7 Aralık 2011 Çarşamba

Oğlumun canlı bomba olmasından korkuyorum



İDRİS GÜRSOY

AKSİYON DERGİSİ, Sayı: 886 / Tarih : 28-11-2011

Oğlunu elinden almaya çalışan yasa dışı örgütle kavga eden İzmirli baba, aileleri ve medyayı uyarıyor: “Çocuklarınızın okuluna gidin, arkadaşlarını kontrol edin. Yasa dışı örgütlerin silah ve şiddeti savunan yüzleri var, görmezden gelmeyin.”

İzmir’de yazdan kalma bir gün. Buca’daki bir meydanda pankartlar, kızıl bayraklar açılmış. Lise çağlarında birkaç çocuk eylemde! “Füze kalkanına hayır”, “Parasız eğitim istiyoruz” yazılarının altında ‘Halk Cephesi Liseli Dev Genç’ imzası dikkat çekiyor.


Oğlunu yasa dışı DHKP-C’nin gençlik örgütlenmesi Dev-Lis’in elinden kurtarmak için feryat ederken Türkiye’nin gündemine gelen baba İsmail E.’nin gözü onlarda. Konuşurken bir yandan göstericileri izliyor. Bazen sesi yükseliyor, bazen titriyor. Gözleri doluyor zaman zaman. Lisede okuyan oğlu B.’yi bu örgüte kaptırmış. 6 aydır onun peşinde. Eğer kurtaramazsa kötü akıbeti görüyor. “Canlı bomba olacak, eski bakanlardan Hikmet Sami Türk’ü öldürmek isteyen ya da İstanbul’da yolcuları rehin alıp gemi kaçıran terörist gibi karşımıza çıkabilir.” diyor.

İsmail E. emekli bir işçi. Erzincanlı, 1989’da İzmir’e göç etmiş, Alevi vatandaşlarımızdan. Hayattaki bütün amacı ailesini iyi geçindirmek, iki çocuğuna daha iyi bir gelecek hazırlayabilmek. Sol örgüt, bir kâbus gibi çökmüş işçi emeklisi ailenin üstüne. Geceleri gözüne uyku girmiyor. Şeker hastası. Eşi perişan. Kendi lise yıllarını anlatıyor. 1980 öncesi Erzincan’da okula giderken sol örgütlerin içindeymiş. Kurtuluşçularla birlikte bildiriler dağıtmış. Ona gazete sattıranlar zengin olmuş, bazıları soluğu yurtdışında almış. Arkadaşlarının çoğu hapishanelerde çürümüş. Kullanıldıklarını geç de olsa anlamış. Oğlunun bu yüzden okumasını istiyor. Oğlunu elinden almaya çalışanların çoğu eylemini takip eden ve onlarla kavgaya tutuşan baba, “Davalarında haklı olduklarına ikna etsinler, bayraklarını en önde ben taşıyayım. Çocukları onlara hoş gelecek yöntemlerle kandırıyor, beyinlerini yıkıyorlar. Maşa bunlar. Ağa babaları arka planda.” diyor. Baba İsmail E.’nin hikâyesinde, yasa dışı örgütlerin gençleri nasıl kazandıkları, kullandıkları ve beyinlerini nasıl yıkadıklarının ayrıntıları var.

-Oğlunuza örgüt nasıl yaklaşıyor?

Oğlum, Grup Yorum’un konserine gidip iki kişi ile tanışıyor, arkadaş oluyor. Biz yemeğe aldık o çocukları, baktık düzgün görünüyorlar. “Okul arkadaşım bunlar.” dedi. Marmaris’te yazlıkları varmış. “Anne, baba, siz de gelin, aileleri ile tanışalım, tatil yapalım.” diye güvence verdi. İzin vermedim buna. Annesinin onayı ile valizini hazırlamış. Ne diyeyim, istemeyerek de olsa gitti. Ama içimde tedirginlik var. Her gün arıyorum, gece saat 11’den sonra kısa görüşmeler yapabiliyoruz. Zaman zaman bir kız çıkıyor telefona. Örgütün İzmir sorumlusu olduğunu sonradan öğrendim. Bir Ayşe oluyor, bir Fatma oluyor, bir Zeynep oluyor kız. “Yürüyüşe çıktı, terasta, burada değil...” diye görüştürmedi. Annesinin ağlamalarına dayanamadığı için bazen görüşebildik. Kandıra’da 22 gün kaldı.

-Örgüte katıldığını ne zaman öğrendiniz?

Bir gün polis aradı. “Oğlunuz nerede?” dedi. “Arkadaşı ile Marmaris’te, tatilde.” dedik. “Emin misiniz?” Eminiz. Her gün de görüşüyoruz. “Yok, hayır, oğlunuz DHKP-C’nin bir kampında.” Böyle öğrendik. Şoke olduk. Emniyet geldi, bilgi verdi. Kandıra’ya gitmiş.

-Kandıra’dan sonra İzmir’e döndü mü?

İstanbul’a gidiyor. Okmeydanı’nda bunların federasyon binası varmış. 6 ay önce orada Grup Yorum’un bir sanatçısı gözaltına alınınca tartışmalar çıkmıştı. “Olur mu, burası yasal bir dernek, sabahın beşinde baskın yapılır mı?” diye haberlerini okumuştuk. Hatta ne yalan söyleyeyim, ben de o haber ve yorumları okuyunca tepki göstermiştim. “Neden bunlara operasyon yapılıyor?” diye. Sonra öğreniyoruz ki yasal dernek altında gençlere eğitim verilen bir yer burası. Çocuk orada da 12-13 gün kalıyor.

-Bu süre içinde ne yaptınız?

Bize tanıştırdığı, onu örgüte götüren C. isimli çocuğun annesini aradım. “Sizle beraber tatilde mi?” dedim. “Yok, biz ne B. diye birini tanıyoruz ne de Marmaris’te tatildeyiz. Biz Bergama’dayız.” dedi. Sonra C. isimli çocuk ailesini arayınca benim aradığımı söylüyorlar. C. bu görüşmeyi anlatınca oğlum bize telefonla Kandıra’da olduğunu söyledi.

-Kamplar sonrası nasıl bir değişiklik fark ettiniz?

Bize dedi ki “Siz polisle görüştünüz, işbirliği yaptınız.” Üzerine çok gitmedik. Ama öyle doldurmuşlar ki ‘Dernek yasal, polis ailelere baskı yapıyor’ diye. Kemeraltı’nda, benim haberim yok, “İsimlerimizi kullanarak polis bize baskı yapıyormuş” diye açıklama yapıyorlar. Polis olmasa çocuğumun o yollara girdiğini öğrenebilir miydim? O toplantıda karşılarında durdum, “Yalan söylüyorsunuz.” dedim.

-Kamp çocuğu değiştirmiş mi?

Kamp öncesi çocukla diyaloğumuz çok iyiydi. Güreşir, şakalaşırdık. Kamptan sonra ben ‘işbirlikçi’ oldum. Bana “Sen beni polislere sattın.” dedi. Bir baba için bunun ne olduğunu düşünebiliyor musun? O andan sonra diyalog koptu. Çocuğun beyni öyle yıkanmış ki babasını düşman olarak görüyor. Kemaraltı’ndaki derneklerine gittim. İki bayan vardı, elebaşları, “Sen polisin kucağına oturmuşsun, kendini sattın.” demişlerdi. Onların söylediğini çocuğum bana söyledi.

-Sizinle konuşuyor mu?
Annesi ile konuşuyor ama benimle kesinlikle diyaloğa girmiyor.
-Kafasında ne var? Örgütün amacı ne?
Devrim yapacağız fikri var. Kırsala çıkacak, silahlı mücadele vereceklermiş. Önderleri var, Dursun Karataş, ona ‘Dayı’ diyorlar. Bunlardan biri ile kahvede tartıştım. Emekli, 52 yaşlarında biri. O da “Dağa çıkacağız.” diyor. Silahlı mücadele vereceğiz derken herhâlde bir bildiği vardır. Kemeraltı’ndaki toplantıda 60 yaşında biri daha vardı. Bunlar nasıl devrim yapacaklar anlamıyorum! Derneklerinde genç olanlarla tartıştım. “Yolunuz yol değil. Eğer devrim yapmak istiyorsanız okuyun, bir yerlere gelin.” dedim. Biri hemşireymiş, “Burada mücadele veriyorum.” diyor. Sen hemşire isen git Hatay’ın dağ köylerinde insanlara yardım et, devrim böyle olur!
-Liselere kadar inmelerini neye bağlıyorsunuz?
Uzun süredir sesleri çıkmıyormuş, yeni bir yapılanmaya gitmişler. Yasal dernekler adı altında çocukları topluyorlar. Konak’taki derneklerinde toplantılar yapıyor, eğitim veriyorlar.
-Dernekler yasal mı? Araştırdınız mı?
6 aydır bunların içindeyim. 7-8 arkadaşı cezaevinde. Hepsi bombalama, bomba düzeneği bulundurma suçlarından içeride. Canlı bomba bunlar. Özdemir Sabancı’yı öldürdüler, Hikmet Sami Türk’e suikast girişiminde bulundular. Türk’e saldıran o kızı kahraman görüyorlar. 36 sene ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm olmuş. Kemeraltı’nda bir başkası bomba koyarken yakalandı, 16 yıl almış. Gitmiş, destek vermişler. Örgüt liderlerinden biri cezaevinden oğluma mektup gönderiyor. 20 Ağustos tarihli, okudum. “Kandıra’daki eğitim kampınızı duydum. Arkadaşlar anlattılar, çok beğenmişler seni. Çok sevindim...” Bu gibi şeyler yazmış. Çocuğu motive etmek, aklını çelmek için. Profesyonel bunlar.
-Ailelere neler öneriyorsunuz?
Anne babalar benim gibi duyarlı olurlarsa, bunlar etkili olamazlar. Aileler olarak çocukların cebine harçlık koyuyoruz, okula gidiyor, akşam çıkıp geliyor. Bazen geç kalıyor, ‘arkadaştaydım’ gibi yalanlar söylüyorlar. Aileler çocuğun cebine para koyup oğlum okula gidiyor diye düşünmesinler, okula gidip durumunu görsünler, arkadaşlarını iyi tanısınlar.
-Bazı gazeteler bu eylemleri masum gösteriyor, gözaltı ve baskınları eleştiriyor.
Ben de Grup Yorum’un baskınını görüp üzülmüştüm. Yasal olabilir o dernekler ama saflarına çektikleri çocuklara nasıl bir eğitim veriyorlar? Baskını yapan emniyet güçlerini eleştiren gazeteler biliyorlar mı acaba? Gidip onu araştırsın, ondan sonra yazsınlar. Çocuklar nasıl canlı bomba hâline getiriliyor? Silahları ellerine kim veriyor? Çocukları kullananların arkasındakiler kim? Basın bunları neden sormuyor? Eski adalet bakanına suikast düzenleyen Didem Akman nereden buldu bombayı? O bomba patlasa salondaki katliamı düşünebiliyor musunuz? Bunlara bakmak lazım. Sonra neyi savunuyor bu örgütler? Parasız eğitim diye pankart açıyorlar. ‘Parasız lise’ pankartları var. Bunlara soruyorum: Parasız eğitim istiyorlarsa neden ellerinden sigara düşmüyor? Hangi lisede para alıyorlar? Ben bir çocuğumu okuttum, kitaplarını da devletten aldım. Füze kalkanına karşılar. Ülkelerini seviyorlarsa, neden Türk bayrağı yok da kızıl bayrak var? Bunların ağaları paşaları geziyor, olan çocuklara, gençlere oluyor.
-Polis nasıl yaklaşıyor eylemcilere?
Açlık grevi yapıyorlar. Esnaf da görüyor. Polis onlara yaklaşmıyor bile. Polise ‘işkenceci’ diyorlar. ‘Baskılar bizi yıldıramaz’ diye bağırıyorlar. Hangi baskı? Daha önce gazetelere bakıp ‘Acaba polis bunlara baskı mı yapıyor?’ diye düşünüyorduk. Polis, hakarete rağmen bunlara müdahale etmiyor. Bir haftadır ‘Katil polis’ diye bağırıyorlar. Baskı olsa siz bir hafta orada durup bu sloganları atabilir misiniz?
-Örgüte katılması okul hayatını etkiledi mi?
Okuldan arıyorlar, devamsızlığı çok. Okula devam etmeli. Eğer okulla ilişkisi kesilirse tamamen örgüte kalır. Dersleri iyiydi. ‘Çok zeki çocuk’ diyordu bütün öğretmenleri. Öğretmen olmak istiyordu. Ben de bir hâkim, savcı, avukat olsun, memlekete faydalı olsun istiyordum. Bir baba ne isteyebilir ki?
-Oğlunuzun akıbetinden endişe ediyor musunuz?
Çocuğun beynini yıkadılar. Sevdikleri ile hiç görüşmüyor. Telefonu eline almıyor. Akrabaları arıyor, mümkün değil cevap vermiyor. Tamamen örgütün telkinleri ile yürüyor. Canlı bomba olmasından korkuyorum. Ama onlara bırakmayacağım. Cesedimi çiğnemeden benim elimden çocuğumu alamazlar. Ölüm orucuna yatacağım.
-Örgütteki diğer çocukları da tanıdınız. Kim bunlar?
14-15 kişiler. Fazla değil. Pazar günü biraz kalabalıklaşıyorlar. Kemeraltı’nda iki toplantıları oldu, aynı kişiler. Bu grupta 60 yaşında olan da var. İki tane çocuk var; biri benim çocuğum. Yurtdışında akrabam var, onunla görüşüyorum. “Her ay biz bunlara haraç gibi para vermezsek camı çerçeveyi indiriyorlar.” diyor. Onlar gidiyor, PKK geliyor, her ay haraca bağlamışlar vatandaşlarımızı. Bunlar taşeron, hangisinin beş kuruş parası var da o derneğe para versin? Her gün yiyip içiyorlar? Nereden geliyor para? Bakıyorum çocuk iki-üç defa İstanbul’a gitmiş. Kiraları var, 11’lere kadar oturuyorlar, yiyecekler nereden geliyor? Öğrenci evi adı altında kiralık evlerde kalıyorlar. Oğlum da gidip zaman zaman kalıyor.
-Tehdit alıyor musunuz?
‘Bu işin sonu kötüye varır’ diye mesajlar geldi. Bunlardan korkum yok. Baş koydum bu işe. Benim oğlum yeter ki kurtulsun, 3-4 aydır uyuyamıyorum. Eve gelmediği günler sabahlara kadar korku içindeyiz. Kalp hastasıyım, hipertansiyonum var, şekerim var. Annesi perişan oldu.
-Diğer veliler yok ortada. Siz neden peşlerine düştünüz?
Özellikle geliyorum, benden rahatsız olur, çocuğumu bırakırlar diye. Oğlumla aynı yollardan geçtim. Lisedeydim, Stalin’in kitaplarını veriyorlardı; okuyor, geri veriyorduk. Dergi veriyorlar, kim daha çok satacak diye rekabete sokuyorlardı. Yürüyüşlere katılıyorduk. “Sen çok güzel bağırıyorsun.” diye beni teşvik ediyorlardı. Babamızdan dayak yiyorduk, yine gidiyorduk. Çevremizdeki arkadaşlar gidiyordu, gitmesek dışlanıyorduk. Çevre baskısı vardı. Erzincan’da okudum, iki görüş vardı: Sağ ve sol… O zaman ikisi çatışıyordu. Devrimcilerin yanında kendimizi bir şey sanıyorduk, yürüyüşümüz bile devrimci gibiydi. Onlar gibi olmaya çalışıyorduk. Veliler bunlara çocuklarını yem etmesin.
-Bu tecrübelerinizi anlattınız mı ona?
Defalarca anlattım. Bu sefer dönek, liboş oldum.
-Neler okuyor? Onu çeken ne?
Takip ettiği Yürüyüş diye bir dergi var, baktım, liselere kamp kuralım, liselileri kazanalım, diye yazılar dikkatimi çekti. Oğlum hep alıyordu. Derginin adı başkaymış, dava açılınca hemen derginin adını değiştiriyorlar, aynı şekilde dernek de öyle.
13-14 yaşında çocuklar protestolara katılıyor. Kız çocukları, erkek çocukları, öğrenci kıyafetleri içinde ağızlarında sigara, halay çekiyorlar; cazip gelecek etkinlikler yapıyor, kandırıyorlar. Marş söyletiyorlar, slogan attırıyorlar.
-Örgüt neden liselere el atıyor?
Yeni yapılanma adı altında yeni yeni öğrenciler kazanmak için çalışıyorlar. Liselere saldıracaklar. Lisedeki cahil çocuklara, ailevi problemleri olanlara çengel atacaklar. Oğlumun Erzincanlı olmasını kullanıyorlar, hemşehrilik damarından giriyorlar. Çocukları etkilemek için her şeyi kullanıyorlar.




22 Kasım 2011 Salı

Bağdat Paktı’na imza atan liderlerin ikisi de darbe ile öldürüldü

 Yaklaşık 55 yıl önce Ortadoğu’da etkin güç olma yolunda ilk adımları DP atmıştı. Irak’ta imzalanan Bağdat Paktı’ndan kısa süre sonra iki sene arayla iki komşu ülkede askerî darbe oldu. Vizyoner lider ve hükümetler gitti.

1955, 24 Şubat. Yer Bağdat. Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, yüzünde tebessüm ve umut masaya eğilmiş, Bağdat Paktı’na imza atıyor. Bir sonraki karede Irak Kralı ikinci Faysal’la tokalaşıyor. İki ülkeyi yakınlaştıran, ekonomik ve güvenlik işbirliği yollarını açan anlaşmadan sonra Irak ve Türkiye’de ilginç gelişmeler yaşanıyor. Menderes’in 1959’da Londra’da uçağı düşüyor. Aynı yıl içinde bu sefer komşu ülke Irak’ta bir darbe gerçekleşiyor; başbakanla, kral feci şekilde öldürülüyor. 1960’ta Türkiye’de Menderes ve DP hükümetinin sonunu getiren 27 Mayıs darbesi oluyor. Bir yıl sonra da Menderes idam ediliyor.




1950’de iktidara gelen DP hükümeti, ülkede ekonomik ve demokratik açılımlara giderken dış politikayı ihmal etmiyor. Menderes, yerinde duramayan bir başbakan. Sürekli yurtdışı seyahatlere çıkıyor. Önemli anlaşmalara imza koyuyor. 1952’de NATO’ya üyelik anlaşması imzalanıyor. ABD ve Rusya ile ilişkileri geliştiriyor. Hindistan’a kadar Türkiye’nin ilgi alanını genişletiyor. Tek parti döneminde kapısı çalınmayan Ankara’yı 10 yıllık DP iktidarı döneminde Eisenhower’dan Nehru’ya kadar pek çok lider ziyaret ediyor. Menderes, komşularını da ihmal etmiyor. Irak’la yakınlaşıyor. Başbakan Nuri Said Paşa, Osmanlı askeri, İstanbul’da eğitim görmüş. Irak asıllı olduğu için Irak’a dönmüş ve başbakan olmuş.



1955’te Irak’a gerçekleşen seyahatte Dışişleri Bakanı Ali Fuat Köprülü ve Kayseri Milletvekili, DP Genel Başkan Yardımcısı Kamil Gündeş de bulunuyor. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na kadar Irak petrollerinden pay almış. Bağdat Paktı anlaşması ile ekonomik bir kurul oluşturulacak, enerji sorunu tamamen çözülecek. Türkiye bölgesel bir güç olacak. Menderes, Bağdat’ta anlaşma sonrası İmam-ı Azam’ın türbesini ziyaretinden sonra Semati Ataman’a, bu amacından şöyle bahsediyor: “Elbette bir daha yeniden Osmanlı imparatorluğu kurulmaz ama günümüzün imkan ve şartları içinde o coğrafyada bulunan ülkeler niçin tekrar bir araya gelmenin çarelerini aramasın, bir yolunu bulmasın?”



Ancak iki ülkede birbirini takip eden askerî darbeler bu süreci kesintiye uğratıyor. Bağdat Paktı anlaşmasından bir süre sonra 1958’de Irak’ta çok kanlı bir darbe oluyor, Kral 2. Faysal feci şekilde öldürülüyor. Nuri Said Paşa kadın kıyafetleri ile saraydan kaçmaya çalışırken darbeciler tarafından yakalanarak linç ediliyor. Anlaşmaya imza atan taraflardan Türkiye’de de 1959’da Menderes’in Londra’da uçağı düşüyor. Başbakan kazadan sağ olarak kurtuluyor. 27 Mayıs 1960’ta bu sefer askerî darbe oluyor. Menderes iktidardan indiriliyor. Irak ve Türkiye içe kapanıyor, ilişkiler kesiliyor.



1958’de Irak, 1960’ta Türkiye’de darbelerin olması tesadüf mü? Bağdat Anlaşmasına imza koyan Menderes’in hemen yanı başında bulunan DP Kayseri Milletvekili Kamil Gündeş’in yeğeni AK Parti Kayseri Milletvekili Prof. Dr. Pelin Gündeş Bakır, “İki sene arayla iki komşu ülkede askerî darbe oluyorsa orada soru işareti vardır. Menderes, Kral 2. Faysal ve Nuri Said Paşa aynı yöntemle iktidardan indiriliyor. Bu fotoğraf çok manidar. Bağdat Paktı’nın mimarları bunlar.” diyor. Nitekim iki ülkedeki bu olaylardan sonra ittifak dağılıyor, anlaşma feshediliyor. Aksiyon’a amcası Kamil Gündeş’ten elde ettiği ve ilk defa yayımlanan fotoğrafları veren AK Parti milletvekili Prof. Dr. Gündeş Bakır; “Türkiye Irak petrollerinden pay alamadı. Türkiye ve Irak hiçbir zaman yakınlaşamadı o günden sonra. İki ülkede de vizyoner hükümetlere kapılar kapandı. Yerine ülkeleri geri bıraktıracak ehveni şer hükümetler geldi.” yorumunu yapıyor. Menderes ve Türk heyeti, imzadan sonra Babil bahçelerini gezerken çekilen fotoğraflarda düşünceli görünüyor. Prof. Dr. Pelin Gündeş Bakır; “Bağdat Paktı büyük bir anlaşma. Menderes ve arkadaşlarının amacı Türkiye’yi bölgesel güç yapmak, onun için de enerji lazım. Gidiyorlar Irak’a anlaşmayı imzalıyorlar, fakat düşünceliler, gerçekleştirilmesinin önünde çok engeller var.” diyor. Bakır, DP iktidarının 10 yılda Türkiye’ye çağ atlattığına işaret ediyor: “Ezanın aslına dönülmüş, imam hatipler açılmış. İktidarı aldıklarında bir baraj varmış, bıraktıklarında 20 baraj inşa edilmiş. Durdukları yerde durmuyorlar. Ortadoğu’ da etkin olmak istiyorlar. 1958-1960’ta iki komşu ülkede, bu kadar yakın bir süre içinde iki ihtilal oluyorsa aynı sebeptendir, bunu araştırmak lazım. Demek ki organize bir hareket; bir yerden güvence alıyorlar. Kimin darbesiydi? Belki de enerji savaşı sebeplerin bir tanesiydi.” diyor.



ABD ve İngiltere rahatsızdı



Peki, Adnan Menderes’in dış politika vizyonu neydi? Bağdat Paktı anlaşması ile ne yapmak istiyordu? Başbakan Adnan Menderes’in oğlu, tecrübeli siyasetçi Aydın Menderes, “Adnan Menderes, Sovyetler tehlikesi ve tehdidi ortak noktasından hareketle Amerika ve İngiltere’nin de katıldığı Bağdat Paktı’nı giderek dışarıya karşı da otonom olabilecek bir birliğe dönüştürmek niyetindeydi. Bu kendi ifadesiyle 20. yüzyılın soğuk savaş dönemi şartları içerisinde manen ve siyaseten Osmanlı’yı İran ve Pakistan’ı da içine alarak ihya denemesidir. Amerika ve İngiltere tarafından Menderes’in bu niyeti fark edilmiş ve Bağdat Paktı desteklenmemiştir.” diyor. Menderes, DP’nin Orta doğu’da etkin olma amacının iki darbe ile ilişkili olabileceğini söylüyor: “Adnan Menderes’in bir Türkiye ve Ortadoğu vizyonu vardı. Bağdat Paktı solcular ve bir kısım onların emsali diyebileceğimiz kesimler tarafından Türkiye’nin Batı ve Amerika’nın çıkarlarını üstlenmesi şeklinde yorumlanmıştır. Adnan Menderes ise Sovyetler tehlikesi ve tehdidi ortak noktasından hareketle Amerika ve İngiltere’nin de katıldığı Bağdat Paktı’nı giderek dışarıya karşı da otonom olabilecek bir birliğe dönüştürmek niyetindeydi. Bu kendi ifadesiyle 20. yüzyılın soğuk savaş dönemi şartları içerisinde manen ve siyaseten Osmanlı’yı İran ve Pakistan’ı da içine alarak ihya denemesidir. Amerika ve İngiltere tarafından Menderes’in bu niyeti fark edilmiş ve Bağdat Paktı desteklenmemiştir.” Menderes, Bağdat Paktı’nın diğer ülkelerde nasıl yankılandığını ise şöyle anlatıyor: “Abdulcemal Nasr Ortadoğu ve Arapların liderliğine oynuyordu. Bağdat Paktı ise Nasr tarafından bir Mısır-Türkiye rekabeti şeklinde algılandı ve buna dönüştürüldü. Amerika ise Nasr’ı Türkiye’ye tercih etti. Yine Türkiye’de kendi gerçeklerimizi kendi gözlerimizle görmeye direnenler Nasr’ı Amerika ve emperyalizm taraftarı, Arap bağımsızlığının lideri olarak gördüler. Amerika’nın Nasr’dan beklediği Mısır’ı İngiltere ve Fransa’nın sömürgesi olmaktan çıkarmaktı. 1967’de Nasr İsrail’e zamansız, hazırlıksız, neticesi baştan belli bir savaş açtı. Mısır hücumu sabah altı sularında başlamış ama iki saat içinde Mısırlıların 500 küsur uçağı hava alanlarında İsrail tarafından tahrip edilmişti. Bu savaş bana göre Nasr’ın örtülü ihanetidir. İsrail bugünkü hudutlarına 1967 savaşından sonra ulaşmıştır. Bela üçe katlanmıştır.”



Menderes, Türkiye’yi dışa açtı



DP döneminde aktif bir dış politika uygulandı. Menderes pek çok önemli dış geziyi gerçekleştirirken, önemli uluslararası anlaşmalara da imza atıldı. 1952’de NATO, 1953’te Balkan Paktı kurucu üyesi oldu. Bağdat Paktı/CENTO anlaşmaları imzalandı. 1959’da Kıbrıs Cumhuriyeti garantörü oldu. Menderes iktidarı ile birlikte Türkiye dünyaya açıldı. Ülkeye yabancı devlet adamlarının akını yaşandı. 1939-1950 yılları arasında sadece İngiltere Başbakanı Churchill ziyarete gelirken, DP’nin iktidarda olduğu 10 yıl boyunca İran Şahı, Irak ve Ürdün kralları, Irak Başbakanı Nuri Sait ile Pakistan Devlet Başkanı ve Başbakanları sık sık Türkiye’ye geldiler. 27 Mayıs darbesinden sonra tekrar içe kapandık. 1950-1960 arasında ülkemizi şu devlet adamları ziyaret etti:



NATO Başkomutanı Eisenhower, 1952, Yunan Başbakanı Papagos - Kral & Kraliçesi, 1952, Fransa Başbakanı Laniel, 1953, İtalya Başbakanı Pella, 1953, NATO Genel Sekreteri Spaak, 1953 ve 1959, Batı Almanya Başbakanı Adenauer, 1954 (8 gün kaldı), Yugoslavya Başkanı Tito, 1955, NATO Başkomutanı Norstad, 1957, Batı Almanya Cumhurbaşkanı Heuss, 1957, İngiltere Başbakanı MacMillan, 1958, Yunan Başbakanı Karamanlis, 1959, Afgan Başbakanı Daud, 1959 Endonezya Devlet Başkanı Sukarno, 1959, İtalya Başbakanı Segni, 1959, ABD Başkanı Eisenhower, 1959, Hindistan Başbakanı Nehru, 1960.



EVİMİZE 50 YIL SİYASET GİRMEDİ



Prof. Dr. Pelin Gündeş Bakır, DP Kayseri Milletvekili Kamil Gündeş’in yeğeni. AK Parti’den Kayseri Milletvekili olarak bu yıl Parlamento’ya gelen Gündeş, 27 Mayıs darbesi ve idamların ardından yaşanan travma yüzünden evlerine 50 yıl siyaset girmediğini söylüyor. Amcası Kamil Gündeş’in Menderes’in en yakınındaki milletvekillerinden biri olduğunu belirtiyor:



“Kamil amcam siyasete atılmadan önce ağır ceza hâkimiymiş. Türkiye’de iki tane ağır ceza hâkimi varmış o sıralar, bir tanesi amcam. Kamil amca Kayseri milletvekili seçildikten sonra Menderes’in hep yanında oluyor. Başbakan’ı çok seviyor. Dava arkadaşları. Evi müze gibiydi. İmam-ı Azam’ın türbesinde Kur’an okurken Menderes ile birlikte fotoğrafları vardı. 1946’da açık oy gizli tasnifle yapılan seçim sistemine el kaldırıp itiraz eden tek milletvekili Kamil Gündeş. Darbeden sonra kurulan ihtilal mahkemelerinde Yeşilhisar olaylarından yargılandı.”



Prof. Dr. Gündeş, amcasının şüpheci karekterine dikkat çekerek, hep tetikte gezdiğini belirtiyor: “Rahmetli Menderes artık Türkiye’de darbe olmaz diye düşünüyormuş ancak Kamil amcam kendini korumak amacıyla silahla geziyor. Darbecilere karşı tetikde olmak lazım, diyor, Menderes’i uyarıyor.”



Gündeş, DP’nin Anadolu’da kuruluşu ile ilgili şu ayrıntıları veriyor: “1960’a kadar Kayseri İç Anadolu’nun adeta başkenti. Kırşehir de oraya bağlı. Kamil Gündeş ve birkaç önde gelen kişi, DP’nin İç Anadolu teşkilatını kuruyor. Dedem Şaban Gündeş o dönemde tanınmış bir iş adamı. Müteahhitlik ve İstanbul’da Perşembe pazarında demir ticareti yapıyor. Hatta İsmet İnönü, 2. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, İş Bankası’nın bir bölü dördünü alır mısın diye teklif yapıyor. O zaman İş Bankası’nın dörtte birini alabilecek iş adamı bir dedem, bir de Vehbi Koç var. Dedem alabileceğini belgelemiş, yazışmalar yapmışlar ama devlet sonradan vazgeçmiş. Dedem, 1944’te Kayseri’ye gelmiş, bir akrabaya zarf vermiş; “Bunu git Alemdar sinemasında üç nolu odadakilere teslim et’ demiş. Han gibi bir yer herhalde orası. Gidiyor kapıyı çalıyor. Kamil ve Ahmet Gündeş amcalarım ile birlikte pijamalı bir adam çıkıyor karşısına. O pijamalı adam Osman Bölükbaşı; “O zarfı bize ver, DP’yi kuruyoruz.” diye, para zarfını alıyorlar. DP, tamamiyle Anadolu sermayesi ile kuruluyor.”



Adnan Menderes ve iki bakan Yassıada’da idam edilirken diğer DP milletvekillerinden bazıları Kayseri cezaevine gönderiliyor. Gündeş, amcasının da bu DP’liler arasında olduğunu kaydediyor. Milletvekili adayı olmasının ailede neden korkuya sebep olduğunu ise şöyle anlatıyor:



“Kamil amca, Kayseri cezaevinden bir afla çıktıktan sonra tamamen evine kapanmış. Hayata küsmüş. Ölmekten beter olmuş. 20 kilo vermiş cezaevinde. Kamil Gündeş’i hapse atmakla yetinmediler, bütün aileyi cezalandırmak istiyorlar. Dedem hakkında davalar açılıyor. Servetine el koymak istiyorlar. Düşük Şaban Gündeş, diye malum basın haberler yapıyor. Mahkemedeki resimleri yayımlanıyor. Dedem, 2. Dünya Savaşı sırasında İş Bankasının alınması konusunda İnönü ile yazışmalarını gösteriyor, belgeleri koyuyor. Ailenin DP iktidarının öncesinde de çok varlıklı olduğu ortaya çıkıyor. Hepsinden beraat ediyor. Bütün DP’lilere de bu tip davalar açılmış ancak hiçbir şey bulamadılar. Çünkü DP’li milletvekilleri vatanperver, namuslu adamlar, hizmet için milletvekili olmuşlar. Ama darbe ile dürüst, vatanperver DP’liler politikadan uzaklaştırılırken, çok farklı tipler darbe sonrası politikaya sokuluyor.”



Dr. Melih Aktaş*: BATI, MENDERES’TEN RAHATSIZ, DEMİREL’DEN EMİNDİ



Adnan Menderes, bölgesindeki olaylara seyirci değildi. Irak’ta darbe olunca “Sınırlarımızın dışında rejim değişikliğine müsaade edemeyiz.” demiştir. Ancak müdahil olamıyor, çünkü Moskova ayağa kalkıyor, notalar veriyor Türkiye’ye. Suriye krizinde de DP Hükümeti’nin aklından geçen Suriye’yi işgaldir. Direkt müdahaledir. Bağdat Paktı, Batı’ya karşı imzalanmış bir anlaşma değildi. Irak’taki darbe ile Türkiye’deki darbede şartlarının farklı olduğunu düşündük ama farklı bakmak gerekebilir. Batı, Menderes’in yatırım yapmasını, Türkiye’nin büyümesini, gelişmesini istemiyor. Menderes ağır sanayi istiyor, demir çelik tesisi istiyor. Almanya karşı çıkıyor. Hatta uyarıyor Menderes’i, “İkinci Dünya Savaşı demir çelik meselesinden çıkmıştır.” diye. Menderes, Batı’dan finans kaynakları sağlanmayınca alternatif arayışa giriyor. 60 darbesi olmasa büyük bir heyetle Rusya’ya gidecek, Batı’nın vermediği kredileri alacaktı. Demirel’in yaptığını 60’ta bitirmiş olacaktı, ciddi şekilde rahatlamış olacaktık. Peki Menderes’i darbe ile uzaklaştırıp Demirel’e nasıl oldu da Rusya ile anlaşma imzalattılar? AP döneminde önemli bazı fabrikaların temelleri Rusya’dan alınan kredilerle atıldı. Ben bu soruyu sorduğumda Hayrettin Erkmen dâhil bir üst düzey devlet yetkilisinden aynı cevabı aldım: “Batı Süleyman Demirel’den emindi.” Demirel’i de buna rağmen Batılılar uyardı; Rus teknolojisi eskidir diye. Yenisini verin, dedi. Olmaz, dediler. Demirel de Rus teknolojisi ile demir çelik fabrikalarını kurdu. Ortadoğu, İngilizlerin etki sahasıdır. Hem bu bölgede hem de Kıbrıs’ta İngiltere–ABD çatışması var. Amerika’nın yeşil kuşak politikası 1985’e kadar devam etti. Zincir zayıfladığında ikili üçlü anlaşmalar yapıldı. Darbelerin olması yeşil kuşağı etkilemedi. Menderes’in uçak kazası hâlâ açıklığa kavuşmadı. Geç kalındı araştırılmakta. Belki İngiliz arşivlerinde bir şeyler bulunabilir. (*) Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi, uluslararası ilişkiler uzmanı
07.11.2011 İDRİS GÜRSOY AKSİYON DERGİSİ


31 Ekim 2011 Pazartesi

PKK, PROFESYONEL YARDIM ALIYOR

PKK’nın stratejisinde değişiklik olduğunu, eğitim, lojistik, istihbarat ve silah anlamında çok farklı kanalların devreye girdiğini söyleyen özel harpçi emekli Albay Mete Yarar, Kuzey Irak’a yapılan askerî operasyonun daha öncekilerden çok farklı olduğunu belirtiyor.

Güneydoğu’da uzun süre görev yapan, özel harpçi emekli Albay Mete Yarar, Kuzey Irak’taki son harekâtın, tamamen profesyonel birliklerin kullanıldığı ilk sınır ötesi operasyon olduğunu belirterek “Bu bir milattır. Her yönü ile sonuçları farklı olacak.” diyor. PKK’nın 2007’den beri bölgeye gelen profesyonellerden eğitim desteği aldığını ve sadece özel ordularda bulunması gereken araçları kullanmaya başladığını söyleyen Yarar, ayrıca bazı ülkelerin de örgüte istihbarat yardımı yaptığını ifade ediyor. Ekopolitik dergisinin danışmanlığını da yapan Mete Yarar, sorularımızı cevapladı.



-“PKK, profesyonel bir ekip tarafından yapılandırılmaya çalışılıyor.” diyorsunuz. Nereden vardınız bu sonuca?
PKK’nın son eylemlerine baktığımızda özel teknikleri uygulamaya başladığını görüyoruz. Gerek kırsalda gerekse şehirlerdeki saldırıların tamamı özel eğitim gerektiriyor. Ancak zamanında kullanmış birileri bunları size öğretebilir. Ayrı bir zekâ işi, ayrı bir bilgi birikimi işi bu eylemler.

-Ne zaman başladı bu yeni süreç?

2007’den itibaren bakarsak hem taktik hem de kullandığı araç ve aparatlar değişmeye başladı. Dağlıca ve Çukurca’daki saldırılardan da bazı teknolojik yardımların alındığı anlaşılıyor.

-Ne tür yardımlar?

Normalde özel birimlerde bulunması gereken malzemeler var ellerinde. Bu da profesyonel bir yardım aldığını gösterir. Tekniği öğrenebilirsiniz ama özel malzemeleri nereden buldunuz?

-Özel malzeme nedir?

Mesela, herkeste bulunmayan, özel ordularda bulunabilecek termal cihazlar, noktalayıcılar, silah üstüne takılan bazı aparatlar, özel mesafe ölçme cihazları vardır. Eskiden M16 gibi silahlar kendi üst düzey militanlarda bulunurken, son dönemlerde (Suriye ekibinde sınırdan geçerken 7 kişi öldürülmüştü. 7’sinde de M16 çıktı) bütün militanların elinde var. Şimdi biz bile özel birliklerimizdekilerin dışındakilere M16 veremezken PKK nasıl herkese vermeye başladı?

-Peki, nereden geldi bu silahlar?

Devletin bu soruların cevaplarını bulması lazım.

-Son saldırıda bu özel cihazlar ve silahlar kullanıldı mı?

Bu kadar büyük sızmalar yapabilmeniz için üstün teknolojiye ihtiyacınız var. Birliklerin elinde radarlar, termal kameralar bulunuyor. Bunların yaydığı birer de dalga var. Siz militanları ancak bunları algılayan cihazlar varsa bulabilirsiniz. Ancak termal kameralar teröristlerin cihazlarını algılayamadı! Boşlukları yakalayarak sınırı geçtiler. Teknolojik anlamda güçlendiğimiz anda karşı taraf da kendini geliştirebiliyor. Bizim teknolojik imkânlarımıza cevap veriyor. Heronları kullanıyoruz. Heronların üzerinde cihazlar var, ısı sistemleri ile buluyoruz teröristlerin yerlerini. Pusarak, durarak kendinizi gizleyemezsiniz.

-Peki, nasıl girdiler sınırdan?

Termal giysi ve örtüler kullanarak… Birkaç kişi sızabilir; onlarca kişinin sızdığı yerde görülmemesi mümkün mü?

-8-9 ayrı yere aynı anda saldırı nasıl yapılabildi?

Elinizde belli sayıda helikopter var. Hangi tarafta daha ağır yardım talebi var, onu bekliyorsunuz. Sizin harekât merkezinde yeterli miktarda gücünüz olmayabilir, bunu nasıl dağıtacaksınız? Aynı anda planlayabilir misiniz? Bu ayrı bir taktiktir, ayrı bir zekâdır.

-Bu taktiği kurmay bir zekâ mı veriyor?

Kurmay değil, bu çok özel bir tekniktir, bu saha işidir. Sahada operasyonel birimin başında bulunan birinin planlamasıdır. Kurmay zekâsı, normal bir taktiksel savaşı planlar. Bu ise ayrı bir zekâdır, gayrinizami harp zekâsıdır.

-Bunu kimler kullanıyor dünyada?

2003’te Irak’ta savaş başladığında Amerikan ordusu geldi, yerleşti. 2004’te baktılar ki savaş bitmiyor. Arkasından direniş başladı. Bu güvenlik boşluğunu bir anda Amerikan ordusu dolduramadı. Ne yaptılar? Bu sefer dünyanın her tarafından özel güvenlik şirketleri tutarak bu güvenlik boşluğunu doldurmaya kalktılar. Dünyanın her tarafından bu işi iyi bilen profesyonelleri getirdiler. Kolombiya’dan, Venezuela’dan, Şili’den adamlar getirdiler. Özel taktikleri, bombalamayı bilen ekip oraya geldi. Sayısı 135 bin kişiydi.

-Ne yaptı bunlar?

Amerikan hedeflerini korudular, yeni kurulacak enerji santrallerini, petrol yataklarını vesaire... Ayrıca Irak ordusunun ve aynı zamanda Barzani ve Talabani birliklerinin eğitimini de yaptılar.

-PKK bunlardan yararlandı mı?

Profesyonel destek aldı. İdeolojisi yok bunların. Para karşılığı kiralandılar. Bu bir pazar. Bu pazar ilk defa PKK’nın ayağının dibine bir fırsat getirdi.

-Sınır ötesi harekâtta klasik bir yöntem mi uygulanıyor?

Bu harekât öncekilerin hiçbirine benzemiyor. Bu harekât bir milattır. İsa’dan Önce, İsa’dan Sonra gibi... Operasyonun içeriği o kadar farklı ki operasyon bittikten sonra ortaya çıkacak. Neler kullanıldı, nasıl operasyon icra edildi, belki yüzlerce kalem farklılık var. Cumhuriyet tarihinde profesyonel ordularla yapılan ilk sınır ötesi operasyondur.

-Sonuçları da farklı olacak mı?

Artık bir siyasi hedefi de var operasyonun. Eskiden sadece askerî hedefler vardı. Bunda bir siyasi hedef kondu ilk defa. Ne dedi Başbakan? “Bu iş bitinceye kadar orada kalacağız.”

-Daha önce de bu sözler söylenmedi mi?

Eski operasyonlarda şu oldu: Çekiş Güç vardı o bölgede. Türk ordusu giriyor, bölgede çatışıp geri çıkıyordu. Aradan neredeyse bir sene geçmeden PKK geri dönüyordu. Şimdi ilk defa temizlenen alanın PKK güçlerine teslim edilmemesini sağlayacak bir sistem getirilecek. Türk ordusu o bölgeden ancak, peşmerge güçlerinin PKK’ya geri dönmeme tedbirini aldıktan sonra çekilecektir.

-İçeride PKK eylemleri ve kampları dururken neden sınır ötesine harekât?

Ana karargâhı vurmazsanız tali karargâhlar çok çalışır. Bölgenizde bir baraj var, su kaçırıyor, tarlanızı basıyor. Suyu boşaltıyorsunuz, su tekrar geri geliyor. Gidip barajı onarmanız gerekiyor.

-Lider kadrolar neden hedef alınmıyor?

Bu bir tercihtir. Yöntemler tartışılır. Devlet bunu tercih mi etti, imkânlar buna izin mi vermiyordu? Yapılmak istendi de fırsat mı doğmadı? Yapılanlar başarılı mı olmadı? Bilemiyoruz.

-PKK komşu ülkelerden nasıl ve hangi destekleri alıyor?

Bu sorunun cevabı Öcalan’ın mahkeme kayıtlarında var. Hangi ülkelerden istihbarat, lojistik ve mali destek aldığını açıklıyor. İsim isim, yer yer...

-Eylemlerin şu sırada artmasını nasıl açıklıyorsunuz?

PKK’yı yalnız iç dinamiklerle izah etmeye çalışmak, bu işi bilmemek demektir. PKK dış ülkeler tarafından kullanılan taşeron bir örgüt aynı zamanda. Bu büyüklükte bir örgütün yaşaması için bir veya birkaç ülkenin istihbarat desteğini alması gerekiyor. Bu desteği veren ülkeler Türkiye ile sorun yaşıyorsa, siz de o sorun zamanında diyet borcunu ödersiniz. Ayrıca Türkiye ekonomik, siyasi ve politik olarak büyüyor. Sınırlar büyümese bile etki alanınız büyüyor. Neredeyse Ortadoğu’yu, Avrasya’yı, Kuzey Afrika’yı etkileyecek noktalara gelmişiz. O bölgelerde çıkarları olanların ayaklarına basmış oluyorsunuz. Türkiye’nin bundan aylar öncesindeki dış politika etkisi ile bugünkü dış politika etkisi aynı mıdır? Dışişleri Bakanı, Başbakan, Türk toplumu bütün enerjisini şimdi Kuzey Irak’taki operasyonlara ayırdı, bu konuya endekslendi. Basın, sivil toplum örgütleri bu konuyu tartışıyor. Bu bir ülkenin enerjisini çalmak demektir. PKK sadece maddi zarar vermedi, sadece evlatlarımızı almadı, enerjimizi ve geleceğimizi de çaldı.

-Sınır ötesi operasyon ne kadar sürer?

Başbakan’ın konuşmasına bakmak lazım, süre vermedi. “Nihai hedefe ulaşıncaya kadar” dedi. Nihai hedefin ne olduğunu Başbakan ve Genelkurmay Başkanı bilir. Bu da PKK’nın bölgeden temizlenmesidir. PKK’nın karşısında şimdi onlardan daha eğitimli birlikler var. Bizim özel kuvvetlerimiz yabana atılamaz. Sırf bu iş için eğitilmiş askerlerimiz görev başında.

25.10.2011, AKSİYON DERGİSİ, İDRİS GÜRSOY





24 Ekim 2011 Pazartesi

YAZICIOĞLU NEDEN HEDEFTİ?


İDRİS GÜRSOY AKSİYON, 10 10 2011
Türkiye’de her yapının içine sızmalar var, her yapının içinde devletin görevlisi, MİT’in elemanı var, başka istihbarat örgütlerinin sokmaya çalıştığı veya soktuğu insanlar  var.” Bu sözler BBP Genel Başkanı Mustafa Destici’ye ait. Destici, şu an bile gençleri ‘Ne duruyorsunuz?’ diyerek sokağa çekmek isteyenler olduğuna işaret ediyor. Hrant Dink suikastına karışan sanıklarla ilgili Trabzon’a giderek hazırladıkları raporu Devlet Denetleme Kurulu’na (DDK) verdiklerini söylüyor. Raporda, Yasin Hayal, Ogün Samast, Erhan Tuncel’in ilişkilerine dikkat çekilip derin bağlantılarının ortaya çıkarılması isteniyor. Destici, 2007 öncesi darbe planı yapanların bir yandan da BBP’yi DYP ile ittifaka zorladığını söylüyor. “Muhsin Bey, bütün bu planları bozdu.” diyor.
Ergenekon, irtica ile mücadele eylem planı, internet andıcı ve Balyoz davaları Türkiye’de yeraltı örgütlerinin çalışma usullerine ilişkin pek çok gerçeği gün yüzüne çıkardı. Derin devlet adına hareket eden bazı yapılar ‘irtica ile mücadele’ adı altında çeşitli planları uygulamaya soktu. Peki, BBP ve Alperen Ocakları son dönemde işlenen cinayetlerle neden bağlantılı gibi gösterilmeye çalışıldı? Amaç neydi?
Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığına aday olmasından sonra Türkiye’de yeni bir süreç başladı. Devlet içinde bazı birimler irticanın, bölücü tehdidin önüne geçtiğine dair değerlendirmeler yaptı. Bazı partiler, dinî cemaatler, tarikatlar, dernekler ve kurslar hedef seçildi. İrtica ile mücadele adı altında bazı kanunların çıkarılması için hükümetlere baskı yapıldı. Diğer taraftan Müslümanları şiddet eylemlerinin içine çekebilmek için çeşitli fason örgütler kuruldu. Bazı cinayetler dindarlara fatura edilmek istendi. Dev–Sol’un Bedri Yağan kanadı tasfiye edilerek bu örgüte faili meçhul cinayetler işlettirildi.
28 Şubat, seçimle iktidara gelmiş Refah Yol Hükümeti’ni devirdi; ancak cemaatlere yapılmak istenen operasyonlar yarım kaldı. 2002 seçiminde AK Parti’nin iktidara gelmesi ile düğmeye yeniden basıldı. Planlar güncellendi. Hedef bu sefer AK Parti ile birlikte ona destek verdiği düşünülen cemaatlerdi. ‘İrticayı tasfiye edebilmek için, teröre bulaşmamış cemaatlerin teröre bulaştırılması gerekiyordu. PKK’yı kullanarak Kürtleri nasıl şiddetin içine çektilerse Müslümanlar için de benzer bir plan uygulandı.
Merkez atlama taşı olarak Muhsin Yazıcıoğlu’nun partisi kullanılacaktı. Sol ve sağ örgütlere sızmak için şu yol izleniyordu. Örneğin Dev–Sol’un içine adam sokulacaksa önce başka bir sol örgütün içine adam sokuyorlar, sonra bu eleman Dev–Sol’a gidiyor. ‘Sen neredeydin?’ diye sorduklarında, ‘falan sol örgütte’ deyince, kabul ediliyor. ‘Sokaktan geldim’ dese sorgudan geçecek. Örgüt kullanarak başka bir örgüte sızılıyor. 28 Şubat sürecinde ve sonrasında bu metod ‘irticai gruplar’ için uygulandı. Alperen Ocakları’na yakınlaştırılan bazı kişilere eylemler de yaptırdılar. Hrant Dink, Rahip Santario ve Zirve Yayınevi katliamında bazı sanıkların izlerinin BBP’ye çıkmasının sebebi buydu. Muhsin Yazıcıoğlu, tam da bu sırada “Bizim tarlayı bizden habersiz sürmüşler.” dedi ve tedbirini aldı. Dink cinayeti sonrası Trabzon’a bir heyet göndererek rapor hazırlattı. BBP hedef gösterilirken raporda şu dikkat çekici sorulara cevaplar isteniyordu: “Yasin Hayal, tutuklu iken duruşmalara katılmanın haricinde, herhangi bir sebeple ceza ve tutukevi dışına çıkarılmış mıdır? Çıkarılmış ise, nerelere gönderilmiş, kimlerle karşılaşmıştır? Erhan Tuncel muhbir midir, yoksa bir operasyon elamanı mı? Erhan Tuncel’in herhangi bir sosyal güvenlik kurumunda kaydı var mıdır? Ogün Samast, Erhan Tuncel ve Yasin Hayal, son iki yıl içerisinde uçakla seyahat etmiş midir? Trabzon’a turist, gazeteci, bilim adamı veya iş adamı olarak gelip konaklayanların, Kimlik Bildirme Kanunu’na göre, sağlıklı bir şekilde kayıtları tutulmuş mudur?” Yazıcıoğlu, “Tarlayı haberimiz olmadan sürmüşler.” çıkışını yaparken aslında bu planları yapıp uygulamaya sokanlar kadar, kamuoyunu ve dinî cemaatleri de uyarıyor, “Benden gelen bazı kişilere dikkat edin!” diyordu.
Yazıcıoğlu’nun dik duruşu ve tarlasını sürdürmeme konusundaki kararlılığı olmasa plan şu şekilde işleyecekti: Alperen Ocakları’na olduğu gibi bazı dinî guruplara silahlı eylem, ajitasyon eğitimi verilmiş kişiler sızdırılacaktı. Yurtlara girilecek, hatta evler kurdurulacaktı. Erzincan’da bu planları uygulamak istediler. Ergenekon soruşturmaları ile planlar deşifre olmasaydı; bunlara azınlıkları hedef alan cinayetler işlettirilecek ve bazı cemaatler terör örgütü kapsamına sokulacaktı. Faillerin izi sürüldüğünde veya yakalandıklarında o cemaatler birer terör örgütüne dönüşecekti. Terör örgütünden dolayı hepsi toplanıp içeri tıkılacaktı. Dış dünya da şunu diyecekti; “Türkiye’deki dinî gelişmeler, siyasetteki muhafazakâr yükseliş, yabancı düşmanlığını artırıyor. Hrant Dink gibi Ermeni bir yazar öldürülüyor. Hıristiyan ve Ermeni cemaatinin önde gelenleri suikasta kurban gidiyor. Siz Türkiye’de hoşgörü gösteriyorsunuz ama Mahmut Hoca’nın, Fethullah Hoca’nın yandaşları ve AK Partililer birer yabancı düşmanı olmuş, misyonerleri kıtır kıtır kesiyorlar.” AK Parti’ye karşı şüpheler artacak, dinî gruplara Amerika, Almanya ve AB’nin de hoşgörüsü olmayacaktı.
2007 seçimleri öncesi bir taraftan darbe planları yapılırken diğer taraftan siyaset dizayn edilmek istendi. BBP Genel Başkanı, bütün bu süreçte demokrasiden yana tavır koydu. Peki BBP’ye hangi baskılar yapılmıştı? Bu soruları Yazıcıoğlu’nun en yakınındaki isim ve bugün genel başkan olan Mustafa Destici’ye sorduk.
-BBP siyasi operasyona maruz kaldı mı?
2007 seçimi öncesi partiye çok katılımlar olmuştu. Kamuoyunun yadırgadığı kişiler de vardı. Bunlar partiyi diğerleri ile özellikle DYP ile ittifak yaptırmak istedi. ‘Genç Parti ile yapalım’ diyenler bile oldu. Başkan bu süreci okuyup bağımsız aday olarak girdi.
-Neden? Yapılmak istenen neydi?
Mevcut iktidara bir alternatif aranıyordu. AK Parti’den kurtulmanın yolu belli yapılar oluşturmaktan geçiyordu. Bir taraftan CHP’yi güçlendirir, MHP’yi diri tutarken, diğer taraftan da bir çatı partisinin Meclis’e girmesi hesapları yapıldı. Madem AK Parti’nin iktidar olmasını engelleyemiyoruz, ne yapmamız lazım? Üçüncü bir ayak Meclis’e sokulmalı ki bu iktidar engellensin. Birileri darbe planı yaparken birileri de siyaseten ‘bunun önünü nasıl keseriz’ hesapları yaptı. Genel Başkan bunu görüp tek başına aday olunca sonradan gelenlerin tamamı partiden ayrıldı, hatta suçlayıcı bir şekilde tefrikalar yayımlayarak ayrıldılar. Onların hepsi gitti. Başkan bağımsız seçildi geldi.
-Bütün bunların arkasında cumhurbaşkanlığı seçimleri mi vardı?
Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmek istemiyorlardı. 367’yi ortaya attılar.  Abdullah Bey destek turlarına çıktığında, kendisini genel başkanımız Yazıcıoğlu ile birlikte ağırladık Meclis’te. Muhsin Bey bu süreçte şahsiyetli davrandı, dik bir duruş sergiledi. “Hemen size desteğimi açıklayayım.” dedi. Gül, “Ben tek oyunuza talip değilim, sizin topyekûn ülkeye yayılmış desteğinize talibim.” deyince hafta sonu kurultayda delegelerin de desteğini alarak açıklamasını yaptı. İlk yaptığımız toplantıda da dedi ki, “Partiye katılımlarla gördük ki olmuyor, biz kendi arkadaşlarımızla yürüyeceğiz bundan böyle. Tarlayı kiminle sürersem onunla biçeceğim.”
 -Suikast iddiaları BBP tabanında nasıl karşılanıyor?
Muhsin Bey’in bir suikasta kurban gittiği ihtimali son gelişmelerle pekişti. Ama bunu söyleyemiyoruz. Yüzde bir de olsa başka bir ihtimal varsa temkinli hareket etmek istiyoruz. Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi belki bunu bir soruşturma raporu ile kapatıp gideceklerdi. İstenen oydu. O zaman ve şimdi de yapılmaya çalışılıyor, ‘tabanımız ve gençlerin üzerinden kaos çıkarılmak isteniyor; ‘İşte öldürüldü, ne duruyorsunuz başkan? Gidin gereğini yapın’ deniyor. Ama biz bu süreçte dışarıdan provokasyon girişimlerine karşı yıpratılmayı da göz önüne alarak dirençle durduk. Hukukun içinde kalmaya hassasiyet gösterdik. Ancak duyumlar alıyoruz, ‘artık ne duruyorsunuz, gereğini neden yapmıyorsunuz’ diyorlar gençlerimize. Bu sürece yine zarar verir. Çünkü bir kargaşa ortamı oluştrularak dosya kapatılmak istenebilir. Bunu yapanlar kaostan besleniyor.
-Gençleri kullanmak isteyenler oldu mu?
Başkan’ın vefatından sonra geçen iki buçuk yıl içinde Alperen Ocakları’nı yine hiçbir yerde kullanamadılar. Kullanabildiler mi? Onun arkada bıraktığı kadrolar da onun gibi düşünen insanlardı. 78’de tanıştık, Nizam-ı Âlem ve Alperen Ocakları’nda yetiştik. Dolayısıyla onun üslubu ve usulü neyse bizim de o, onun davası ne ise bizimki de o.
-Tarlayı sürmüş olamazlar mı?
-Muhsin Yazıcıoğlu’nun başında olduğu tarlayı kim sürecek? Sürebilir mi? Benim başında olduğum tarlayı sürebilir mi? Sürmeye kalkabilir ama ben buna müsaade eder miyim? Benim müsaade etmediğim bir şeye Muhsin Yazıcıoğlu müsaade eder mi? Etmez.
-Sizin dışınızda gençlere el atanlar olabilir mi?
Derneklere koyduğumuz arkadaşlara güveniyoruz. Gençlik teşkilatı olarak algılanıyor ama bir dernek orası. Elbette ki arkadaşlarımızın var olmasının sebebi Alperen ruhunu yaşatmaktır. Millî manevi ruha sahip, bu ruhu yaşayabilecek, vatanın birliği noktasında fedakârlığa hazır bir gençlik yetiştiriliyor. Ama Türkiye’de her yapının içine sızmalar var, her yapının içinde devletin görevlisi var, MİT’in elemanı var, başka istihbarat örgütlerinin sokmaya çalıştığı veya soktuğu insanlar da var. Bu sadece Alperen Ocakları için değil, her cemiyet, ocak, cemaat için söz konusu. Bunları arı tutabilmeniz sizin dirayetinize, politik söylemlerinize bağlı. Bu arkadaşlarımız işin bilincinde, fevri şeyler olabilir, bu her yerde olabilir. Ama Alperen Ocakları hukukun içindedir. Kararlı bir şekilde inandığı davasını hukuk dışına çıkmadan yerine getiriyor, getirmeye devam edecek.
BBP raporunda Trabzon hücresi Hrant Dink cinayetinden sonra sanıkların Nizam-ı Âlem Ocakları ile ilişkili olduğu ileri sürülmüştü. Dink’i öldüren Ogün Samast, Trabzon Alperen Ocakları’na gidiyordu, ancak kaydı yoktu. Cinayeti azmettirmekten yargılanan ve Mc Donalds’ın bombalanması eylemini yapan Yasin Hayal’in de Alperen Ocakları ile ismi anılmıştı. Erhan Tuncel’in Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte fotoğrafı ortaya çıkmıştı. Danıştay cinayetini işleyen Alparslan Arslan ve Zirve Yayınevi katliamı sanıklarından Emre Günaydın için de benzer iddialar ortaya atılmıştı. BBP’nin Trabzon raporunda adı geçen kişilerin Alperen Ocakları ile ilişkisinin olmadığı ortaya kondu ve derin bağlantıların araştırılması istendi.
Konuşabilirdi Yazıcıoğlu 80 öncesi derin yapılanmaları iyi biliyordu. 12 Eylül’de cezaevinde nefis muhasebesi yaptı, niçin var olduklarını düşündü. MHP ile yollarını ayırıp Nizam-ı Âlem ve Alperen Ocakları’nı kurdu. İslami tonları olan bir gençlik yapılanmasının daha faydalı olacağını düşündü. Bu arada eski ilişkileri sebebi ile pek çok bilgi ve belge kendisine akıyordu. Hem derin yapıların planlarına engel olması hem de çok şey biliyor olması onu hedef hâline getirmişti.

10.10.2011
İDRİS GÜRSOY

8 Ekim 2011 Cumartesi

Türkiye, kendi Vietnam’ına çekiliyor

Gün aşırı yaşanan terör saldırılarının bir anlamı var aslında. Bunu en iyi okuyanlardan biri, hayatını Kürt meselesine adamış Orhan Miroğlu. Ona göre, topyekün saldırıların hedefinde etnik çatışma var. Tabii asıl maksat bir adım sonrası: Yeni bir Vietnam vakası.

http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-30578-turkiye-kendi-vietnamina-cekiliyor.html

5 Ekim 2011 Çarşamba

KİTAP ZAMANI/ DARBELERİN UZUN TARİHİ

İDRİS GÜRSOY ülkemizde darbelerin röntge-nini çeken, bizi o günlere götüren söyleşilerini Darbenin Şahitleri adlı kitapta topladı. Meseleye birden fazla pencereden bakan bu söyleşiler, ortaya panoramik bir darbe tarihi fotoğrafı koyuyor

YUSUF GÜNDÜZ, ZAMAN, 6 EKİM 2011
Bir eylül ayını daha geride bıraktık. Bir türlü kabuk bağlamayan yaralarımız hâlâ taze. Kazısanız tarihimizi, hissemize her ay bir acı düşecek neredeyse. Gençlere kıyıldığı, insanların üçer beşer darağaçlarına gönderildiği bir tablo var karşımızda. Bir başbakanın asılışına varan cinnet, koca bir cumhuriyet döneminin günümüze kadar sürecek bunalımlarının müsebbibi aslında. Nereden başlayacağımızı tam bulduğumuz esnada yine aynı tabloyla baş başa kalmak, bir gece yarısı sevdiklerimizi nereye çıktığı belli olmayan bir yola uğurlamak… Yaşayanlar, bilenler için keskin bir kıymığın cana batmasıdır darbe, yeni nesiller için bir uzak zaman masalı belki de.


Yakın zamana kadar en ‘baba’ siyasetçileri bile şapkasını alıp gitmeye mecbur eden bu düzen, yeni yeni yargılanır, eleştirilebilir oldu. Geçmişin aksine bugünlerde gazeteler, radyolar (istisnaları olsa da) darbeci bir zihniyetin alkışlanamayacağı ve hatta cezalandırılması gerektiği hususunda hemfikir. Peki, tarihin bu kara kutusu birkaç yayınla açığa vurulabilir mi? Bu çok da mümkün değil. Çünkü bu ülkede yaşanmış her darbe birden çok zümrenin canını yakmış. Bu acıların fotoğrafını çekmekse gazetecilere kalmış. Bu işe kafa yoran gazeteci zümresinden bir isim İdris Gürsoy. Epeydir Aksiyon dergisinde ülkemiz darbelerinin röntgenini çeken, bizi o günlere götüren söyleşilere imza atıyordu. Tam bunlar dergilerde kaybolup gitmemeli diyorduk ki, Gürsoy söyleşilerini Darbenin Şahitleri adlı kitapta topladı. Meseleye birden fazla pencereden bakan bu röportajlar bir araya gelince de ortaya panoramik bir darbe tarihi fotoğrafı çıkmış oldu. Darbelerimizi ve darbecilerimizi, aralarındaki onca yıla rağmen tek kareye sokan, aynılıklarını ortaya çıkaran ibretlik bir fotoğraf bu.



Acı bir cinnetin tecellisi: 1960



Biz de fotoğrafı sol baştan incelemeye başlıyoruz. Cumhuriyet tarihinde faturası en ağır darbe sayılan 1960 çıkıyor karşımıza. Yazarın bununla ilgili yaptığı söyleşilerde konuşanlara dönemin son tanıkları denilebilir. Bir başbakan ve bakanlarının asılışına kadar süren bu cinnet halinin nasıl başladığını anlatıyor bu isimler. Konuşanların içinde her cenahtan insanın olması meseleyi doğru analiz etmek için iyi bir fırsat. Bunların içinde kimler yok ki! 27 Mayıs darbesinin fitilini ateşleyen Yeşilhisar olaylarını başlatan Yeşilhisar CHP İlçe Başkanı Mustafa Ünal’ın oğlu Ahmet Ünal’dan Menderes’in Ulaştırma Bakanı Arif Demirer’in oğlu Mehmet Arif Demirer’e kadar birçok insan darbenin fitilinin nasıl tutuştuğunu anlatıyor. Bu dönemi anlatanlar arasında hükümete karşı öğrenci hareketlerini organize ettiğini söyleyen Orhan Birgit de var. Merhum başbakan Adnan Menderes’e darbe yapılmasından önce çıkan haberlerin dezenformasyon olduğunu kabul ediyor Birgit. O zaman CHP’nin talimatıyla darbeci dokuz subayı da hapisten çıkardığını anlatan Birgit, anlattıklarıyla Ergenekon sürecinde yaşanan sulandırma çabalarını bir nebze de olsa anlamamızı sağlıyor. İkisi arasında yıllar olsa da, yaşananlar birbirine o kadar benziyor ki!



Demirel’in kaybettiği imtihan



1970’te bir ayar daha veriliyor Türkiye’ye. Sonra acı bir tecrübe olan 12 Eylül ve ardında bıraktığı sorunlar konuşuluyor kitap boyunca. Turgut Özal’ın yakın arkadaşı ve eski bakan Vehbi Dinçerler, Özal’ın darbe sonrası devleti toparlarken yaşadığı zorlukları anlatıyor. Eski başbakanın neden suikasta uğradığı da bu söyleşiyle anlam kazanıyor. Bülent Ecevit’in uğradığı saldırılar ve onu saf dışı etme çabaları, susmak yerine hakkı dillendirmeyi yeğleyen bir ağızdan gün ışığına çıkıyor: Ecevit’in koruma müdürü Recai Birgün. Onun anlattıkları da şimdilerde mahkeme salonlarında nutuk atan, kahramanlık yelkenlerini rüzgâra yaslayan, fakat her bir yelkene kırk yama takmadan takasını düz tutamayan darbecilerin aslında ne zamandan beri iş başı yaptığını gösteriyor.



Kitabın en trajik mülakatlarından biri bu sene vefat eden eski başbakan Necmettin Erbakan’a ait. Merhum başbakanın en dikkate değer cümlesi, 28 Şubat döneminde Demirel’in darbecilerle beraber hareket ettiğine dair. Bir subayın bir başbakanı tehdit edebildiği günlerde hakarete uğramış bir şekilde koltuğu bırakan Erbakan, vefat etmiş olsa da dönemin en yakın tanığı olarak gerçekleri insanlığın belleğine kaydederek ebedî âleme irtihal etmiş. 28 Şubatçıların yargılanmaya değil nasihate ihtiyaçları olduğunu söyleyen Erbakan’ın, o talihsiz günlerin görünmeyen, konuşulmayan yanlarını samimiyetle anlattığı bu röportaj merhum başbakanın son söyleşisi olması yönüyle de büyük önem taşıyor.



Kılıçdaroğlu’nun anlattıkları



Bir de daha dün gibi zihnimizde duran 27 Nisan tarihi var kitapta. Tarihe e-muhtıra adıyla kazınan internet belgesinin yayınlanmasının ardından AK Parti’nin duruşunu eski siyasetçi Hasan Celal Güzel değerlendiriyor. Hükümetin dik duruşunun ve ardından erken seçime giderek yüzde 47’lik bir başarı göstermesinin darbenin önüne geçtiğini belirtiyor usta siyasetçi. Bu bildiriye sessiz kalınmamasını ise demokrasi tarihimiz açısından bir dönüm noktası olarak yorumluyor. Konu darbenin şahitleri olur da Aydın Menderes’le konuşmadan olur mu hiç! Menderes sadece 60 darbesini değil, günümüz siyasetinin geldiği noktayı da dikkatlere sunuyor. Demokrat Parti üzerine siyaset yapan Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk gibi isimlerin tek parti zihniyetine döndüklerini de ekliyor sözlerine.



Yakın zamanın en önemli tanıklarından olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eski danışmanı Yalçın Akdoğan’ın söyleşisi de kitabın ilginç bölümlerinden. Anayasa’daki değişiklik için yapılan referandumdan sonra yüzde 58’lik ‘evet’in tahlilini günün gelişmeleriyle birlikte ele almış Akdoğan. Kitabın sonuna doğru ise darbe ve darbecilerle dirsek temasını tarihin hiçbir döneminde kesemeyen CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile yapılmış söyleşi var. Seleflerinin aksine Kılıçdaroğlu, 27 Mayıs dâhil bütün darbelere karşı olduğunu söylüyor. “Darbe olursa tankların önüne en önce ben çıkarım” diyen Kılıçdaroğlu’nun burada anlattıklarına bakılırsa ülkede darbe tehdidi değil, sadece darbe paranoyası var. Vefatından beri geçirdiği kazanın ardındaki şüphelerden ötürü hep konuşulan Muhsin Yazıcıoğlu için yazılmış bir yazı da onun davasını ve şahsiyetini anlatıyor kitapta. Bu isim de Türkiye’nin darbelerle imtihanının ne kadar ağır olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize.



Bu mülakatlar hakkında söylenecek çok şey var aslında. Bütün söyleşilerden anlaşılıyor ki, darbecilerin yöntemi tarihin hiçbir diliminde değişmemiş. Önce memleket çapında infial havası oluşturmak, ardından yönetime el koymak, demokrasiye ve vatandaşın vicdanına, fikrine balans ayarı vermek onlar için sıradan şeyler. Hatta olması gereken bu. Ergenekon davasında darbeci zihniyetin yaptığı savunmalar bunun bir tezahürü. Bu ibretlik söyleşileri okuduktan sonra darbecileri yargılamak mı lazım, yoksa kulak çekip nasihat etmek meseleyi halleder mi, bu da milletin vicdanına kalmış.
DARBENİN ŞAHİTLERİ, İDRİS GÜRSOY, KAYNAK YAYINLARI, 238 SAYFA, 8 TL





DARBENİN ŞAHİTLERİ, YAYINEVİNİN HAZIRLADIĞI TANITIM VİDEOSU

24 Eylül 2011 Cumartesi

İNÖNÜ "BU ADAMLARI ASACAKLAR"DEMİŞ

Kitapta 27 Mayıs darbesi sırasında Ege’de görev yapan Albay Ertuğrul Alatlı’nın görüşlerine de yer veriliyor. Kaynak Yayınları tarafından yayımlanan İdris Gürsoy’un Darbenin Şahitleri adlı kitabı raflardaki yerini aldı. Kitapta, 1960 öncesi Kayseri olaylarıyla ilgili olarak Yeşilhisar savcısının yorumları, 27 Mayıs darbesinde Ege’de görev yapan Albay Ertuğrul Alatlı’nın notları, gazeteci Orhan Birgit’in ‘Öğrenci olaylarını ben organize ettim. Kıyma makinesi haberleri dezenformasyondu’ itirafları yer alıyor. 12Haziran 1960’ta Menderes ve arkadaşlarına idam yolunu açan 1NoluGeçici Anayasa’yı imzalamayı reddettiği için emekliye ayrılan Ertuğrul Alatlı’nın kitapta yer alan notları ise döneme ilişkin çarpıcı bilgiler içeriyor.

‘BU ADAMLARI ASACAKLAR’
Alatlı şunları söylüyor: “Geçici Anayasa 8Haziran 1960’ta kabul ediliyor MBK’da. 1 Numaralı Geçici Kanun ise 12 Haziran’da kabul edilip 14 Haziran’da Resmî Gazete’de yayımlanırken, İsmet Paşa, 6 Haziran’da ABD’deki oğluna yazdığı mektupta, MBK için, ‘Bunlar, bu adamları asacak’ diyor! ’Nereden biliyorsun diye sormazlarmı adama? Geçici Anayasa metni bile daha ortaya çıkmamış; ortaya çıktığında ise böyle bir niyet olmadığı çok açık. Ben işin bu istikamete gideceğini tahmin ettiğim için, ‘Eğer bir gün şapkamı asıp gelirsem şaşma!’ demiştim karıma. Nitekim öyle oldu. Metni imzalamadım. Başka nedenle de olsa, benden önce ayrılan bir kişi daha var: Agasi Şen.”

HEPSİ CHP’NİN ADAMI
1 Numaralı Geçici Kanun’la Özel Mahkeme’nin kurulduğuna dikkat çeken Alatlı şöyle devam ediyor: “Geçici Anayasa’daki siyasi gidiş ifadesi, 1 Numaralı Geçici Kanun’da eski iktidara karşı oluvermiş. Aslında ‘Geçici Anayasa’ lafından bile ödleri patlıyor, ‘Geçici Kanun’ diyorlar; hepsi CHP’nin adamı! Geçici Anayasa’nın 6. Maddesi, ‘MBK bağımsız özel mahkemeler teşkil edebilir’ diyor ki, bu maddeMBKiçinde uzun tartışmalara yol açmıştı, ‘ne demek özel mahkemeler, normal mahkemeler dururken’ diye; fakat caydırıcı olması için kalmasına karar verildi. İlginçtir, bu hâliyle bile profesörlerin hazırladığı 1NumaralıGeçici Kanun’un 6. Maddesi’nden çok daha masumdu.”
"İdamı önceden düşünmüşler"
Albay Ertuğrul Alatlı, kurulan özle mahkemenin yanlılığına da vurgu yapıyor. Özel mahkemenin kimlerle neler yapabileceğinin belli olduğunu belirten Alatlı, “Kim teklif edecekmiş Yüksek Adalet Divanı üyelerini? Bakanlar Kurulu kim? Cemal Gürsel’in tayin ettiği kişiler. Onlar kim? Çoğu CHP’li. MBK’nın işi ne? Sorumluluğu almak. Yüksek Soruşturma Kurulu kimleri soruşturacak? Belli. Mahkeme Başkanı ve savcıyı da bunlar teklif ediyor, MBK kafa sallıyor. Yüksek Adalet Divanı’nın kararları kesindir, ancak... Sen idamı düşünmüş, koymuşsun bile!” şeklinde konuşuyor. İdris Gürsoy’un kaleme aldığı kitapta, Ertuğrul Alatlı’nın yanı sıra birçok önemli ismin yaşananları aydınlatacak cesur röportajları da bulunuyor. Turgut Özal’ın en yakınındaki isim Vehbi Dinçerler, Tansu Çiller’in danışmanı Hüseyin Kocabıyık, Bülent Ecevit’in koruma müdürü Recai Birgün, Recep Tayyip Erdoğan’ın baş danışmanı Yalçın Akdoğan Ankara’da verilen iktidar mücadelesinin perde arkasını etraflıca anlatıyorlar.

‘DP’yi asker değil CHP kapattı’

İdris Gürsoy’un Darbenin Şahitleri kitabında Albay Ertuğrul Alatlı Demokrat Parti’nin askeri yönetim tarafından kapatılmadığını iddia ediyor. Alatlı bu iddiasını şöyle açıklıyor: “DP, Cumhuriyet Halk Partisi- ’nin oyuyla ve mahkeme kararıyla kapatılmıştır. Yapılan şu: DP’nin Anafartalar Bucağı’na kayıtlı bir DP’li buluyorlar. Bu adam, partinin Cemiyetler Kanunu uyarınca kongresini zamanında yapmadığı için kapatılmasını talep ediyor. Bir avukat buluyorlar. Adam gidip Adnan Menderes’ten vekâletname alıyor ve Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne müracaat ediyorlar. Kongre yapılmamış gerçekten, ama o tarihe kadar şikâyet olmadığı için yargı müdahale etmemiş. Hâkim ne yapsın? Bunlar şikâyet edince, parti, mahkeme kararıyla ekim ayında kapatılıyor. Bu gerçekler unutturuluyor ve DP’yi ordu kapattı oluyor.” BUGÜN GAZETESİ, 22 EYLÜL 2011

http://www.bugun.com.tr/haber-detay/169924-idamlarla-ilgili-muthis-iddia-haberi.aspx



20 Eylül 2011 Salı

DARBENİN ŞAHİTLERİ HÜSEYİN ÖZTÜRK, VAKİT GAZETESİ

Darbenin Şahitleri


Bu haftaki kitabımız; İdris Gürsoy’un yazdığı; “Darbenin Şahitleri” adını taşıyor. Kaynak Yayınları’ndan çıkan eserin kapağında; 1997, 1980, 1971 ve 1960 tarihleri var.

Eseri tanıtmaya Emekli Yarbay Şenol Özbek’in sözleriyle başlayalım:

“Darbeci, komiteci geleneğin kökünün kazınması sorunu çözmez. 27 Mayıs’ta inşa edilen ‘Ordu devlet’in sivil dinamikler üzerine inşa edilmesi gerekir.”

*

Tarihe ışık tutacak ve toplumu aydınlatacak bu tip eserler, özellikle okullarda ders kitapları olarak okutulmalı.

Mesela Gümrük Birliği’ne girmemiz bir darbe sebebiymiş. Çiller’in başdanışmanı Hüseyin Kocabıyık anlatıyor:

“Çiller’e Türkiye’yi Gümrük Birliği’ne sokma” dediler. Bunu diyen “büyük sermayenin” üç temel nedeni vardı.

Birincisi; dış dünya ile rekabet edemeyeceklerini düşünüyorlardı. Rekabet ortamının, 70 yılda kurdukları bütün sistemi yıkacağını düşünüyorlardı.

İkincisi; Anadolu sermayesi diye bir varlık gelişiyordu ve bu sermaye, merkezdeki pastadan pay almaya başlamıştı. Büyük sermaye bundan da çok rahatsız oldu.

Üçüncü neden ise artık hazineden eskiden olduğu gibi; “teşvik, kredi, sübvansiyon” adı altında “ballı destekler” alamayacaklarını gördüler.

*

Eserde Erbakan Hoca ile yapılan röportaj da var. Hoca diyor ki;

“Cuntanın başı Çevik Bir’di. toplantının en aktif asker üyesi ise Güven Erkaya’ydı. Aczimendilerin de olduğu görüntülerle irtica tehlikesini anlattılar. Kur’an kursları, imam hatipler, bazı vakıf, dernek ve cemaatlerin üzerine gidilmesini istediler.

Tansu Çiller, Meral Akşener sustu. Demirel, askerler birlikte hareket ediyordu. Orada yalnızdım.

Amerika 18 maddelik bir rapor hazırladı, 28 Şubat’ta askerler bu maddeleri kendi raporları gibi getirdiler. MGK toplantısında 5 saat sözü biri bıraktı, biri aldı, en aktifi Güven Erkaya idi. Aczimendileri gösteriyorlar. ‘Görüyorsunuz’ diyorlar. ‘Ne görüyorsunuz? Hepsi sizin oyununuz.”

Erbakan hoca, “Aczimendilerin 28 Şubatçıların organizesi olduğunu” söyleyince İdris Gürsoy Erbakan Hoca’ya soruyor:

“Bunu onlara söylediniz mi?” Hoca da; “Söyleyemedim. Her şey söylenmiyor” diyor.

Hocaya diğer soru şu: “Peki neden istifa ettiniz?”

“İkinci bir taktik geliştirdiler, koalisyon ortağı partilerden 50 milletvekilini ikna odalarına çağırıp Yassıada’daki odalarını gösterdiler.

Çiller bana geldi; ‘müsaade et, seçim kararı alalım, üç ay içinde seçime gidelim. Bu esnada ben başbakan olayım’ dedi.

Ben; ‘Demirel seni başbakan yapmaz’ dedim. ‘Ben konuştum, yapacak efendim’ diye cevap verdi.

‘Sen bir sefer görüştün, ben bin defa görüştüm’ dedim. Nitekim Demirel bir gecede hükümeti kurma görevini Mesut Yılmaz’a verdi.”

*

Eserde Ecevit dönemi, Mehmet Haberal ve hastanesi başta olmak üzere çok ilginç olaylar anlatılıyor.

Ecevit’le ilgili Recai Birgün konuşmuş. Rahşan Hanım hastane gerçeklerini kamuoyundan gizlemiş. Sırf AK Parti iktidarının işine yarar diye.

Eser hakkında bilgi için Kaynak Yayınları 0216 522 11 44
(19 EYLÜL 2011, VAKİT GAZETESİ)



19 Eylül 2011 Pazartesi

DARBENİN ŞAHİTLERİ/ BASINDA YANKILARI

İDAMLAR VE İSMET PAŞA
STAR GAZETESİ, TAHA KIVANÇ, 19 EYLÜL 2001

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “İsmet Paşa idamların durdurulması için mektup yazmıştı” demiş... Bunu daha önce de söylemişti Kemal Bey; bu defa Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarının 50. yıldönümü vesilesiyle tekrarlamış...


Doğru; öyle bir mektup var. İdamlardan üç gün önce yazmış İsmet Paşa o mektubu. Milli Birlik Komitesi’nden (MBK) Yassıada Mahkemesi’nin idam kararlarından üçüne onay çıkınca, İsmet İnönü, “Medeni dünyada siyasilere idam cezası kalmadı; millet infazları aşırı bulur, müteessir olur; ordunun adı karıştığı için, halkta, orduya karşı deva bulmaz bir kırgınlık yaratır” diye özetlenebilecek bir mektup yazmıştı.
İsmet Paşa halkı tanıyormuş gerçekten... Kırgınlık hâlâ geçmedi baksanıza...
Bedii Faik, anılarında (4. cilt, s. 29), Yassıada’yı halka şirin göstermek için Ordu Film Merkezi’ne çektirilen propaganda filminden de söz eder. Gen. Kenan Esengin gibiler, “Şu DP’liye tokat attım, bunu tekmeledim” diye övünürlermiş; senaryoda ise sanıklara ne kadar müşfik davranıldığı anlatılmaktaymış...

Çekmişler filmi, sinemalarda gösterime sokmuşlar da... Ancak ‘propaganda’ amaçlı filmin tersine bir propaganda doğurduğunu fark etmiş askerler... İzleyiciler, büyük bir cesaretle, özellikle Menderes görününce, alkışlıyormuş çünkü...

Taha Akyol’un Aydın Menderes’le gerçekleştirdiği söyleşi şu yakınlarda ki
kİtaplaştı (Doğan Kitap). Aydın Bey, idamlardan bir gün önce annesiyle İsmet İnönü’nün evine gidişlerini de anlatıyor orada. İsmet Paşa’nın gözpınarlarında yaş görmüş. Askerler için, “Bunlar zıvanadan çıkmışlar, ne yaptıklarını bilmiyorlar” gibi sözler sarf etmiş o gün CHP lideri...
Fetvalarıyla askerlere yön veren hukuk profesörlerinin “Yargılamazsanız, darbenizin meşruiyeti gider” görüşüyle başlatılan Yassıada Mahkemesi, ‘bebek davası’, ‘tazı davası’ gibi komikliklere sahne olduktan sonra, ‘anayasayı ihlâl davası’ kapsamında idam cezaları vermişti. Ordu içindeki cuntalar, yüreği yufka birkaç MBK üyesi üzerinde, “İdam etmezseniz, yapılanlar boşa gider” baskısı uygulayarak infazları yaptırdılar.
İsmet Paşa’ya rağmen mi?
Anlatımının bir yerinde (s. 55), Aydın Menderes, biraz önce gözpınarlarında yaş gördüğünü söylediği İsmet İnönü için halkın şu tespitini pay
laşıyor: “İsmet Paşa istese, 27 Mayıs da önlenebilirdi, idamları da önleyebilirdi diye düşünen Türkiye’de o gün de bugün de birçok insan olmuştur.”

MBK’ya prensip ayrılığı sebebiyle girmeyen, ancak hayatı boyunca 27 Mayıs kadrosundan biri muamelesi gören (Albay) Ertuğrul Alatlı da aynı kanaatteydi; bunu bir zamanlar kendisiyle yaptığım söyleşilerde sözünü hiç sakınmadan anlattı da. Vaktiyle bana anlattıklarını, çok kapsamlı bir söyleşide, İdris Gürsoy’a da tekrarlamış...
Gürsoy’un yeni çıkan ‘Darbenin Şahitleri’ adlı (Kaynak Yayınları) kitabında (s. 75 vd) yer alıyor bu tanıklık:
“1950 seçiminde Meclis’teki tablo tersine dönmüş, ekseriyet DP’ye geçmişti. CHP bu gelişmeyi hiçbir zaman içine sindirememiş, bitmez tükenmez siyasi çekişmelerin temeli böyle atılmıştı. İnönü, 1954’te de çok ümitlenmiş, ama yine yanılmıştı. 1957 seçimlerinde kazanacağından şüpheye düştüğü için, bu kez ordu içindeki bazı cuntalara kanca atmıştır. Nitekim ‘9 Subay’ olayının Halk Partisi ve İsmet Paşa ile yakın ilgisi vardır. İsmet Paşa haberdardır.”
Ordudan istifalar olur 27 Mayıs’ın hemen öncesinde. Ertuğrul Alatlı, “İstifa mektuplarını CHP’liler yazdı” diyor ve isimler de veriyor. Bir iddiası daha var: “Kızılay’daki meşhur öğrenci eylemi CHP organizasyonuydu...” İhtilâlden sonra DP’yi askerlerin değil, kumpas kuran bazı CHP’lilerin kapattığını anlatıyor...

Alatlı “İsmet Paşa idam edileceklerini biliyordu” kanaatinde. İnfazlardan aylar önce (6 Haziran’da) oğluna yazdığı mektupta, MGK üyelerini kast ederek, “Bunlar bu adamları asacak” demiş... Bu yüzden “Nereden biliyordu?” diye soruyor Alatlı...
Kemal Kılıçdaroğlu bu sorunun cevabını biliyor mudur?



14 Eylül 2011 Çarşamba

DARBE ŞAHİTLERİ, SESLİ VE GÖRÜNTÜLÜ TANITIMI

http://www.kaynakyayinlari.com.tr/urun.php?ID=3888

17 Şubat 1960 tarihinde Kayseri Yeşilhisar'da CHP ilçe başkanı Mustafa Ünal'ın: "İsmet Paşa'nın dediği gün geldi, sizin hesabınızı göreceğiz." diyerek gece saat 11.30 gibi tabancasını alıp kulübe dönmesi ve münakaşa ettiği kişilere dört-beş el ateş etmesi, 27 Mayıs sürecini nasıl hızlandırdı, askerler bu olay için yıllar sonra ne dedi?




27 Mayıs'tan iki ay önce: "İki ay sonra içişleri bakanı olacağım, sizi emeklilik maaşından mahrum ederim!" diyerek kaymakam başta olmak üzere hâkim ve savcıları tehdit eden CHP milletvekili bakan oldu mu?



1980 darbesinde Diyarbakır Cezaevi?nde ne yapıldıysa, aynısı Ankara Mamak?ta da yapıldı. Askı, falaka, çelik dolaba koyma, elektrik verme, hepsi vardı. İşkencede öldürülenler oldu, bunlar hakkında bir satır dahi yazılmadı. Medya Mamak'ı neden görmedi.



28 Şubat'a giden yolda medya ve siyasilerin ilişkisi nasıldı? Çiller'in odasına girip ayağını sehpanın üzerine koyarak: "Nasılsın Tansu? İyi misin?" diyen genel yayın yönetmeni kim?



1960'tan günümüze şahitlerin dilinden darbeler...





12 Eylül 2011 Pazartesi

İŞTE DERİN DEVLETLE TANIŞANLAR

2007'de başlayan Ergenekon davası ve 2002 Balyoz darbe planlarının ortaya çıkmasının ardından yaşanan süreç Türkiye'de yeni bir dönemin başladığının göstergesi.
Dava her ne kadar bugüne ait gibi görünse de kökleri geçmişe ait. Süreci sulandırmaya çalışanlar, Türkiye'nin siyasi bir hesaplaşmanın içine sürüklendiği söylentilerini ortaya atanlar olsa da Türkiye, Demokrasi geleneğini kökleştirme ve Hukuk Devleti olma yolunda önemli bir değişim ve dönüşüm yaşıyor.


Bu değişimi sağlıklı bir zemine oturtabilmek ancak geçmişin doğru irdelenmesi ile mümkün. Eskiye ait hataların Türk Ordusu'na mal edilmesinin yanlışlığı kadar, Türk Ordusu'nun içerisindeki yasa dışı yapılanmayı örtbas etmeye çalışmak da o derece yanlış. Geçmişteki hataların ağına yeniden düşmemek için toplumsal hafıza tazelenmeli, önceki dönemlerde neler yaşandığı iyi incelenmeli.

Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan Gazeteci – Yazar İdris Gürsoy tarafından kaleme alınan Darbenin Şahitleri isimli kitap, Türkiye'nin bugün vardığı noktaya katkıda bulunan önemli bir eser. Darbelerin hafızalardaki izini sürüp, canlı şahitlerin hatıralarından hareketle okuruna geçmişte yaşananları değerlendirme ve yorumlama imkanı sunan röportajlardan oluşan eser oldukça çarpıcı bilgiler ihtiva ediyor.

Darbenin Şahitleri, bu paralelde bir çok ilke de imza atıyor. 1960 öncesi Kayseri olaylarının Yeşilhisar savcısının dönemin olayları ile ilgili yorumlarını, 27 Mayıs'ın Ege kısmını organize eden Albay Ertuğrul Alatlı'nın notlarını, Gazeteci Orhan Birgit'in ‘Öğrenci olaylarını ben organize ettim. Kıyma makinesi haberleri dezenformasyondu' itirafını ilk siz okuyacaksınız.

Darbe Şahitleri'nde bir çok önemli ismin yaşananları aydınlatacak cesur röportajları var. Turgut Özal'ın en yakınındaki isim Vehbi Dinçerler, Tansu Çiller'in danışmanı Hüseyin Kocabıyık, Bülent Ecevit'in koruma müdürü Recai Birgün, Recep Tayyip Erdoğan'ın baş danışmanı Yalçın Akdoğan Ankara'da verilen iktidar mücadelesinin perde arkasını etraflıca anlatıyorlar.

Derin devletin Türkiye'ye hakim olduğu günleri yaşayan bu isimlerden kimi kullanıldı, kimi ateşe atıldı, kimi hedef yapıldı, kimi de bugüne kadar sessiz kaldı. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 93 suikastler süreci,28 Şubatve 27 Nisan muhtırasının suskun şahitleri, çarpıcı bilgi ve hatıraları ile ilk kez Darbenin Şahitleri'nde bir araya geldi.

26 Mayıs sabahı ihtilal ortamı var mıydı? İsmet İnönü27 Mayısihtilâlini ve Menderes'in asılacağını önceden biliyor muydu? Yassı ada öncesi bir gecede nasıl anayasa hazırlandı?CHPyer altı faaliyetleri yürüttü mü? 93 yılında Tansu Çiller ve Fethullah Gülen Hocaefendi'ye suikast girişimleri oldu mu? Süleyman Demirel'in 28 Şubat'taki tavrı neyin göstergesi? Erbakan'ın başbakanlığı dönemindeki Milli Güvenlik Kurulu'nda neler yaşandı? Demokratik adımlarla terör eylemleri arasında nasıl bir bağlantı var? 27 Nisan'dan sonra erken seçime gidilmese darbe gelebilir miydi? Ergenekon Operasyonu'nun sonuçlanması darbeleri bitirebilir mi? sorularına cevap veren Darbenin Şahitleri, Türkiye'nin 50 yılına damgasını vuran derin bir yapının bugüne yansıyan izlerini ortaya çıkarıyor.  kaynak: samanyolu haber

Yayınevi : Kaynak
Eser Adı : Darbenin Şahitleri
Yazarı : İdris GÜRSOY
Türü : Popüler Tarih
Ebat : 13,5 x 21 cm



9 Eylül 2011 Cuma

DARBENİN ŞAHİTLERİ, KİTAPÇILARDA

27 Mayıs'a nasıl gelindi? Darbenin işaret fişeği sayılan Kayseri Yeşilhisar olaylarının iç yüzü neydi? Gazeteci Orhan Birgit'in kan donduran itirafları; Öğrencileri ben organize ettim. Kıyma makinası haberleri tam bir dezenformasyondu. 28 Şubat'ta neler yaşandı? Necmettin Erbakan, MGK ünlü bildirinin çıktığı MGK toplantısında askerlere ne diyemedi? Nevzat Ercan: Kur'an kursu yemini yalandı! 28 Şubat sahte raporlarla kotarıldı. Batı Çalışma Grubunu deşifre eden Emniyetçi Bülent Orakoğlu: 28 Şubat bir cunta hareketiydi. 27 Nisan e muhtırasının perde arkasında ne var? Muhtıraya kim kaleme aldı? Hasan Celal Güzel: Seçime gidilmese darbe olurdu! 2002'den sonra hayata geçirilmek istenen darbeler nasıl önlendi? Emekli yarbay Şenol Özbek; Hilmi Özkök Paşa, demokrasi diyerek sapma gösterdi. 2008'de açılan AK Parti'yi kapatma davası hukuki miydi? Anayasa Mahkemesi eski üyesi Prof. Sacit Adalı, kritik kararın perde arkasını aralıyor. 1993'te şüpheli bir şekilde hayatını kaybeden cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın en yakınındaki bakan Vehbi Dinçerler; Kavgayı silah alımlarına müdahale başlattı. Gazete manşetleri ile linç edilen Tansu Çiller'in başdanışmanı Hüseyin Kocabıyık: Çiller'e İstanbul sermayesi Gümrük Birliği'ne girme, dedi. Israr edince düğmeye bastılar.2002'de iş göremez raporu verilerek Başbakanlığı elinden alınmak istenen Bülent Ecevit'in koruma müdürü Recai Birgün: Kılıç Paşa, Ecevit'ten DSP'yi istedi. 27 Mayıs darbesinden sonra idam edilen başbakan Adnan Menderes'in oğlu Aydın Menderes; Cindoruk, babamın avukatı değildi. Bazı sağcılar asıllarındaki tek parti zihniyetine döndü.

Eylül 2011, 238 sayfa, ISBN: 9786055510473



6 Eylül 2011 Salı

KOŞENER'İN İTİRAFLARI NE ANLAMA GELİYOR?

Eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in ‘skandal’ konuşmalarını Prof. Dr. Vedat Bilgin’le görüştüm. Bilgin’e göre, devletin militer ilkelerle yönetilmesini isteyenler hâlâ direnç gösteriyor. Ama bu aynı zamanda bir normalleşme sancısı.

http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-30323-kosanerin-sozleri-normallesme-sancisi.html

AKSİYON'DA YAYINLANAN RÖPORTAJIN TAM METNİ

Türkiye nasıl bir ülke? Normal bir vatandaşın söylemesi durumunda askerlikten soğutma gerekçesiyle hakkında dava açılacağı konuları daha düne kadar ordunun bir numarası olan Işık Koşener’den dinliyoruz. ‘Varan 1’ diye internete düşen ses kaydında silah arkadaşını vuran askerlerimizden, teröristleri görünce silahını bırakıp kaçan komutanlardan, döşenen mayınların yerlerinin bilinmediğinden, emir komuta zincirinin bozulduğundan bahsediyor. Peki, kendisi kara kuvvetleri komutanlığı ve genelkurmay başkanlığı gibi en üst görevlerde bulunmuş emekli Orgeneral Koşener, bu kötü gidişi önlemek için ne yapmış? Kurmaylarına ne öneriyor? ‘Varan- 2’ ses kaydı işte bu soruların cevabını veriyor. Karşımızda bütün bunların üzerini örtmeye çalışan, reformlara direnen, gerekirse ‘demokrasiyle kastederiz’, diyen bir komutan duruyor. Koşener, hataları, ihmalleri ve hatta ihanetleri sıralayıp kurmaylarını bundan böyle daha dikkatli olmaları noktasında uyarıyor.


Normal bir ülkede neresinden bakarsanız bakın skandal kabul edilecek sözler Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde ne anlam ifade ediyor? Nasıl değerlendirmek lazım? Prof. Dr. Vedat Bilgin, kalkınma ve modernleşme konularında çalışmaları ile tanınan bir akademisyen. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi.

Işık Koşener’in açıklamaları çerçevesinde Aksiyon’un sorularını cevapladı.

-Eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşener’in internete düşen ses kayıtlarını bazıları, ‘itiraf’, bazıları ‘özeleştiri’ olarak değerlendirdi. Siz nasıl bakıyorsunuz?

Birincisi; Genelkurmay Başkanı, Türkiye’nin özel, askerî meselelerini, sır bilgileri konuşuyor ve bunlar dinlenebiliyor. Bu büyük bir güvenlik zaafı. İkincisi, Türkiye’de genelkurmay başkanı bile dinlenebiliyor. Bu da hukuk skandalı. Hukuk devletinin bireylerin özel hayatlarını koruması lazım, bu korunmuyor. Ben itiraf da özeleştiri de demiyorum. Bir kere içeriğindeki mantığı felaket. Ne kastediliyor? ‘Sivil alandan şu tür talepler geliyor, bunlara dikkat edelim.’ Sanki sivil iktidar alanı rakip bir iktidar alanı gibi algılanıyor. Kurumsal yapı sahip olduğu iktidarı kaybediyor, bunun karşısındaki tavır olarak görüyorum. Türkiye’ye, dünyaya nasıl bakıyor? Bunların hiçbiri çağa uygun anlayışlar değildir. Bu bakımdan çok ciddi bir durumla karşı karşıyayız.
-Nasıl bir durum?
Ordunun kendisini siyaset kurumunun alternatifi olarak görmesi, hatta rakibi olarak görmesi, mücadele ettiği bir kuruluş şeklinde tanımlaması, militarizmin devletin içindeki kurumsal ilişkileri tahrip ettiğine işarettir. Militarist ideolojinin çeşitli kurumlara nasıl nüfuz ettiğini gösteriyor. 21. yüzyılın başında böyle bir anlayışın Türkiye’de nasıl var olduğunu ve direnmeye çalıştığını gösteriyor. Esas felaket tarafı budur. Öbür tarafta PKK’ya karşı şunu yapsaydık bunu yapsaydık, bunların hiçbir önemi yoktur. Esas ‘biz bir iktidar blokuyuz, karşımızda da bir iktidar bloku var’ diyor. Ben bunu felaket olarak görüyorum.

-Bu anlayış orduya nasıl yerleşmiş? Böyle bir gelenek var mı?

Türkiye’nin geleneğinde, ordu devlet ilişkisinde bunlar yoktur. Bunların olduğu dönemler bunalımlı dönemlerdir. Bu anlayışın ortaya çıkmasında 27 Mayıs’ın çok büyük rolü olduğunu düşünüyorum. 27 Mayıs ordu merkezli bir devlet, devlet merkezli bir toplum anlayışını oluşturmuştur Türkiye’de.

-Koşener’in bu görüşleri ordunun hâlâ sivil iktidarlara tavır içinde olduğunu ortaya koymuyor mu?

Bu, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin hâlâ ne kadar önemli olduğunu, derinleşmesi gerektiğini gösteren bir tablodur. Bir itiraftan ziyade onlar bunu normal görüyor.
Bu anlayışı korumak için ortaya konulan direnç ve mücadele bizim doğrudan doğruya temel hak ve özgürlüklerimize –çünkü siyaset yurttaşların hukukunun içerisinde olan bir şeydir– saldırıdır, karşı tavırdır. Bu zihin dünyasını, devletin işleyiş biçimi olarak normal görüyorlar. Bu büyük bir problem.

-Neden problem?

Yurttaşların hukukunu tanımamak demektir bu. Siyasal özgürlükleri tanımamak, devleti bir bürokratik zümrenin aracı hâline getirmek, Meclis’in hukukuna el koymaya kalkmak demektir. Askerî darbeler bu zihniyetin ürünüdür. Onun için Türkiye’nin bu hukuksuzluğa karşı bir an önce demokratik örgütlenmeyi devlet içerisinde değiştirmesi lazım. Yani 35. madde derhal kaldırılmalı Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmalı. Güvenlik meseleleri dâhil her şey sivil iktidar alanının içerisinde kararlaştırılmalı. Sadece güvenlik güçlerine görev verilmeli. Böyle bir devlet hiyerarşisinin yeniden biçimlenmesi lazım.

-Ama Koşener, ‘35. madde kalksa da biz yapacağımızı yaparız, kimse bize görevimizi söylemesin’ diyor?

35. maddeye ilişkin sözler, bu zihniyet dünyası ile ilgili bir şey. 35. maddeye dayanıyor görünüyor ama değil. ‘Bizim böyle bir görevimiz var’ diyor. Sizin böyle bir göreviniz yok. Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma kollama TBMM’nin görevidir. O görevin nasıl kullanacağına da kendisi karar verir. Milletin hukukuna devletin kurumlarından hiçbiri el koyamaz, uzatamaz, müdahale edemez.

-Sivil irade ne yapacak o zaman?

Sivil irade bu konuda hiçbir tereddüt yaşamamalıdır. Bu ideolojinin yerine bunu tasfiye edecek bir yaklaşımı ortaya koymalı. Devletin işleyişinde kurumların statülerinin siyaset kurumunun altında bir yerde olduğunu hukuken düzenlemek lazım. Yeni anayasa içinde devletin kurumlar arası ilişkide siyaset kurumunun, onun içinde de sivil iktidarın belirleyiciliğinin açık şekilde görülmesi lazım. Yeni, sivil bir anayasa ile 27 Mayıs’ın kurduğu devlet düzeni kesinlikle bitecektir. Türkiye’nin geçirdiği birçok aşama 27 Mayıs’ı tasfiye edecek güce ulaşmıştır. 27 Mayıs, militarist anlayış arkaik konumda kalmıştır. Hızlı bir şekilde modernleşen, kentli, orta sınıflaşmanın yaygınlaştığı, üreten bir Türkiye’deyiz. Siyaset kurumlarının devlet kurumları karşısında zayıf olduğu bir Türkiye yok artık. Türkiye’nin toplumsal yapısı değişmiştir, uluslararası güç elde etmiştir, bunların olduğu Türkiye’de eski yapı, soğuk savaş, 27 Mayıs’ın belirlediği yapı, NATO karargâhından müdahaleler artık taşınamaz. Bunlar hep Türkiye’nin toplumsal gelişmesinin gerisinde kalmış, toplumsal anlayışlar ve siyasal yapılardır. Yeniden biçimlendirilmesi için tamamen toplumsal ve tarihsel şartlar olgunlaşmıştır. Meclis’in sivil iradesinin ön plana çıktığı yeni bir siyaset anlayışına geçişin tam zamanıdır.

-Koşener’in açıklamaları bu süreçte ne anlam ifade eder?

Bu geri yapıyı sürdürme arayışını ifade eder. 27 Mayıs’ın tortusunun, devletin militer ilkelere göre yönetilmesi fikrinin kalıntılarının direnci olarak görebiliriz. Yeni yapının zihin düzeyinde zaten yeni örneklerini görüyoruz. Ergenekon dokümanında bu zihniyetin daha vahimleri var.

-Koşener, bir yerde ‘direnç’ göstereceğini söylüyor. Ordunun mücadeleye devam etmesi sürecin risklerle dolu olduğunu göstermiyor mu?

Bu risk değil. Türkiye’nin geldiği noktada risk değil bir anlamda tedirginlik. Ben bunu değişim sancısı olarak görüyorum. O sancıyı onlar da çektiğini itiraf ediyorlar, ‘olacak’ diyorlar.

-Koşener’in açıklamaları askerin genel görüşünü yansıtıyor mu?

Türk ordusunun kurumsallaşmış kimliği ile bu tür değerlendirmeleri yapan insanların görüşlerini birbirinden ayırt etmek lazım. Türk ordusu Fatih Sultan Mehmet’in, M. Kemal Paşa’nın ordusudur. Onun için 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubatçı cuntacı askerlere ya da onların görüşlerini günümüzde şu veya bu bakımdan temsil edenlere bakarak Türk ordusunu değerlendirmemek lazım. Türk ordusu Meclis’e bağlı, kendisine düşen rolü oynayan bir yapıya kavuşturulmalı. Genelkurmay başkanı da Alpaslan’ın, Fatih’in, Atatürk’ün ordusunun geleneğini temsil ettiğinin bilinci ile hareket etmeli.

-Yeni komuta kademesinden beklentiler var. Ordu, demokratikleşmeye katkıda bulunabilir mi?

Ergenekon davası çok önemli. Türkiye hukukla, darbe teşebbüslerini yargılayıp, bunların üzerine gidiyor. Onlar yargılandığında o heveste olanlar da o yolların kapandığını fark edecek. Bundan sonraki aşamada Türk ordusunun kendi tarih bilinci ile hareket eden komutanları ile beraber bu sürece destek vereceğini düşünüyorum. Türk ordusu militarizmi savunan bir yapı değil. Orada bir yapı kurdular, 60’ta bir operasyon yaptılar. Şimdi Türkiye hukuk devleti ile bu yapıyı normalleştiriyor. Türkiye’nin temel süreçlerindeki gelişmeyi Türk ordusu destekleyecek. Tarihsel olarak ömrünü doldurmuş yapıları tasfiye edebilecek bir aklı ortaya koymasını bekliyorum ben ordudan.

-27 Mayıs devletinin sonu geldi diyebilir miyiz?

Ben tamamen öyle düşünüyorum. 27 Mayıs’ın devlet içinde kurduğu düzen tamamen tasfiye ediliyor. Yeni anayasa gibi aşılması gereken mesafeler var ama eski düzen süratle tasfiye ediliyor. Türkiye’nin bu sivil dinamikleri ile hukuk ölçüsünde bununla mücadele eden kurumlar kendi görevlerini fazlasıyla hassas bir şekilde üstlenmiş vaziyette.

-Terörle mücadelede neden başarısız olduğumuzun cevabı da var mı bu açıklamalarda?

Dolaylı olarak var. Gerekçelerin hiçbiri doğru değil. Esas başarısızlığımızın sebebi şudur: Süreç sivil iradenin denetiminde ve yönetiminde işletilmiyor. Terör sadece militer unsurlara bırakılacak bir hadise değildir. Türkiye bunu tecrübe etti. 90’ların başında hükümet bir yapılanmaya gitti, terörü sıfır noktasına kadar geriletti. Terör Bekaa Vadisi’nde çaresiz kaldı. Sivil irade ön plana çıktığında terörün nasıl yenileceğini gördük. Demek ki terörün yenilmesi de sivil hükümetin, Meclis’in kararındadır. Esas sorun şu komutanın şu ya da bu başarısı başarısızlığı değildir. Sivil iktidarın ortaya kendi hükmünü geçirecek irade koymamış olmasıdır. İktidar meseleye el koyduğu, yeni bir örgütlenme yaptığı zaman meseleyi çözer.

-Neden o dönemde terör bitirilemedi?

Türkiye’nin terörle mücadele ettiği o sürecin arkasından 28 Şubat süreci geldi. 28 Şubat deforme eden, bozan, yeniden terörü de güvenlik güçlerine terk eden bir anlayışla Türkiye’yi baş başa bırakmıştır. Ve bugün terörün geldiği noktada 28 Şubat’ın büyük vebali vardır.

-Güvenlik politikalarının öne çıkması demokratikleşmeyi nasıl etkiler?

Sivil iktidar, güvenlik politikalarını ön plana çıkarır ama sivil bir anlayışla. Yani toplumsal politikalarla bölgeyi kucaklar, terörle halk arasına geniş bir mesafe koyar, o zaman da terörü izole ederek bitirir. Terörü yenmeden hiçbir politikanın başarılı olma ihtimali yoktur ama sivil bir iktidar anlayışının hâkim olması lazım. Bugün o anlayış ön plana çıktı. Yaşadığımız onca tecrübeden sonra. Şimdi bunun ortadan kalkmasında sorumluluk hükümetindir. Terör çok ciddi sorun ama terörle mücadele önemli bir fırsat veriyor. Türkiye özel birlikler, uluslararası operasyon yapabilecek yeni bir yapı kurabilir. Böyle bir yapılanma ile terörün üzerine gidilsin, netice alınır. İktidar yeniden orduya kayacak değil, hayır burada başarılı olsun sivil iktidar kendi meşruiyetini, güvenlik konusunda da üretmiş olur. Bir taraftan demokratikleştiren, bir taraftan terörü yenen ve güvenlik meselesini en etkin şekilde çözen bir anlayış, sivil iradenin güçlenmesi ile ancak bunların mümkün olduğunu görmemiz lazım.

-Neden militer unsurlar başarısız olur?

Çok açık; sivil iktidarlar halka hesap vermek zorundadır. Onlar başarısız olursa hiçbir yere hesap vermiyor.

-Türkiye’de iktidar mücadelesi kimler arasında geçiyor? Bugünkü sancının sebebi nedir?

60’a kadar Türkiye’de bürokratik yapı iktidardadır. Tek parti döneminde adım adım milletle yapılan ittifak bozulmuş, tasfiye edilmiş, iktidar bürokrasinin eline geçmiştir. 60’ta başka bir kırılma olmuş, bürokrasi içerisinde iktidar militarizmin eline geçmiştir. Bugüne kadar militarizmin iktidarı sürmüştür. Bugün süreç tersine dönüyor. Toplumsal değişimler iktidarı ele geçiriyor, bürokrasinin ve militarizmin iktidar alanını tasfiye ediyor. Bürokratik düşüncenin içinde bulunan aydınlar bile hızla özür diliyorlar ya da yanlış yapmışız gibi itiraflarda bulunuyorlar, mazeretler arıyorlar, bunların içinde gazeteciler de var. Artık kaybettiklerinin, ayaklarının altından halının çekildiğinin farkındalar. Özal’dan başlayan ve bugüne kadar devam eden Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal değişimi bunu başlatmıştır. İktidarların da rolü çok önemlidir. YAŞ kararlarında sivil iradenin ortaya koyduğu karar çok önemlidir ama asıl değişim arka planda toplumdaki değişimlerdir.

29.08.2011





25 Ağustos 2011 Perşembe

BAŞBAKAN'IN BAŞDANIŞMANI AKDOĞAN HÜKÜMETİN YOL HARİTASINI ANLATTI: HEM DEMOKRATİKLEŞME HEM TERÖRLE ETKİN MÜCADELE

Erdoğan’ın en yakınındaki danışmanlarından Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan, “Yeni süreçte terörle mücadele ve demokratikleşme, birbirine paralel devam edecek.” diyor.

Ankara, olağanüstü bir haftayı daha geride bıraktı. Birbiri ardına yapılan terör saldırıları bardağı taşırdı. Çarşamba günü geç saatlerde Türk uçakları uzun bir aradan sonra sınırın hemen ötesindeki PKK kamplarını bombaladı. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Başbakan Erdoğan, ramazan sonrası için tarih vermiş, teröre karşı etkin önlemler alınacağını söylemişti. Ağustos şûrası sancılı geçse de yeni komuta kademesinin ilk işi, ellerinde dosyalarla Başbakanlık konutunda terör zirvesi yapmak olmuştu. Hakkâri Çukurca’dan gelen 9 şehit haberi, bıçağın kemiğe dayandığı son nokta oldu ve operasyonlar için düğmeye basıldı. Peki, bundan sonra ne olacak? Hükümetin yeni terörle mücadele konseptinde neler var? Demokratikleşme sekteye uğrar mı? Başbakan Erdoğan’ın en yakınındaki danışmanlarından Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan’a sorduk.


-Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in yeni anayasaya destek vermeleri için muhalefet liderleri ile görüşüp uzlaştığı gün Çukurca’dan şehit haberleri geldi? Eylemler demokratikleşmeyi mi hedef alıyor?

Bugüne kadar Türkiye ne zaman ayakları üzerine doğrulsa, ne zaman demokratik adımlar atmaya kalksa birileri bu süreçleri sabote etmeye çalıştı. Referandum sürecinde gördük, seçim süreçlerinde yaşadık. O zaman şunu sormak gerekiyor: Hangi amaca hizmet ediyorlar?

-Hangi amaca?

Seçimden çıkılmış, yeni bir anayasa yapmak için herkes ümitlenmiş, kronik sorunların çözümü için imkân doğmuş, tarihî fırsat önümüze konmuşken birileri sabote etmenin derdinde. Bu, kirli bir oyun. Terör örgütünün süreci sabote etmesine müsamaha gösterilemez. Ayrıca PKK’nın bölgede vatandaşlar üzerinde baskı ve şantajla nüfuz oluşturmasına da izin veremeyiz. Şu anda PKK bölgede haraç topluyor, iş makinelerini yakıyor, iş yeri kapattırıyor. Peki, bu insanlar kim? Hepsi Kürt. Bölgedeki Kürt vatandaşlarımızın üzerinde PKK’nın ciddi bir baskı oluşturup bunun üzerinden bir siyasi alan açma çabası var. Bunu kırmak durumundayız. Vatandaşlarımızı PKK’nın esareti altına sokamayız. Açılımın sürmesi, demokratikleşme sürecinin devamı açısından terör örgütünün etkisinin kırılması büyük önem taşıyor.

-Güvenlik politikalarının öne çıkması, demokratikleşmeyi olumsuz etkiler mi?

Terörle mücadele varsa demokratikleşme yok, demokratikleşme varsa terörle mücadele yok anlayışı yanlıştır. Demokratik açılımın iki ayağı var. Bir, demokratikleşme; iki, terörün son bulması. Demokratikleşme devam edecek, hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi için çalışacağız. Aynı zamanda daha etkin bir şekilde terörle mücadele de sürdürülecek.

-Ancak 90’lı yıllara dönme endişesi var.

Türkiye, 90’lı yıllara dönemez ve dönmeyecektir. 90’lı yıllarda kirli bir savaş vardı. Bu savaş üzerinden toplum ve hükümet baskı altına alınmış, siyaset kurumu etkisizleşmişti. Birtakım hukuksuzluklar yaşanıyordu. Orada terörle mücadele edilirken PKK ve vatandaş birbirinden ayırt edilmemişti. Hukuk dışına çıkılarak, yanlışlar yaparak, vatandaşa PKK’lı muamelesi yapılarak verilen bu mücadele PKK’ya kayıp verdirmedi, aksine daha çok halk desteği bulmasına sebep oldu. Bölgede olağan dışı şartlar ortaya çıktı. Bugün demokrasiden taviz verilemez.

-Bu dengeyi nasıl koruyacaksınız?

Hukuk dışına çıkmadan vatandaşı değil, PKK’yı hedef alan bir mücadeleden bahsediyoruz. O günkü anlayış inkâr ve imhaydı. Bu anlayış çoktan geride kaldı ve bir daha bu anlayışa dönülemez. Bugün inkâr ve imha değil, demokrasi ve mücadele dönemi var. Demokrasi içinde her şey gerçekleşiyor. Kürtlerin varlığı tanındı. Hak ve özgürlükler noktasında meseleye bakılarak bir paradigma değişikliğine gidildi. İnkârcı, dışlayıcı anlayış yerine hak ve özgürlükleri kabullenen daha şefkatli bir anlayış geldi. Bu paradigma değişimi zaten Kürt meselesinin en önemli ayağının, siyasi ayağının ortadan kalkmasına sebep oldu.

-Nasıl?

Kürt meselesi dediğimizde bir; ilgisizlik, geri kalmışlık, geri bırakılmışlık durumu vardı. İki; ayrımcı, dışlayıcı bir anlayış vardı. Bu ikisi problemdi. Paradigma değişti ama ortada şimdi başka bir sorun var: Ayrılıkçı, etnik Kürt milliyetçiliği temelinde silahı, terörü kullanan bir anlayış...

-Paradigma değişikliğinin sonuçlarını nasıl göreceğiz?

Eskiden sivil irade sürecin çok dışındaydı. Tribünden izliyordu olayları. Mesele askere havale edilmişti. Yeni süreçte asker-sivil ilişkilerinin normalleştiğini görüyoruz. Siyasi irade muktedir hâle geliyor. Birçok alanda daha etkili artık. Bunların içinde terörle mücadele de var. Terörle mücadelenin yönlendirilmesi, kontrolü sivil iradenin denetiminde olacak.

-Somut hangi adımlar atılacak?

Terörle mücadele konseptini hazırlayıp hayata geçirecek olan siyasi iktidardır, bunu uygulayacak olan da elbette güvenlik güçleri olacaktır. Yeni teknolojilerle, yeni yöntemlerle terörle daha etkin mücadele edilecek. Valilerin sürecin içinde olması, karar noktasında gecikmeleri engelleyecek. Daha hızlı hareket etmek, daha profesyonel birliklerle bu işi yapmak, teknolojiyi daha fazla kullanılmak ve uluslararası ilişkileri daha etkin hâle getirmekle daha iyi bir netice alınacaktır.

-Eylemler atılacak adımları engeller mi?

Tersine, terör tırmanır, sorun daha da büyürse yeni düzenlemelere gidilmesi hızlanacaktır.

-Terör eylemleri Kürt sorununun çözümünü nasıl etkiler?

Saldırılar, örgütü hedefine götürmeye dönük değil, taktik saldırılar. Hükümeti köşeye sıkıştırmak istiyorlar. Ortada bir Kürt sorunu var ama PKK ve BDP’nin tanımladığı Kürt sorunu, kendi hedef ve amaçlarını ifade ediyor. Bundan dolayı çözüm dendiğinde kastettikleri de kendi amaçları oluyor. Kürt sorununu çözdüğünüzde siz onların sorununu çözmüş olmuyorsunuz. Sosyal politikalar yapın, devletin şefkat elini götürün, bunlar Kürt sorunu çözülmüştür demiyorlar. Çünkü çözüm tanımlamaları bizimkinden farklı.

-Çözümden ne anlıyorlar?

Abdullah Öcalan’ın kurtarılması, PKK’nın meşrulaştırılması, özerklik… Siz demokratik bir ülkede vatandaşların özgürlüklerini geliştirmeye çalışıyorsunuz, herkes insanca yaşasın, ana dilini konuşsun diyorsunuz ve bu yönde adımlar atıyorsunuz; ancak BDP bunu yetersiz görüyor. Onlar amaç ve hedeflerine ulaşmak için demokratikleşmeyi yeterli bir yöntem olarak görmüyorlar.

-Neden?
Çünkü demokrasi içinde bu hedeflerine ulaşamazlar. Toplum kabul edemez. Böyle olduğu için de dayatmaya gidiyorlar. Terör o zaman devreye giriyor. Biz şunu reddetmiyoruz. BDP demokratik bir mücadele vermelidir, dışlanmamalıdır. Ama örgütün hedeflerini dayatmaya kalkarsan buna demokrasilerde kimse eyvallah demez. BDP de biliyor ki o politikasını demokrasi içinde gerçekleştiremez. Adam çıkıyor ‘Ben demokratik özerklik ilan ettim’ diyor. Bu tür dayatmalarla hükümeti bir yere getirmeye çalışıyorlar.

-KCK operasyonları hep eleştirildi. Açılıma darbe olarak değerlendirenler oldu? Buna katılıyor musunuz?

Açılım var diye siz bir hukuksuzluğa göz yumamazsınız. Terör örgütü şehirlerde birtakım yapılanmalar kurup bölge halkı üzerinde tehdit oluşturuyor, kendi belediye başkanlarını örgüt komiserleri sorguya çekebiliyorsa buna tahammül edilemez. Buna elbette operasyon yapacaktır. Legal ve illegal birbirine karıştırılamaz. KCK operasyonları doğru ve gereklidir. Uygulamada bazı yanlışlık olabilir ancak özü itibari ile yasa dışı yapılara hukuk devletinde göz yumulamaz.

-Meclis açıldığında BDP ile ilişki kuracak mısınız? Onlardan ne bekliyorsunuz?

BDP sahici bir aktör olmalı, demokrasiyi bütün kurumları ve kuralları ile kabullenmeli. Sorunun değil, çözümün bir parçası olmalı. Toplumu kışkırtan tavır ve davranışlardan kaçınarak sorunun çözümüne destek vermeli. PKK’nın terör eylemleri süreci ne kadar zora sokuyorsa, BDP’lilerinki de o kadar toplumu geriyor. Bir çözümden bahsediyorsak bu bütün toplumun kabul edeceği bir çözüm olacaktır. Toplumsal algıyı hesaba katmalıyız. Kendi kitlelerini hesaba katarak konuşurlarsa süreçleri zora sokmuş olurlar. PKK kanlı saldırılar gerçekleştirdiğinde ortaya koydukları tavırlar önemli. İnsanların yaşam hakkı ortadan kaldırılırken tek kelime laf etmiyorsun, o zaman ben senin samimiyetine nasıl inanacağım?

-Anayasa çalışmalarından sonuç alabilecek misiniz?

AK Parti komisyon kurdu, dersini çalışıyor, hazırlıklarını yapıyor. Diğer partilerin ne diyeceği de önemli. Ancak biz samimi olarak çalışmaları devam ettireceğiz.

22.08.2011, AKSİYON, İDRİS GÜRSOY



20 Ağustos 2011 Cumartesi

Guardianship cannot be eliminated without destroying coup tradition

İdris Gürsoy, Ankara

She was just 10 years old, living in the presidential palace, when she woke up to the sound of the tanks.


She stepped out of her room with fear, and it would only be shortly after that she would understand what was going on. A group of military officers had taken over the administration by carrying out a coup on May 27, 1960. This was the end of the road for her grandfather, Celal Bayar, and prime minister at the time, Adnan Menderes. Emine Gursoy Naskali, along with her family, was taken to Çeşme where she would remain in custody, whilst Bayar and Menderes as well as their colleagues were arrested and put on trial, which would eventually take them to an execution court. The Yassıada trials were held to convict the Democrat Party (DP)-led government members; the democratically elected government had been overthrown and the military had introduced a guardianship regime.

Bayar had warned the government about a coup plot by nine military officers in 1957. However, the DP did not take the warning seriously; eight out of the nine suspects were released and reinstated in their positions. The juntas went underground. Bayar’s concerns were confirmed three years later on May 27, 1960.



We talked with Professor Naskali about the tradition of coups that began with the May 27 coup. Naskali gave interesting details on the Yassıada trials and explained why businessman Vehbi Koç had not agreed to be a witness despite requests by DP members. Her most important message, however, suggested that the guardianship regime is not over yet despite growing efforts to address the coup issue. Naskali, who gave the minutes of the Yassıada trials to researchers, deserves greater attention because of her extensive firsthand experience of the near past of Turkey, her expertise on historical documents from the 1960 period and what she learned from talking with the leading actors of the time.



What would you say about the involvement of the military officers in the Yassıada trials, in the coups and the prosecution of the military for similar charges today?



The junta carried out the coup and during the period between August 1960 and February 1961; 235 generals and 5,000 high-ranking officers who would not lend support to the coup were expelled from the army. Is this our glorious army or the junta? Those who represented the military after the coup are the same as the post-coup structure that the coup-makers desired. I cannot talk about a normal and regular army after the coup in 1960. In the aftermath of the coup, the military was surrendered to the coup makers.



Are the traces of May 27 still evident in the army?



Some army members see the military as a command party superior to regular political parties. The 1961 Constitution involved the military in politics. It honored the 1960 coup and promoted the idea that coups are a part of the army’s regular job. The military has not gotten rid of the May 27 mentality. It does not say that May 27 was a criminal act, but it makes statements in regards to any issue that does not actually concern it. Chiefs of General Staff make public statements on a variety of issues, including economy and language. They visit storeowners. This is pretty unusual; it seems that the army is unable to interpret the world and Turkey.



How do you perceive the retirements of Işık Koşaner and three top military commanders right before the Supreme Military Council (YAŞ) meeting?



The recent resignations, the change in the Supreme Military Council, the ongoing investigation into the coup plots and plans to foment chaos as well as the decisions not to promote the military officers under detention are positive and constructive developments.



Your grandfather Bayar warned the DP government over a likely coup attempt. How would he react to the Ergenekon case now?



He would extend full support for the investigation and ask the authorities to exhibit determination in addressing this issue.



The request by Chief of General Staff Işık Koşaner and the top military commanders for early retirement did not result in a crisis. Is the era of coups over?



I would not say there is a chance for a coup, but I still have some doubts. The laws are important, but they alone do not resolve the problems. How the military officers are trained in the army is an important issue. They are indoctrinated there that they are the true owners of this country. The officers are raised by this mindset. This needs to be changed. It is a matter of mentality, not a matter of law. The civilians should also see this that way.



What should the civilian administration do about this matter?



They should dominate the military and should not make concessions. They should also get rid of the coup mentality from the Constitution and the laws. All these are fine, but the chance for a coup in Turkey is still not remote in Turkey.



Why is it so difficult to eliminate the guardianship?



They have governed the country with a single-party regime; guardianship means that they come in between individuals and the institutions. It is not all about whether an institution exists or not. Guardianship persists if the people with this mindset are still in that institution.



How is that?



The judges and prosecutors at Yassıada as well as the interrogators were appointed to the top positions in the justice system after the coup. They have remained in judicial mechanism their whole lives; naturally, they have left indelible marks on the judicial mechanism by picking the members of the judiciary that would replace them. The judicial bureaucracy has been shaped by people who served the coup attempts. The chief judge, Salim Başol, who said, “The power that locked you up here asked for this judgment,” was appointed as a member of the Constitutional Court created by the ’61 Constitution. The chief prosecutor, Altay Egesel, was appointed as a member of the Supreme Court of Appeals. There are a number of other similar cases. The same is in the military. The low ranking military officers from that era have been involved in all coup attempts since.



How?



May 27 was good training for coups; Ergenekon suspect Hurşit Tolon filed a lawsuit against me, arguing that I was influencing the trial process because I had made a statement. I said this: Tolon said he was a cadet during the coup. But he moved to the War Academy right after the coup. Where are the two years in between? In Ankara, the War Academy. What does the War Academy represent? The coup; the commander of the War Academy was executed in 1962. Why? Because he attempted to stage a coup against [İsmet] İnönü; I am drawing attention to the atmosphere within the War Academy.



Do the military and the judiciary have coup supporters?



It should be noted that there have always been coup attempts; the army has such a tradition. It strongly affects the military. Huge progress has been made with the referendum. The provisions on military guardianship have been amended. But not everything has been fixed. The coup tradition should be addressed properly. Defending the coup supporters in some courts goes to show that this mentality is still around in the military.



What did you feel when reading the minutes of the Yassıada trials?



This hurt me. I was hurt really badly reading the minutes; I was deeply hurt by the fact that these people, who had served extensively for the people and the nation, had been tortured. There were horrible things back then. Why did you kill the finance minister? Well, you executed the foreign minister because he was tough on the military. What was the fault of [Hasan] Polatkan? It is not possible to understand it.



How were the trials held? What was the most interesting thing in the minutes?



The fate of the trials in Yassıada, İmralı and Kayseri were all decided before they began. They had already made up their minds who they would execute and who they would send to jail. They did not insert any information that would help the DP; the lawyers tried to call İnönü, but the prosecutor and judges did not accept the motion, arguing that he was such a noble man that he could not be called to the court for testimony. However, his name appeared in all the cases. Businessman Vehbi Koç was also not summoned as witness. One of the accusations against the DP was that they contributed to the increase in the wealth of their supporters. For this reason, the DP lawyers called Koç as witness. He did not show up, saying he had a business meeting in Italy.



Why was Koç asked to give testimony in court?



The indictment stated that the DP government put pressure on the people and that the DP allegedly threatened to grant loans for its supporters alone. However, Vehbi Koç from the Republican People’s Party (CHP) received the greatest amount of loans during DP rule. He was asked to confirm this fact in court. Koç was a registered member in the CHP, but he later resigned. Again, they argued that the DP had forced him to do this. But the reason for his resignation was not that.



What was it?



Vehbi Koç relied on imports. Hasan Polatkan sent him a message saying that he had not implemented any project that would improve industrial production. Koç became concerned about this because what he really needed to make industrial investments. Back then, he was about to decide to become involved in the automotive industry. But it was difficult for him to do this with his CHP identity. In order to avoid this disadvantage, he stripped off his political identity by resigning. But he has always been close to the CHP.



The DP was also accused of introducing a dictatorial regime in the country?



The same happens now as well. A DP deputy said in his defense, “A government that would introduce a dictatorial regime requires armed forces.” It is certain that the military was not backing up the DP. The police was half the size of the Paris police department back then. The total number of police staff was insufficient to create a dictatorial regime in the country. A review of the other dictatorial regimes shows that they have strong party organizations, youth assemblies and local branches relying on violence. The DP did not have such organizations. The youth organization was assembled as an attempt to imitate the CHP. Otherwise, the government members would not have been summoned and taken to Yassıada within half an hour.



Why do some circles and the CHP still defend the Ergenekon-like groups facing charges over coup attempts?



They are pleased with these illegal groups. They want the Justice and Development Party (AK Party) to be overthrown and some of its members to be executed.



The Yassıada decisions are still out there; what should be done about it?



May 27 has not yet been confirmed as a criminal act. Most people condemn the coup. The judicial decisions taken during this period should be declared invalid. Their crimes should be confirmed. But how would this happen? The families of the victims should file a petition or motion for the annulment of the decisions of the Yassıada courts. Such a process may work. A special court was set up, but this is a coup court. Most of the staff were military judges and prosecutors. There is no such court anymore. A legal process may be initiated to annul the decisions of a nonexistent court. This should be given a thought.



Işık Koşaner was also in the drill in Yassıada. The military officers who carried out the May 27 coup were well trained. These officers were appointed to the key posts in the military councils, where the civilians had no voice. These officers played extensive roles in the Sept. 12, Feb. 28 processes, the Ergenekon and Balyoz coup attempts. Some commanders currently facing trial in the Ergenekon case assumed roles in the processes, where the DP members were persecuted and tortured during the coup in 1960. İsmail Hakkı Karadayı attended the rally held by War Academy cadets 60 years ago. İlker Başbuğ was in the Land Forces War Academy, which played a key role in the coup attempt on Feb. 22, 1962.



Before the start of the Yassıada trials, in June 1960, an announcement was made at the Kuleli Military School, calling on the second graders to appear in official uniforms in the morning gathering and noting that there would be a military drill in Yassıada. The second graders were called to the drill. The cadets called to the drill included Işık Koşaner and Veli Küçük. I heard this incident from Professor Mustafa Çetin Varlık and Professor Metin Karaörs. They were also second graders in Kuleli. They walked out of the school building, boarded a boat in Çengelköy and their IDs were checked at a barracks used as a liaison office in Dolmabahçe; they then boarded another boat. Nobody talked on the boat. When the boat arrived in Yassıada, they got off the boat and headed to the courtroom. The students took this drill as if they would attend the hearings in the next court session. The details of the drill were all planned, including the distance to be travelled and the time to be spent. But the most shocking exercise was done by the Yassıada judges and prosecutors. When the students took their seats, the Yassıada judges and prosecutors appeared in the courtroom, talking to the officers and making the final touches to the fictional hearing.



What did Bayar say about the junta within the army?



“When the incident with the nine officers was exposed in the army, Adnan Menderes got quite upset as prime minister because he thought the army was not involved in political affairs. He believed that Atatürk’s army would not get involved in daily political business and take action against a government elected by popular vote. For Menderes, the army was part of the nation outside of the political domain. It should be under the command of the nation. The prime minister held these views because of his understanding of Atatürk’s constitution and the state ideal. He took care of the incident. But he was so confident that the army would not be involved in politics that he did not go into detail. I found the incident with the nine officers pretty serious. I warned the prime minister and the Cabinet about this issue. The setup included Cemal Yıldırım, who shared his idea of organizing a coup in 1946. Menderes and I had Cemal Yıldırım in Selahattin Güvendiren’s home in İstanbul where we gave him extensive advice. Apparently, the ambitious officer was not affected by our advice and recommendations and sought additional ventures out of his ambition. The prime minister recalled all this, and he was aware of it. Despite this, he did not initiate a thorough investigation. I likened Menderes to a sad father who did not want to expose the criminal acts of his son. The officers were acquitted; the informant officer was convicted. The prime minister found the appointment of a new defense minister suitable and sufficient to address the whole case…”