başına kendi çıkarlarını takdir edemeyen bu halkı gerektiğinde belli bir vadide anlayacağı çıkarlara sopayla da çevirebilirsin. Türkiye’deki elitler de halkı modernleştirmek istiyordu ama halk anlamayınca gerektiğinde ceberut yöntemlerle halkın iyiliği için onu modernleştirmek gerekiyordu. Bu hikâyenin bir parçasıdır medya.
-Nasıl?
Biz yarın iyi günler göreceğiz ama şimdilik toplumsal mühendisliğe devam edelim. Biz sizi modernliğe götürmek istiyoruz. Sizi götürmek istediğimiz hedefleri takdir edecek olgunlaşma seviyesinde değilsiniz, biz de size bunu anlatmaya çalışarak zaman kaybedemeyiz. Otoriter olmak zorundayız. Stalin ne diyordu? Olağanüstü bir sosyalist düzen kuracağız. Ama bunun için acıya katlanmak lazım. Omlet yemek istiyorsan yumurtaları kırarsın. Milyonlarca insanı öldürdü, insanları köle yaptı, en ucuz iş gücünü oluşturdu. Proletaryanın gördüğü en büyük travma budur. Bizdeki elitler de benzer bir şey söylüyorlar. Hikâye aynı hikâye. Aynı elit kadro, aynı dünya görüşü içinden bakan insanlar.
-Son dönemde demokrasiye bağlı, alternatif gazeteler de var. Nasıl güç kazandılar?
Alternatif medya demokrasi güçlendikçe gelişmiştir. Bu manada demokrasiye bağlı medyanın varlığı yenidir. Son on yılda demokrasinin müdafii medya güç kazandı, çünkü demokrasiyi destekleyen iktisadi elitler güç kazandı. Yeni entelektüeller ortaya çıktı. Yükselen konumlarını açık demokrasiye ve açık topluma borçludurlar