5 Eylül 2012 Çarşamba

PKK ERGENEKON BAĞLANTISI, KÜRT VE TÜRK İTTİHATÇILAR

ORHAN MİROĞLU İLE RÖPORTAJ, 30 EYLÜL 2011, AKSİYON, İDRİS GÜRSOY
Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri terör. Ankara’da bombalar patlıyor. MİT-PKK görüşmeleri sızdırılıyor. Sınır ötesi harekât hazırlıkları var. İlk defa bir hükümet, terör sarmalına rağmen hem güvenlik önlemleri alıyor hem de demokratikleşme adımlarını atmakta kararlı görünüyor. Peki, korku ve ümit arasındaki ülkede bütün bu görünenlerin arka planında neler var? Orhan Miroğlu, Kürt aydın ve siyasetçi. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yargılanıp 8 yıl kaldığı Diyarbakır Cezaevi’nde en ağır işkenceleri gördü. Kürt aydın Musa Anter’i hedef alan suikasttan ağır yaralı kurtuldu. 12 Eylül referandumunda BDP boykot çağrısı yaparken ‘evet’ için sandığa gitti. Kürtlerin demokratikleşme adımlarını desteklemesini istedi. Şiddete karşı çıktı. Terör örgütü bazı yazılarından rahatsız oldu ve ölümle tehdit etti. Miroğlu, ‘Şiddeti tırmandıran PKK ne yapmak istiyor? Şemdinli, Silvan, Ankara Kızılay saldırıları ne anlama geliyor? Sınır ötesi harekâtın sonuçları ne olur? AK Parti’yi bekleyen tehlike ne? Kürtler, PKK baskısına direnç gösterebilir mi?’ gibi soruları cevapladı. Vesayetin en çetin yaşandığı alanın Kürt meselesi olduğunu söyledi. PKK’nın bu çapta bir savaşı tek başına sürdürmesinin mümkün olmadığını dile getirdi. Ergenekon’un PKK bağlantılarına dikkat çekti. Hükümeti, Kürtleri ve Türkleri yeni ve daha derin oyunlara karşı uyardı. İşte Miroğlu’nun süreçle ilgili çarpıcı, ezber bozan tespitleri.


-12 Eylül, Kürtleri nasıl etkiledi? PKK, neden şiddeti seçti?

Kürtlerin şiddetin içine çekilmesini devlet istedi ve çatışma öyle başladı. Bu dönemle ilgili bütün faturanın PKK ve Öcalan’a çıkarılması doğru değil. Onların önemli bir yeri vardı ama bu bir konseptti bence. 12 Eylül’den sonra normalleşmenin yaşandığı bir dönemde bunun hazırlığı zaten yapılmıştı. Hatta Diyarbakır Cezaevi’nde yapılmıştı. 12 Eylül’ün siyasi sonuçlarını toplum, Kürt siyasetinde daha fazla hissetti ve gördü. Bugün konuştuğumuz mesele bir bakıma ve büyük oranda 12 Eylül’ün ürünüdür.

-80 öncesi Kürt sorunu yok muydu?

Elbette vardı. Ama kabul edelim ki demokratik mecrada gelişen bir Kürt hareketi de vardı. Seçimler yapılabiliyordu. İnsanlar Kürt meselesinin gerilla mücadelesi yoluyla değil, demokratik mücadeleyle çözüleceğine inanıyordu. Kürt toplumunda, parlamenter sisteme kuvvetli bir inanç vardı. Bu inanç her ne oldu ise 70’li yılların sonuna gelindiğinde sarsılmaya başladı. O dönemde, Kürt söylemleri olan Kürt adaylar seçimleri çok güçlü merkez sağ ve sol partilerine karşı kazanıyordu. Sonra her şey, birdenbire bıçak gibi kesildi ve sebep sadece PKK değildi.


-Neydi?

Ben şu hikâyeye inanmıyorum. ‘Öcalan bir grup arkadaşı ile birlikte Çubuk’ta bir toplantı yaptı. O insanlar Kürtlerin kurtuluşu için silahlı mücadeleyi öngördü ve bu böyle başladı.’ Bence bu versiyon, hikâyenin esası değildir. Bu eksik ve böyle değil. Nedir esası? Şu soruyla başlamak lazım. Üniversitede okuyan bu genç insanlar işe soyundukları zaman devlet ne yapıyordu? Kürt savaşı başlatmak için mücadeleye girişen gençlerin farkına vardığında ne yaptı? Askerî önlemler mi aldı? Hayır! Görüyoruz ki yok. Peki, siyasi önlemler mi almış? O da yok. Geriye bir şey kalıyor. Kürt hareketinin demokratik mecrasından çıkarılıp şiddet mecrasına sokulması konusunda devlette bir taammüd aramamız gerekir.

-12 Eylül’den sonra çözümü demokratikleşmede arayan Kürt örgütlere ne oldu?

12 Eylül’de PKK daha yokken yola çıkmış, şiddeti benimsemeyen, şiddetle alakası olmayan ve geleceği de şiddette görmeyen birçok Kürt grup, Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi, Kürdistan İşçi Partisi (KİP-DDKD), Rızgari, Kava, onlar da yargılandı. Bu örgütlerin hiçbir şekilde bugünden yarına yakın zaman için, şiddet öngörüleri yoktu ve hepsi meseleyi Türk toplumu ile birlikte düşünüyordu, en azından bu fikre yakındılar. Darbe sonrası şiddeti savunmayan örgütlerin mensupları, yöneticileri kısmen tutuklandı. Örgütler bitmişti. PKK ise askerî yönden güçlü olduğunu göstermişti ya da insanlar buna inanıyordu.

-PKK, tek başına savaşı sürdürebilir miydi?

Sürdüremezdi. Bazı Kürt aydınlarının şunu söylemekle yetinmelerini bu yüzden gerçekçi bulmuyorum: Biz her şeyi demokratik yollardan düşünüyorduk, birdenbire bu PKK çıktı ve her şey altüst oldu. Burada devletin rolünü ve taammüdünü görmemek veya hafife almak var. Bu savaşı PKK istese bile bu boyutlarda sürdürebileceğine dair kanaatim hiç yok. Yaşadığım her şey bana bunu gösteriyor. PKK içinde bazı kesimler savaşı sürdürmek istese bile bu iş 90’lı yıllarda bitebilirdi. Savaş, ders alınması gereken kötü bir tecrübe olarak kalırdı. Öte yandan, Öcalan’ın, o yıllarda yapılan röportajlarına baktığımızda bu işin içinden çıkmayı isteyen bir tavırda olduğu görülür. Özal’ın da bir yaklaşımı var. Ama maalesef bütün yaklaşımları boşa çıkaran ve yeniden şiddetin devamını sağlayan derin devlettir. Derin devletin odaklandığı ordudur. Tabii ordu da böyle bir konsepti tek başına yürütebilir mi? Hayır! Bu konseptin bir ucunda medya, diğer ucunda İstanbul sermayesi vardır. Siyasetçiye MGK kararlarını uygulamak kalıyor.

-Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’e PKK–devlet ilişkilerini açıklaması çağrısı yapıyorsunuz? Ne bilmemiz gerekiyor?

Yok, çağrı sayılmaz, o cümlelerde ironi vardı biraz. Cevat Bey’in fikirlerini çok önemsiyorum, o dönemi en iyi bilenlerdendir, ama çağrı farklı bir şey. Bazı kurumlarda ne olup bittiğini biliyoruz; ama çok önemli bilgiler paylaşılmıyor. Dink cinayetinde, MİT elindeki bilgileri paylaşmadı. Musa Anter olayında da aynı tutumu sürdürüyor.

-Devlet demokratikleşerek değişiyor; ama PKK değişmiyor? Neden?

Bu kadar uzun bir savaşın ancak mutabakatla sürdürülebileceği kanaatindeyim. Türkiye toplumu askerî vesayeti konuşuyor ama askerî vesayetin en güçlü yaşandığı alan Kürt meselesidir bence. Eğer öyle olmasaydı Türkiye’nin sivil siyasetinde de genel olarak askerî vesayet bu kadar güçlü olmayacaktı. Bunu olanaklı kılan ve sürekli biçimde besleyen alan Kürt alanıdır. Orada vesayetin kırılması çok zordur.

-PKK-MİT görüşmesini nasıl değerlendirdiniz? Kasetin içeriğinden ne çıkarıyorsunuz?

PKK, Özal’ın girişimi hariç, şimdiye kadar sorunu kendisiyle müzakere edecek bir sivil irade görmedi. Onunla görüşenler hep askerlerdi ve amaç, savaşı kontrol edilebilir bir noktada tutmaktı. AK Parti, Başbakan’ın cesaretle başlattığı bu girişimle hem bir tabuyu yıktı, hem dünya örneklerinde başvurulan yöntemleri benimsediğini göstermiş oldu. Metinde dikkat çeken husus, devletin heyeti, sürekli ikna peşinde ve hiçbir şeyi reddetmiyor. Ama PKK heyetinde böyle bir görüşmeye hazırlıklı olmama ve güvensizlik hâkim. PKK’nın henüz barışa hazır olmadığı anlaşılıyor. Müzakereciler, devleti karşılarında bulmuşken, haklarında açılan davaları gündeme getiriyor, sonra çok az konuşmaya gayret ediyorlar sanki. Ne kadar doğru bilemiyoruz tabii, ama bazı iddialara göre, PKK’lı müzakerecilerin konuşmaları metinde eksik yer almış ya da kırpılmış. Eğer böyleyse durum iki kat vahim demektir: Kasetin enteresan bir zamanlamayla sızdırılmış olması ve sızdırma yapılırken bile, metnin sansürden geçmesi.

- Öcalan da ‘çözüme yaklaştık’ diyordu. Silvan eylemi oldu. Vesayetin direnci mi bu eylemler?

Silvan eylemi bu vesayetin de kırılması bakımından bir dönüm noktası olmuştur. Silvan’dan sonra Genelkurmay yetkilileri oraya müfettiş göndereceklerini söyledi ama Başbakan dedi ki; “Biz kendi müfettişlerimizi göndereceğiz.” Silvan bir kırılma noktası oldu. Vesayetin aleyhine oldu. Yeni bir dönem başladı. Öcalan’la görüşülüyordu. Memnundu. Ama bu eylemin olması Kürt kartının yeniden karılmasına sebep oldu. Hükümet de kartları güvenlik ağırlıklı karmaya başladı. Öcalan üzerinden bir ilerleme katetmeyeceği kanaatine sahip oldu. Ve şimdi çok açık bir tavır söz konusu. Kara harekâtı dâhil PKK’yı baskılamak üzerinden bir siyaset izliyor. ‘Demokratikleşme devam edecek’ diyorlar, ben de buna inanmak isterim, 90’lar gibi bir şey olmayabilir ama daha vahim şeyler olabilir.

-Nasıl?

Etnik çatışmanın belirtileri görülebilir. Kürt toplumu sorguluyor mu bu ayrı bir tartışma konusu ama Türkiye kendi Vietnam’ına çekilmeye çalışılıyor. PKK ile savaşmak sonuç itibarı ile bölgede yaşayan insanlarla savaş anlamına gelir. Allah korusun çatışmalar tırmanırsa, hukuk içinde kalmak ne kadar güç o zaman anlarız. Mesela Şemdinli baskınında düğün alayının arasına PKK’lılar karışıyor, düğüne gidenler iki ateş arasında kalıyor. Türkiye dikkat etmeli, kendi Vietnam’ına saplanma gibi bir riski var. PKK sivillerin arasına karışabilir, bunu ayırabilecek bir şey yok. Diyarbakır’da mahallelere girip aynı şeyleri yapabilir. Saldırılarda bulunabilir. KCK’yı unutmayalım, büyük bir yapılanmadır.

-Hükümet bu aşamadan sonra ne yapmalı?

Elbette akıl bu işte iknayı, müzakereyi öngörüyor. Barzani, Talabani çaba içinde. Son anda kara harekâtını durdurma çabası bu. Kara harekâtı, Kuzey Irak Kürtlerini de etkiler. PKK’nın bu stratejiden beklediği şeylerden biri muazzam bir çatışma atmosferine girilmesi ile kendi çevresinde yoğunlaşacak bir Kürt ulusal psikolojisi oluşmasıdır. Bu çok önemli bir sonuç olur. Hükümetler, K. Irak yönetimi böyle bir psikolojiyi kontrol edemez. Bu algı, bütün Ortadoğu Kürtlerini etkilemeye başladığında, zayıflayacak derken, PKK’nın daha da güçlendiğine tanık olabiliriz.

-Sadece güvenlik politikaları öne çıkarsa bu Kürtleri nasıl etkiler?


Teröre karşı yeni askerî konsept Kürt halkının bir bölümünün daha kaybına yol açabilir. PKK’nın da beklediği budur. Eruh, Şemdinli ile başlayan ve Silvan’a kadar süren birinci silahlı mücadele dönemi büyük bir siyasi kitle doğurdu. BDP’li 36 milletvekili ve 100 belediye var. Allah korusun diyelim, savaşın ikinci safhası neye yol açar düşünmek lazım. Devletin, PKK’nın baskılanması yolu ile Kürt meselesinde demokratik adımların atılması gibi bir çözüme gitmek istediğini görüyoruz. Bu tutabilir de tutmayabilir de.

-Tutması neye bağlı?

Güney Kürdistan’daki partilerin alacağı tavır önemli. Onlar bir askerî harekâtta Türkiye’nin yanında olamaz, bunu söylüyorlar. Sınır ötesi askerî harekât büyük bir ulusal uyanışın kapısını da aralayabilir. 10 binlerce Türk askeri o topraklara girerse her şey çok farklı hâle gelebilir. Kürt coğrafyasında başka bir devletin başlattığı bir savaş olarak algılanır. Sonra Türkiye Kürtlerinin henüz net bir tavrı yok, o da çok önemli. Ayrıca; ‘Bu devlet artık PKK ile savaş istemiyor; ama PKK istiyorsa savaşacak’ deniyor. Ben de, devletin artık geçmiş yıllarda olduğu gibi PKK ile savaşı sürdürme niyetinde olduğu kanaatinde değilim; ama PKK, taleplerinin karşılanmaması ya da kendi anladığından farklı karşılanması sebebiyle savaş isteyebilir, adı bile konmuş sanki: Devrimci halk savaşı.

-PKK ne istiyor? Karşılanması mümkün mü bu taleplerin?

Lideri içeride. Özgür kalmasını istiyor. Bu bir. İkincisi demokratik özerklik talep ediyor ki, BDP’nin demokratik özerkliğinden hayli farklı bir şey bu. PKK’nın anladığı manadaki demokratik özerkliğin gerçekleşmesi çok zor. PKK, kendi halkını, bütün bir coğrafyayı yönetmek istiyor. Yönetim modeli ise, ne BDP ne de DTK. Kürt toplumunu PKK, KCK ile yönetmek istiyor. Bunun Kürt toplumunda da kabul görmediği açık. Dolayısıyla PKK, siyasi yoldan elde edemediği bir statüyü, müzakere yoluyla devlete onaylatmak istiyor. ‘Devlet onaylamasa, silahla elde ederim’ diyor.


-Peki son saldırıların anlamı ne?

‘Ankara, Siirt ve Bitlis’teki saldırılar, genel bir stratejinin parçası gibi görünüyor. Bunun başlangıç noktası Silvan’dır. İşin istihbarat ve güvenlik yanıyla alakalı bir şey diyemem. Ama sivilleri daha çok hedef almaya başlayan bu eylemlerin devam edeceği düşünülebilir. Türkiye bu eylemlerle, sadece Kürt meselesinde değil, her alanda zayıflatılmak isteniyor. Şiddetin ve terörün geçmişte hedefi, iktidarları çözüme zorlamak olarak görülebilirdi. Ama artık Kürt meselesiyle sınırlı bir hedef değil, genel bir hedef söz konusu, o da Türkiye’yi bir bütün olarak zayıflatmak ve etnik bir çatışmanın eşiğine getirmektir. Tam da böyle bir dönemde Öcalan’ın susması değil, konuşması lazım. O yüzden İmralı ile görüşme yasağının kaldırılması gerekir.

-Sınır ötesi kara harekâtının sonuçları ne olur?

Bu Kandil’i bombalamaya benzemez. Türkiye kendi Vietnam’ına çekilmek isteniyor derken biraz bunu kastediyorum. Mesut Barzani diyor ki, ‘PKK grupları bizim köylerde üsleniyor ve biz onları buradan zor kullanarak söküp atamıyoruz. Çünkü kardeş katli istemiyoruz.’ Türkiye kara harekâtında Kürt köylüsünün içine karışmış binlerce PKK’lıyı karşısında bulabilir. Ne yapıp edip kara harekâtından vazgeçilmelidir. Hükümetin, Kürt toplumuna derdini yeterince anlatabildiği kanaatinde değilim. Türkiye’deki Kürt toplumuna hem hükümetin hem de aydınların henüz diyeceği şeyleri söylemediğini düşünüyorum. Onları etkileyecek şeyler yapmak ve söylemek lazım. Seçimden sonra güvenlikten başka bir şey konuşamadık. Bütün mesainizi PKK’yı durdurmaya harcadığınız zaman siz istediğiniz kadar ‘demokratikleşeceğiz’ deyin, bu olmuyor. İkincisi K. Irak’taki aktörler bağlamında, yapılması gereken her şeyin yapıldığı kanaatinde değilim. Onlara da PKK ile temasa geçmeleri ve bu temasları sürdürmeleri için fırsat tanınmalı. Kürt sivil toplumu ve Kürt aydınlarıyla daha sıcak diyaloglar kurulabilir. AB ile de hakeza. PKK’nın eylemlerine de hazırlıklı olunur tabii. Ama ne sivil toplum ne de Kürt aydınlar bir kara harekâtını meşru görecektir. Hükümetin reform politikalarını desteklemiş kesimler söz söyleyemeyecek hâle gelecektir. PKK’nın da istediği budur. En azından bir kesimi Türkiye’yi bu çatışmanın ortasına çekmek istiyor.

-Kürtçe eğitimde nasıl bir adım atılmalı?

Ana dilinde eğitim meselesini bence artık hiç tartışmamalı. Bitti yani. Ana dilinde eğitim meselesini tartışıp, ‘Ben PKK’yı askerî mücadele ile yok edeceğim’ demek barış ve çözüm getirmez. PKK’yı askerî olarak değil, siyasi olarak etkisizleştirmeyi düşünen bir hükümetin ana diliyle bir probleminin olmaması lazım. Ana diliyle eğitime bugün karar verilse 200 bin öğreticiye ihtiyaç olacak, 5-10 senelik bir süreç. Sonra bu temel bir hak. Kürtlerle her şeyi konuşabilirsiniz; ama bunu konuşamazsınız. İsteyen Kürt ana dilinde eğitim görmelidir. Bunu pazarlık gibi ortaya koyamazsınız. Ama ‘demokratik özerklik’ denirse, ‘Gelin bunu beraber düşünelim’ diyebilirsiniz. ‘Ana dilinizle konuşursanız bu bölünmeye sebep olur, Türkçeyi öğrenemezsin, fakirleşirsin diyemezsiniz, buyur yap diyeceksin, ondan sonrası talebi olanın bileceği bir iş.

-Ergenekon ile PKK arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlamak lazım?

Bir kere, iki tarafın ittihatçıları arasında işbirliği var. Bu konuda yanılmış olmayı çok isterdim, keşke böyle bir işbirliği ve temas olmasa, ama bu temas başından beri vardı. Bekaa’ya Yalçın Küçük gitti, geldi. Küçük şimdi onunla övünüyor. ‘PKK bugün Kürdistan Demokrat Partisi çizgisinde değilse bu benim sayemde olmuştur’ diyor. Oda TV İddianamesi’nde ilginç bir şey var. Yalçın Küçük, Öcalan’ın AK Parti ve Ergenekon söylemlerini yorumluyor ve diyor ki; “Bu ara Ergenekon’a yakın söylemler yapması çok iyi değil, bunu hafifletsin. AK Parti’yi biraz öven şeyler söylesin.” Bunu Öcalan’a iletecek avukatın ismini de veriyor Küçük. Asrın Hukuk Bürosu’ndan Mehdi Öztüzün. Yani bu kadar zamandan sonra bile, Küçük, Öcalan’ın ne söylemesi gerektiğini bir faaliyet olarak bellemişse, ‘iki kesimin ittihatçıları’ dediğimde çok haksız olmadığım ortaya çıkıyor.

-Küçük için bazı kişiler ‘deli’ diyor? Siz nasıl görüyorsunuz?

Yalçın Küçük, Türkiye’nin en önemli ittihatçı mütefekkiridir. Herkese ne yapması gerektiği konusunda emirler veriyor. Herkes onu delilik sınırlarına gelmiş bir bilim adamı olarak görüyor; ama ben öyle görmüyorum, tam da Ergenekon’un ihtiyaç duyduğu fikirlerin üretilmesinde rol almış birisi. Kürt hareketini çok etkiledi. PKK’nın medyasında bazı yazarların bu çerçevede görüş açıkladığını açıkça görebiliyoruz. İttihatçı tedrisattan geçmiş insanlar bunlar. PKK’nın tabanı ama farklı bir olgu. Hak talebi ile yola çıkmış, PKK’yı bunun için desteklemiş. Kürt halkı PKK’yı, inkâr bitsin, hakları teslim edilsin diye desteklemiştir.

-Küçük, deli değilse nedir?

Kendisi söylüyor zaten ne olduğunu, 32. Gün programında Şamil Tayyar’ın “Siz kimin adına çalışıyorsunuz, MİT’in mi, ordunun mu?” sorusuna, “Hiçbiri, ben devlete çalışırım, devletin adamıyım.” dedi. Küçük hep delilik sınırlarında ‘dahi adam’ rolünü oynadı ve bundan hoşlandı. İnsanlar da bundan hoşlandı. Ama bu gerçekçi değildi. O hiçbir zaman delilik sınırlarında gezen bir adam değildi, derinlik sınırlarında gezen bir adamdı. O derinliklerin bir ucu Ankara, Paris’ten başlayıp Bekaa’ya uzandı, Ergenekon’la devam etti. Bugün de aynı şekilde devam ediyor. CHP’de ne olması gerektiğini söylüyor ve bu hayata geçiriliyor. Kimin hangi kitabı yazacağını söylüyor, gazeteciler o kitapları yazıyor. Demokrat bir gazetecinin Kaşif Kozinoğlu ile aynı davada yargılanması gazetecilik olamaz. Ben de Kürt meselesi ile ilgi kitap yazdım, böyle bir alışveriş olmadı. MİT’in kapısına da gitmedim. Bu insanlar bunu yaptı. ‘İmamın Ordusu’ seçimlerden önce yetiştirilmesi gereken bir proje kitaptı. Bu proje herhâlde Açık Toplum Enstitüsü’nün veya TESEV’in değildi. Ergenekon projesiydi bu. Ahmet Şık’a kitap yazdırmak bir projeydi. Başlık bile korkuya davet eden bir başlık. İmam var ve ordusu oluşturuluyor, herkes bundan korkmalı!

-Ergenekon sola ve Kürtlere nasıl bir kulvar açtı?

Ergenekon’un açtığı kulvar, CHP, BDP ve Türk solunun önemli bir kesimini kapsayan kulvardı. Ve yegâne amacı AK Parti’yi düşürmekti. Ergenekon sürecinde bunu gördük. Darbeyle meşgul olup durmuş insanlar topluluğu değil bu, güçlü bir fikrî ve tarihî temeli var; özü ittihatçılıktır. BDP ve PKK’nın izlediği politikalarla da fiilî olarak çakışıyor. PKK-BDP başından beri ‘Sorun AK Parti’yle çözülmez’ dedi ve bu partiyi muhatabı olarak görmedi. Ergenekon da Kürtlere dönüp ‘AK parti sizi kandırıyor, sorunu çözemez’ dedi; ama aynı Ergenekon Türklere de dönüp, ‘Erdoğan Apo’yla işbirliği yapıyor’ dedi. BDP, Ergenekon davalarında tarafsız konumunu korudu. Bu tarafsızlık değil, taraf olmaktı. Ergenekon’dan uzak durmak, davasının derinleşmesine hizmet edecek bir şey yapmamış olmak o kulvarda yürümektir. Ergenekoncular, Kürt muhalefetinin sessiz kalmasını istiyordu. Kürt siyaseti güçlü bir ses çıkarabilseydi Ergenekon operasyonu daha da derinleşebilirdi. Ama Öcalan İmralı’da “Bu çatışmadan uzak durun, yeni bir egemenlik inşa ediliyor.” dedi. Bir yerde 17 bin 500 cinayetten bahsediyoruz. Ergenekon fikri Kürt medyasında çok benimsenmiş bir fikirdir. Herkes kendi yolunda gidiyor olsa bile, AK Parti’nin iktidardan uzaklaşması meselesi temel ve ortak amaçtı. Yeraltında ve darbelerle olmayınca CHP üzerinden bunu hayata geçirmeye çalıştı. Ayrıca seçim öncesi CHP–BDP ittifakı söz konusu olabilirdi. BDP-PKK bunu çok istedi. Öcalan da öyle düşünüyordu. Ama CHP’ye oy verenlerin yüzde 16’sı Ergenekon’a sahip çıkıyor. Bu kesim AK Parti’nin gitmesini istiyor; ama Kürt taleplerine de hiç açık değil. Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimde Kürt kelimesini bile ağzına almaması bu yüzdendi.

-Yeni anayasa süreci nasıl geçer? CHP destek verir mi?

Büyük tartışmalar başlar. AK Parti yalnız kalır. Kürt hareketinin içinde olmadığı bir anayasayı sol kesim de desteklemez. MHP’nin malum kırmızı çizgileri var. CHP’nin temel meselesi Silivri’deki mahkemeler. Böyle bir siyasi meselesi olacağını sanmıyorum. Ayrıca AK Parti’yi güçlendirecek, ona prestij sağlayacak, yeni anayasa gibi yüz yıllık bir hamlede CHP’nin yeni anayasaya ‘evet’ diyeceği kanaatinde değilim.

-BDP CHP ittifakı yine gündeme gelebilir mi?

PKK, siyaset dengelerini, kendi denklemini, Ortadoğu’nun siyasi konjonktürüne göre değil, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine ve iç dinamiklerine göre kurabilirse, savaşa gerek kalmaz. CHP ve BDP’nin ittifakı bu şartlarda yine gündeme gelebilir. Ergenekon’un kitle partisi CHP’dir ama bu kitle AK Parti’yi sandıkta yenmeye yetmiyor ve Ergenekon için Kürt seçmen son derece önemlidir. BDP seçmeni 12 Haziran seçiminde bu ittifaka ‘evet’ der miydi? Hayır, demezdi. Diyeceğine dair bir kanaat oluşsaydı bu ittifak olurdu. AK Parti’yi geriletecek tek siyasi formülü de budur o kesimlerin. Seçimlerden önce bu gündeme gelecektir. Blok hareketi süreç içinde CHP’yi de kapsayabilir. Ama bütün bunlar için PKK’nın savaş stratejisinden vazgeçmesi gerekir. Savaşı sürdüren bir Kürt siyasetinin yanında veya içinde olmak, Ergenekon için bile kolay olmaz.

-Kürtler iktidar mücadelesinde nasıl kullanılıyor? Bazı beyaz Türklerin birden Kürtperver kesilmesini neye bağlıyorsunuz?

Türk ittihatçıları, tarihte ikinci kez mutlak bir iktidar için yola çıktı. Ama Ergenekon, Balyoz ve benzeri girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. CHP ve Kılıçdaroğlu da işe yaramayınca, dön dolaş Kürt Mehmet nöbete misali, Kürt siyaseti; PKK, DTK, KCK ve BDP’siyle AK Parti’ye karşı yürütülen iktidar mücadelesinin en kıymetli alanları hâline geldi. Birtakım hatunların ve beyefendilerin birdenbire Kürtperver kesilmelerinin hikmet-i sebebi budur. Aynı hatunların ve beyefendilerin Kandil bombalanınca timsah gözyaşları dökmelerine inanmayın. Onlar, üstüne bir de kara harekâtı olsa fazlasıyla sevinecektir, bundan da emin olun.

-PKK kaç parça?

Kaç parça bilmiyorum, ama Diyarbakır’da faaliyet gösteren BDP-PKK ile Ankara’da faaliyet gösteren BDP-PKK aynı şey değil. BDP kongresinde Kürt ulusal mücadelesini hatırlatacak herhangi bir şahsiyetin fotoğrafı yoktu. Ahmedê Xanî, Dersimli Seyit Rıza Ankara’da yoktu. Kim vardı? Deniz Gezmiş vardı. Sol gelenekten gelen insanların fotoğrafları vardı. Ama bölgede durum farklı. Diyarbakır’daki toplantılarda, Şeyh Said’in fotoğrafı asılıyor. Türk toplumuna karşı Deniz Gezmiş’in fotoğrafı, Kürtlere karşı Şeyh Said’in fotoğrafı. Türkiye’nin sadece terörle tanımlayabileceği ve ona göre mücadele edebileceği bir örgüt yok, bir ulusal hareketin parçası ve üstelik hareketin merkezinde olan bir örgütten bahsediyoruz.

-Kürt toplumu kendi meselelerini içinde tartışabilecek mi?

Kürt aydınlar, Kürt şiddetini meşru görürken devletin şiddetine tavır koyuyor. Belki başlangıçta bu şekilde düşünmenin haklı yanları vardı. Ama bugün, ikisine de tavır koymak lazım. ‘Mağdurun şiddeti meşru ve makbuldür’ diyen bir dünya ve Türkiye yok artık.

-Şiddeti savunmayan BDP içindeki Kürtler inisiyatif alabilir mi?

BDP’ye oy veren Kürtler, BDP içinde yer alan aydın kesim tam da bu dönemde ‘Şiddeti terk edip alternatif bir politika içinde barış politikaları yürütmemiz gerekir’ diyecek bir noktada değil. Kürt toplumu kendi meselesini henüz tartışamıyor. PKK’yı tartışmak istediğinizde, ‘İyi ama zamanı değildir’ deniyor. Kürt toplumu, PKK’nın çizdiği siyasi rotaya muhalefet eden bir çizgiye gelemedi. Kürt sivil toplumu ve aydını zayıf. Güçlü bir sivil Kürt toplumu ve aydın sınıfı olabilseydi PKK da daha olumlu bir yerde olurdu. Şiddet arzusu o toplum içinde gelişkin olmazdı. Şiddet artık Kürt toplumunda bir güvence gibi görülüyor. Şiddetle ilgili bir tecrübe geçirmeyenler bile, silahlı mücadeleyi güvence gibi görmeye başladı. Bu yüzden PKK artık her şeyden önce ‘aile içi’ bir mesele gibidir.

Orhan Miroğlu kimdir? Kürt aydın, siyasetçi, yazar. 1980 öncesi Demokratik Gençlik hareketi içinde bulundu. 12 Eylül 1980 darbesinde tutuklandı. Diyarbakır Cezaevi’nde işkence gördü. Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi davasından 15 yıl hapse mahkûm edildi. 1988’de cezaevinden çıktı. 1995’e kadar siyasi yasaklıydı. DEHAP’ta ve Demokratik Toplum Partisi’nde genel başkan yardımcılığı yaptı. Kürt sorunu ve PKK konularındaki yazıları yüzünden terör örgütlerinden ölüm tehdidi aldı. Kürt meselesi ve Diyarbakır Cezaevi’ni anlatan yayımlanmış yedi kitabı var. Dört yıldır Taraf gazetesinde köşe yazarlığını sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası.


Faili meçhul davaları sahipsiz kaldı
Faili meçhul cinayetlerin çözümü Kürt sorununu çok olumlu etkiler. Ama faili meçhul cinayet davaları biraz sahipsiz kaldı. Cemal Temizöz’ün yargılandığı davada 20’ye yakın faili meçhul cinayet söz konusu. O davalar sahiplenilmedi. O bölgede bu adım atılmışsa savcılığa müracaatların binlerle ifade edilmesi gerekirdi. Bunun sebebi BDP’nin Ergenekon davasındaki tutumudur. Orada açık bir tutum oldu. BDP, bu süreçten mağdurları uzak tutmaya çalıştı. Süreç derinleşemedi.







KCK davaları görülüyor, yüzlerce insan ilgi gösteriyor ama JİTEM davaları var aynı zamanda, onlara hiç kimse ilgi göstermiyor. Hatta yakınları öldürülmüş Cizreli bir kadın, bir duruşmada Cemal Temizöz ve yanındaki adamları gördüğü zaman dili tutuldu konuşamadı, arkasında bir güç hissetmiyor çünkü. Evden çıkıp mahkemeye gelmiş. Bu konuda Kürt toplumunda bir suskunluk var. Bu suskunluğun bozulmasının Kürt siyasetine zarar vereceği gibi bir kanaat var. Bu düşünce var olduğu sürece derinleşme olmayacak. Derinleşebilecek davalarda da devlet hareket etmiyor.

9 subay olayı ve Samet Kuşçu

12 Eylül'ün galası: 4 Temmuz Çorum



2 Temmuz 2012 / İDRİS GÜRSOY , AKSİYON

12 Eylül darbesinden önce ortamın hazırlandığı tezini güçlü kılan sorulardan biri “11 Eylül’de patlayan silahlar ertesi gün neden sustu?” sorusudur. Darbeden 2 ay önce yaşanan Çorum Olayları’nda bunun cevabını bulmak mümkün.

12 Eylül 1980 öncesi yaşanan ve darbe gerekçesi sayılan Çorum Olayları, bir Alevi-Sünni çatışması mıydı? Herkes konuştu. Ancak Alevilerden ilk defa net bir açıklama geliyor. Olayların içinde yer alan sol görüşlü araştırmacı yazar Gazi Eke, 6 ay önceden ortam hazırlanmaya başladığına dikkat çekiyor. Cinayet, darp, yağma gibi olaylarda sol ve sağ gruplar içine sızdırılan görevlilerin aktif rol oynadığını söylüyor. Katliamın ‘kullanılan’ kişilerin üzerine yıkıldığını belirterek “Birinci derecede failler ortada yok.” diyor. Hukuk fakültesi mezunu Eke, sol grupların içine karışmış, derin yapılar adına görev yapan kişilerin kimliklerinin bugün bile bilinmediğini açıklıyor. Çatışmanın diğer tarafındaki ülkücü Adnan Baran da bu yapıların 32 yıl sonra bile deşifre olmadığını, varlıklarını sürdürdüklerini ve mutlaka üzerine gidilmesi gerektiğini söylüyor.



Dönemin Çorum Valisi Rafet Üçelli’nin 12 Eylül darbesiyle ilgili soruşturma kapsamında verdiği ifadede söyledikleri de iki tanığı destekler nitelikte. Olayların ‘planlı’ olduğunu vurgulayan Üçelli, Amasya’daki tugaydan yardım istediklerini ancak gelen askerlerin müdahale etmeden kışlalarına döndüğünü kaydediyor.



Peki, katliamın arkasında kimler vardı? 6 ay öncesinden ortam nasıl hazırlandı? ‘Cami bombalandı’ şeklindeki yalan haber TRT’den niçin yayımlandı? İşte Alevi ve ülkücü iki tanığın açıklamaları ile Çorum Olayları’nın perde arkası.





--------------------------------------------------------------------------------







Sol-Alevi tanık Gazi Eke Mahkemeler işini yapmadı

Çorum olaylarının üzerinden 32 yıl geçti. İlk kez konuşan olayların tanığı Alevi araştırmacı Gazi Eke, ezber bozan açıklamalar yapıyor. Eke, o dönem mahkemelerin sanık ifadelerinin peşine bile düşmediğini iddia ediyor.



Alevi araştırmacı yazar Gazi Eke, o dönemki etkin sol örgütlerden Kurtuluş’un içinde yer almış. Çorum Olayları’ndan yargılanmamış; ama siyasi suçlardan dolayı hüküm giymiş, cezaevinde yatmış bir isim. Ergenekon ve Balyoz iddianamelerindeki cami bombalama, müzeyi havaya uçurma ve kaos planları yargılanırken, 12 Eylül’ün toplumsal olaylarına ışık tutacak açıklamalar yapıyor.



-Çorum Olayları denince akla 4 Temmuz geliyor. Aslında ne zaman başladı olaylar?



4 Temmuz’dan 6 ay kadar önce başladı çalışmalar. Alevi ve Sünni mahallelerinde bildiriler dağıttılar. Alevilere ‘Sünniler saldıracak!’, Sünnilere ‘Aleviler saldıracak!’ diyorlardı. Bildirilerle birlikte ocaktan itibaren ev basma, adam öldürme, kundaklama ve buna paralel eylemler vardı. Paralel yapıların eylemleriydi bunlar. Kanunda var bunlar aslında. Kanunlar çıkarılmış, uygulanıyor. Silahlı Kuvvetler’le koordine hâlinde çalışan paramiliter güçler, 40’lı yıllarda çıkarılan (4854 sayılı memleket için düşmana karşı silahlı müdafaa mükellefiyeti) yasalarla kuruldu ve bu yasalar hâlâ yürürlülükte. Yılın belli dönemlerinde eğitiliyorlar.



-Çorum’da bu yapılar nasıl kullanıldı?



Mesela Sivil Savunma örgütü… Bu örgüt de bu yapının içindeydi. Kullanıldı. Adam Sivil Savunma müdürü ama olayın içinde. Çorum’daki olaylarda hemşireden doktora, esnafından iş adamına, dernekçilerden sendikacılara ve partililere kadar şehir ve köylerde bulunan her meslek ve tabakadan insan rol aldı. Gasp, yağma, talan, ev yakma, adam öldürme eylemlerinde çeşitli yaş gruplarından, çeşitli mesleklerden, aralarında az da olsa kadınların da bulunduğu görevli kişiler vardı.



-Sokağı karıştıranların ayırt edici özellikleri nelerdi?



Paramiliter yapı içinde 1 metre 90 cm ile 2 metre boyunda adamlar vardı. Tek tük adam değil; seçilmiş, hepsi aynı boyda, yan yana duran, kar maskeli adamlar. Bunlara ‘görevli değildir’ denir mi? Bunların yanında resmî polis ve asker de var. Adam kahveyi basıyor, birini öldürüyor, dokunulmuyor. 4 Temmuz günü olaylar oluyor, 5 Temmuz günü bir bakıyorsun bütün bu unsurlar kayboluyor, bir şey olmamış gibi.



-Sağ ve sol içine sızan ajanlar mı olayları yönlendirdi diyorsunuz?



Paramiliter yapının kullandığı kesim sağ gruplar içinde daha yoğundu. Solda da var ama bunlar deşifre olmamış.



-Nasıl?



Adam CHP yöneticisi, Çorum Olayları’nda CHP’nin belediye başkanı. ABD elçiliğinden birisi geldi olaylardan önce; MHP ve CHP’li yöneticiler ile görüştü. Biz dedik ki; “Açıklayın, ne görüştünüz?” “Yok, gizlidir, devlet sırrı.” dediler, açıklamadılar.



-En büyük olaylar 4 Temmuz Cuma günü, ‘cami bombalanıyor’ haberlerinin yayılmasından sonra çıkıyor. Kimdi bu haberlerin kaynağı?



2 Haziran’da Genelkurmay’ın dağıttığı bir bildiri var. ‘Aleviler bölücüdür’ denilerek hedefe kondu. Psikolojik savaş taktikleri ile iki taraf arasındaki gerilim tırmandırıldı. Bir bakıyorsun, 4 Temmuz Cuma günü radyodan sabah 7’den itibaren ‘camiye bomba atıldı’ haberleri verilmeye başladı. Ankara merkezden yapılıyor bu yayın. Çorum muhabiri böyle bir haber geçmemiş. Kim o hâlde bu yalan haberin kaynağı ve haber neden her saat başı TRT’den yayımlanıyor? Şu net gözüküyor, bu projeli, planlı. Radyoda ‘cami yandı’ diye veriliyor; bu, camilerde belli adamlar tarafından ‘Aleviler camiyi yaktı’ şeklinde bir mesaj olarak çevriliyor, daha görünür hâle getiriliyor. Ulu Cami hocası cemaati uyarıyor: “Yahu nereye gidiyorsunuz? Aleviler bunu yapmaz.” Kimse takmıyor. Kışkırtılmaya hazır bir toplum var. Benzin dökülmüş, kibriti çakmak mesele değil. Benzini döken de, kibriti çakan da aynı eller.







-Kim bu eller?



Malatya’da cezaevinde yattım. Filistin’de kaldığım için daha ağırlaştırıcı ceza verdiler. Görünürde Türkiye, Filistin yanlısı gözükmüyor mu? Kazın ayağı öyle değil. Demek ki perde arkasında başka ittifaklar var. 1. Irak Savaşı başlamak üzereydi, televizyonlardan petrole bulanmış kuşlar yayımlanmaya başladı. Körfez’den geliyor görüntüler ama “Ben biliyorum bu yerleri, buralar değil.” dedim. Sonra araştırdım, Grönland’da bir yer. Orada senaryo icabı çekilmiş bu görüntüler ve bütün televizyonlara servis edilmiş. Burada dünya kamuoyunun ‘Saddam böyle kötü biri’ diye düşünmesini sağladılar. Halkı yönlendirdiler. Çorum’da da bu oldu.



-4 Temmuz Cuma günü çıkan olaylar, güvenlik güçlerince neden önlenemedi?



Cuma günü namaz vakti 50-100’den fazla, 500’e kadar değişen sayıda kişi ve önceden hazırlanmış silahlar kullanıldı. Paravan örgütler devreye sokuldu, olaylardan bir hafta önce, görevli olduklarını söyleyen bazı kişiler mahallelerde nüfus sayımı yapıyoruz diyerek kapıları kırmızı boya ile işaretlediler. Olaylar esnasında askerler, saldırıya geçen kişilerin hareket alanını serbestleştirdi. Alaaddin Camii’nin yanına çok sayıda asker gönderilmişti. Askerler Terlemezevler ile Alevilerin çoğunlukta olduğu bölge arasında bir kordon oluşturmuşlardı. Saldırıya geçen güçlerin hem arkasını koruyor hem de onların hareket alanını serbestleştiriyorlardı.



-Olaylarda kullanılan sivil unsurlar kime bağlı? Askere mi?



Hiçbir sivil otoriteye bağlı değil. Devlet içindeki bazı örgütler özel yasa ile kurulmuş gölge ordudur. Sadece yerli-yabancı asker ve polis personelden oluşmazlar. Sivil kişiler de bu örgütün içerisinde aktif görev almaktadır.



-Siz de olaylara karıştınız. Kullanıldığınızı düşünüyor musunuz?



Çorum Olayları’ndan dolayı ceza almadım ama siyasi olaylardan ceza aldım. Çorumluyum, bir cevap vermek zorunda kalıyorsunuz. Biz taraf olmak, karşı taraf olmak zorunda kaldık. Ama biz “Yok kardeşim! Bu, Alevi-Sünni meselesi değildir.” dedik. Doğruydu yani, hâlâ da doğrudur, yanlış bir şey değil. Yok, dediler, Alevi-Sünni meselesidir. Birileri işte burada taraf oldu. Bilenler var, bilmeyenler var. Bilmeyenler 30 yıl sonra, biz kullanılmışız, dediler ama bunlar çok azınlıkta.



-Kullanılanlar ders çıkarıyor mu?



‘Kullanıldım’ diyen adam tam olarak ne olduğunu bilemiyor. İdeolojik baktığı için soruna, bir taraf olmuş.



-Nasıl anladınız arka planda başkalarının olduğunu?



Silahlar var. Ellerinde G3, Thomson, Kırıkkale beşlisi… Kaçakçılarda bile bunların olması mümkün değil. Thomson zor, olması çok zor. Nereden geldi bunlar? Bunu dağıtmışlar, belli. Hıdırlık’ta bakıyorsun, Kur’an kursu var ve 400 silahlı adam. Bunlar sağcı görünüyor. Dinimiz, imanımız elden gidiyor, diye saldırdılar.



-Alevilerin içinde de böyle gruplar var mı?



Alevilerden bu tip örnek yok.



-Ama orada da silahlar var. Onlar da cinayet olaylarına karışıyor.



Adam üzerine geliyor, ne yapacaksın? Çatışacaksın. Silahlanıyorsun.



-Solcular da çatışmada taraf…



İdeoloji ile bağlantılı bunlar. Osmanlı’dan gelen sınıflar arasındaki kavgada halkın taraf olmasını istiyorlar. Halk taraf oluyor mu? Oluyor. Doğru mu? Doğru değil. Buradan demokratikleşme çıkar mı? Çıkmaz. Ama halk taraf oluyor, baktığın zaman. O dönem böyle değildi, bir tarafı tümden almış arkasına. Alevi kesimlerin içinde CHP’nin dışına taşan kısmını da kontrol etmek istiyorlar. Alevilerin bir bölümü TİP’i (Türkiye İşçi Partisi) destekledi. Sistemin koyduğu partilerin dışına düşüyor. Bu tehlike. Niye? Sistemin dışına düşüyor.



-Bunlar yargılanabildi mi?



Birinci failler yok ortada, ikinci faillerden bazıları yakalandı ve yargılanabildi.



-Birinci faillere neden ulaşılamadı?



MHP’lilerden bazılarıyla görüştüm. Birisinin abisi öldürüldü. Dedim ki “Abini vuran silah kimde çıktı?’ Kendi grubunun içinden birisinden çıkmış. “İfadeyi verdiniz mi mahkemede?” “Verdik.” Mahkeme bunun peşine düştü mü peki? Yok! Yine bir mahkemede, kar maskeliler ve polisler kahveyi basıp bir adamı öldürmüşler, davası görülüyor. Mahkemeye bakıyorsun, polisleri yakalamak zorunda kalmışlar. Diğer kar maskeli yok. Polisi solcuların yanına koymuşlar. Pol-Der’li bir polis öldürülmüş. Pol-Der’li bir polisi, solcu bir adam neden öldürsün?



-Bu yapılar bugün de varlığını koruyor mu?



Tabii… Rengi değişiyor işin. Beyaz, siyah, mavi… Türk Kürt’e, Alevi Sünni’ye düşman yapılıyor.



-Bu düşmanlık toplumda olmayan bir düşmanlık değil mi?



Benim yüzlerce Sünni arkadaşım, Kürt, Türk, Arap ve Çerkez dostlarım var. Baktığınız zaman bu güzelliği duman ediyorlar. Çokluk çiçeklerdeki çeşitlilik gibi bir şey. Bunlar araya giriyor, kendine benzetiyor. Sistemde sorun var. O yapı orada duruyor. Adam cumhurbaşkanı bile olsa kapıyı bulamaz. Batı’da bir kadın düştü, helikopterle 10 dakika içinde alıp götürdüler. İnsanın değerine bak. Burada bu mümkün mü? İnsan üzerine bina edilmediği için yapı sorun üretiyor.



-Cinayetler, suikastlar ve katliamlar profesyonellerin işi mi?



İnsanları öldürme biçimlerine bakın. Resimleri de var. Oradan insanlığı çıkartırsın. Adamın kulağını kesmiş, sol gözünü oymuş. Bunu neden yapıyor? Nefreti büyütmek için. Buradan zihniyeti görürsün, insanlıktan düşmüş, nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu bilelim. Ne olursa olsun adı, adamın derisini yüzmüşler. Yalan haberi yapan, ‘cami yakılıyor’ diyen ve bu şekilde cinayet işleyenler hep bunlar. Baktığın zaman bunlar paralel gidiyor.



O silahlar bir sivilde olmaz

Gazi Eke’nin Çorum Olayları ile ilgili kitabında bazı tanık ifadeleri şöyle:



“Evden çıktım, yukarıdan bir taksi indi. Taksiden bir adam çıktı. Ağzı maskeyle kapalıydı. Sade gözü görünüyor. Adam Kıbrıs kahvesinin önünde bir bağırdı: “Alaeddin Camii’nde 150 adam öldürüldü, siz burada ne güne duruyorsunuz?”



“Taksilerin bagajını açıp mermi ve tüfek dağıttılar. Bir Mercedes geldi. Mercedes’ten çıkan adam tabanca verdi. Traktör kasası ile adam taşındı.”



“Islık iki türlü idi. Tek düdük çalınca hücum ediyorlar, çift düdük çalınca saklanıyorlar. Polis gelince hiçbir şey söylemiyor, kaçmıyorlar.”



“Asker elbisesi, silah, mermi ve telsiz getiren subaylar 5 Temmuz günü bir anda kayboldular.”



“Kullanılan silahlar arasında MKE yapımı üçayaklı 7.62 mm M-G3 makineli tüfek de vardı. O tarihte bir sivilde bu silahın olması mümkün değildi.”





--------------------------------------------------------------------------------







Alevi-Sünni çatışması için 6 ay çalışıldı

12 Eylül için geri sayım başlamış, ülkenin her yanından ölüm haberleri geliyor. Çorum’a da ateş düşüyor. ‘Alevi-Sünni çatışması’ diye geçiyor kayıtlara. Onlarca insan feci şekilde can veriyor. Evler yakılıyor, işyerleri yağmalanıyor. Peki, Alevilerle Sünnileri karşı karşıya getiren silahların susmadığı 4 Temmuz 1980’deki katliama nasıl gelindi? 4 Temmuz’da neler yaşandı?





Ocak 1980’den itibaren örgütler Çorum’da harekete geçti. Alevileri Sünnilere, Sünnileri de Alevilere karşı kışkırtan bildiriler dağıtmaya başladılar. Bildiriler psikolojik harekâtın parçasıydı.





Askerî istihbaratçılar Çorum’da bazı yerleresık sık gelmeye başladı. Şehirdeki çeşitli kişilerle görüşüyorlardı. İstihbaratçılar, paramiliter örgüt mensupları ve dağıtılan bildiriler arasında organik bir ilişki vardı. Devletin gizli organlarının açık faaliyet göstermesi ve yasaların askıya alınması, çok geniş kapsamlı olayların habercisiydi.





Ev, işyeri gibi yerler yağmalanmaya, Alevi ve Sünni vatandaşlar taciz edilmeye başladı. İstihbarat güçleri tek tek insanları Alevi veya Sünni diye saptıyordu.





29 Şubat’ta ABD Büyükelçiliği ikinci kâtibi; Çorum valisi, MHP il yöneticileri ve CHP belediye başkanı ile görüştü. Amasya ve Tokat’a gitti. Bu ziyaretlerin, görüşme ve toplantıların içeriği açıklanmadı. 12 Eylül’den sonra birçok insan görevden alındığı hâlde Çorum valisi, belediye başkanı ve emniyet müdürü yerinde kaldı. CHP’li Çorum belediye başkanı da makamını korudu.





Şubat ayının son haftası boyunca Çorum’da her gece bomba sesleri duyuldu. Kitapevleri, dernekler, evler, arabalar ve dükkânlara geceleri bombalar atıldı.





7 Mart 1980’de vali değişti. Taraflara silah ruhsatları yaygın biçimde verilmeye başladı. 40’a yakın polis görevlerinden alındı. Okullara el atıldı. Çeşitli işyerlerinde toplu işten çıkarmalar yaşandı.





Nisan ayının sonuna kadar cinayetler işlendi. Şehirde terör eylemleri başladı. Sokaklarda toplu gezmeler, dükkânlardan haraç toplamalar, adam kıstırıp dövmeler olağan olay sayıldı.





Aleviler ve Sünniler el altından silahlandırıldı. 23 Nisan ve 19 Mayıs bayramlarında ‘cihat’ bildirileri dağıtıldı. “Müslüman, namusuna sahip çık!” diye başlayan bu bildirilerde ‘İslamcı Gençlik’ imzası bulunuyordu!





28 Mayıs’ta Çorum’la hiç ilgisi olmayan Gün Sazak’ın öldürülmesini protesto için anma töreni düzenlendi. Alevilerin yoğun yaşadığı Milönü’ne doğru yürüyüşe geçildi ve bazı işyerleri taşlandı.





Yasama, yargı ve yürütme uykuya yatırıldı. Polis olaylara müdahale etmemeye başladı. İki grup içindeki silahlı unsurlar görünür hâle getirildi. Mahalle ve köylerde teşkilatlandılar.





Mahallelerde barikatlar kuruldu. Ankara-Samsun karayolu barikatla kesildi, kilometrelerce araç kuyruğu oluştu. Valinin yolu açmasını istediği Jandarma Alay Komutanı Yarbay Vural Güride, bu talebi geri çevirdi: “Kan dökülür, gelin siz açın!”





Barikatlara ateş açıldı. Küçük çaplı çatışmalar başladı. Şehir ikiye bölünmüştü. Hiçbir olay ve ilişki rastlantı değildi. Saldırılar devletin bilgisi dâhilinde ve önceden planlanan bir hazırlığın sonucuydu. Devletin güvenlik güçleri seyirciydi. Şehir giriş ve çıkışlarında yol kesiliyor, kimlik kontrolleri yapılıyordu.





2 Haziran’da şehir makineli tüfeklerle tarandı. Sabaha kadar taciz atışları sürdü. 30 Haziran’da sol görüşlü insanların oturduğu semte giren bir otomobille çevreye ateş açıldı. 31 Haziran–1 Temmuz arasında gece yarısı bazı mahallelerde çatışmalar sürdü. Çok sayıda insan yaralandı, aralarında çocukların da olduğu can kayıpları yaşandı.





3 Temmuz günü sabah 5 civarı sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Daha fazla yağma, talan, darp meydana geldi. 04.30’dan itibaren bazı mahallelere saldırılar başladı. Ölen ve yaralananlar oldu. İki gün içinde ölenlerin sayısı 7’ye çıktı.





Ve 4 Temmuz… Hükümet saldırı olacağını biliyordu. 4 Temmuz sabahı vali vekili Yüksel Çavuşoğlu’na bir tel emri geldi. Çorum’un köylere açılan çıkış yollarının ağzında daimî kontrol yapılması, Milönü’ne giden yolun kontrol altına alınması, bazı ilçelerde tedbirli olunması, olayların sıcaklığını kaybettikten sonra provokatör ve suçluların aranmasının zaruri olduğu bildiriliyordu. Alevilerin yaşadığı yerlerin başka bölgelerle irtibatının kesilmesi isteniyordu. Milönü bölgesi enterne edildi, saldırganların hareket ve saldırı alanı genişletildi. Cuma sabahı sokağa çıkma yasağı kaldırıldı. Yaklaşık 1500 kişi gözaltına alındı. Çatışmalar başladığı esnada 4 jet uçağı şehrin üzerinden uçuruldu. Halk terörize edildi. Operasyonlar 12’ye kadar sürdü.





Öğle namazı sırasında Bahçelievler ve Esnafevleri dışında bütün camilerde “Komünistler Alaaddin Camii’ni bombaladı!” haberi yayılmaya başladı. Öğleden sonra Alaaddin Camii, Ulu Cami, belediye garajı ve Kur’an kursunun bulunduğu bölgelerde toplanan halk, açık saldırılara girişti. Güvenlik güçleri, solcuların yaşadığı mahallelerde kurulan barikatların kaldırılması için baskı yapıyordu. Kayseri ve Nevşehir’den jandarma komando birlikleri Çorum bölgesine sevk edildi. Bazı askerlerin halka ateş açması üzerine ölenler oldu. Panzerler de rastgele ateş açtı. Tabanca, tüfek, bomba sesleri gün boyu susmadı. Gözaltına alınanlardan işkencede ölenler tespit edildi.





Ülkücü-Sünni tanık Adnan Baran: O yapı hâlâ dimdik ayakta fırsat kolluyor

Çorum olaylarından sorumlu tutulanlardan biri ülkücü Adnan Baran. Yargılamalar neticesinde 12 yıl hapis cezası aldı. Baran’ın anlattıkları ile Alevi araştırmacı Eke’nin anlattıkları arasında paralellik dikkat çekici.



Adnan Baran, ülkücü. Çorum Olayları’ndan yargılanıp 12 yıl hapis yattıktan sonra geçmişin muhasebesini yapıyor. Özellikle Ergenekon operasyonlarının kafasındaki soru işaretini giderdiğini söylüyor. Baran’ın açıklamaları da şoke edici ayrıntılar barındırıyor.



-Çorum olayları bir Alevi-Sünni çatışması mıydı?



Çorum seçilmiş iller arasındaydı. Sağ-sol çatışmasından kendilerine göre yeterli sonuç alamayanlar, olayların akışını Alevi-Sünni çatışmasına kanalize ettiler.



-Nasıl?



Ülkücüler ve solcuların arasına provokatörler sızmıştı. Gündüz olaylara müdahale eden güvenlik güçleri, her nedense geceleri kışlasına çekiliyordu. İlk olaylarla cuma namazı sonrası çıkan olaylar arasındaki yaklaşık bir aylık sürede, psikolojik harp taktikleri uygulanarak gerilim tırmandırıldı. Sağcılara ‘solcular size saldıracak’, solculara ‘sağcılar size saldıracak’ diye fısıldandı. Silahlar ve patlayıcılar teşrik-i mesai içinde olduğumuz, kendilerinin sağcı olduğunu söyleyen subaylar tarafından verildi. Solculara da muhtemelen aynı kişiler silah temin etti. 5 Temmuz’dan sonra bunlar âdeta buharlaştı! Çatışmalar bitmemişken, güvenlik tedbirleri alınmamışken cuma günü sokağa çıkma yasağının kaldırılması da kumpasın bir parçasıydı. 12 Eylül öncesindeki Çorum Olayları, 12 Eylül’e davetiye diye çıkarıldı. Halkı darbecilerin kucağına itmek için canından, malından her şeyinden bezdirmek istediler. Somut olaylar var.



-Ne tür somut olaylar?



Çorum’dan geçen Samsun yolu trafiğe kapatılıyor. Karadeniz’le bütün bağlantıların kesilmesi demektir bu. Karakola da talimat veriliyor, arabalar durduruluyor. Kilometrelerce kuyruk oluşuyor. Vali yarbaya telefon ediyor, barikatın kaldırılması, yolun açılması için. Yarbay da oturmuş eylemcilerle çay içiyor. “Açamam, güç kullanmak zorunda kalacağım.” diyor. Vali ısrar edince de “Gerekiyorsa kendin kullan!” diye telsizin mandalını kapatıyor.



-Çorum’da çatışma ortamı mı hazırlandı?



Evet. Alevilere diyorlar ki “Dışarıdan ülkücü komandolar Çorum’a getirilmiş, silahlandırılmış, Alevi mahallelerine saldırılacakmış.”



-Kim diyor?



Camiye bomba atıldığını kim söylediyse aynı odak bunu fısıldıyor. Yine aynı odak bize de diyordu ki “Milönü’ne iki kamyon silah gelmiş, adamlar size saldıracak.” Psikolojik harp taktiği bunlar ve bunun kaynağı aynı.



-Ama ülkücüler olayların içinde?



12 Eylül’den sonra herkesin silahı yakalandı. Bizden ne kadar silah çıkmış, Alevilerden ne kadar silah çıkmış? Buna bakılsa bile fısıltı gazetesinin yalanları ortaya çıkar. Sağ kesimden 20 tane otomatik silah çıkmamıştır. Kamyonlarla silah dağıtıldığından bahsediliyordu.



-Nereden geliyor silahlar?



Bizim mahalleyi Alevi sandığımız kişiler tararken, askerî terminolojideki adıyla izli mermiler kullanıyorlardı. Bunları araştırınca, kaçakçıdan alınacak mermi olmadığını öğrendik. Bu mermileri kimden aldılar? Bize TNT bombalarını verenler onlara da bu mermileri vermişler.



-Tam olarak silahları kim verdi size? Sonuçta o kişileri tanıyorsunuz.



Mahkemede açıklayacağım. İki tarafta da mahalle komiteleri oluşturuldu, Komiteler, silahları temin ediyordu. Bizim mahalle komitesini sonra lağvettik. Bu komitelerin içinde bir tane ülkücü yoktu. Silahları alıyor ve dağıtıyorlardı. Darbe olduğunda birer birer hepimizi aldılar. Bana diyorlar ki “Sende şu marka silah var.” Başkasına da aynı şeyi söylüyorlar. Nereden bilebilirler? Demek ki bize silahı veren kendileri. Emniyette komitenin ismini, kimlerden oluştuğunu tek tek söyledim. Hiçbirine dokunulmadı. TNT’ler, bombalar da komite aracılığı ile getirildi. Olaydan sonra da silahları topladılar ve kimde ne bulunduğunu açıkladılar. Acaba şu silahları mahalle komitesine sızdırılan kişiler mi aldı ve sonra teslim etti?



-Ülkücü değilse komitedekiler kimdi?



O yaşta bunları fark etmek mümkün değildi. Sağ ve solun içinde özel harbin elemanları vardı. Bizim komite beş-altı kişiden oluşuyordu. En az iki-üçü özel harbin elemanıydı. Mahkemede diyeceğim ki “Genelkurmay’a mı, MİT’e mi, nereye yazarsanız yazın, özel harbin elemanlarını açıklasınlar.” O zaman biz de deriz ki bunlar provokatör, bunlar suçlu.







-Asıl organize edenler açığa çıkmadı mı?



Onlara hiç dokunulmadı. TNT patlayıcı madde atılmıştı, bu kayıtlarda var, askerî madde olduğunu biliyorlar ama kimden aldın diye sormuyorlar. Nasıl attın diye soruyor ama kimden aldın diye sormuyor. Sorulsa, neresi çıkacağını onlar da biliyordu. Sormadılar. İşkencede pek çok şey soruluyor, insanlar pek çok şeyi itiraf ettiler ama kendilerini sıkıntıya sokacak şeyleri sormadılar. Ağabeyim olaylarda öldürüldü. Onu vuran silah ülkücü işçilerin başkanından çıktı. Polisleri öldüren silah benim suç ortağımdan çıktı. Biz bunların kimler eliyle kime ulaştırıldığının ortaya çıkmasını istiyoruz.



-Sizin kafanızda hâlâ şüphe var mı?



Ergenekon’dan önce kafamızda soru işaretleri vardı ama sonra birçok şey netleşti. Kimse macera için bu işe girmedi, ölüme talip olmadı. Vatan tehlikede diye inanıyorduk. Bedel ödedik. Sonradan bakıyoruz, bu birilerinin işine yaramış, birilerine meşruiyet kazandırmış, birileri bir yerlere gelmiş.



-Çorum Olayları mahkemelere geldi. Yargılamada gerçek failler ortaya çıkarılmadı mı?



Çorum Olayları örgütlü bir suç olarak yargılanmadı, bireysel suç olarak yargılandı. Çorum’da 17 sağ görüşlü vatandaş öldürüldü, bir tanesinin katili bulunmadı. Ne yaptılar? Ülkücüleri solcu polisler sorguladı, mahkemeler de öyleydi. Bir şeylerin üzeri örtüldü, kazılmadı. Çorum Olayları’nda gidilebilen en son noktaya kadar gidilsin, bugünkü Ergenekon’un uzantılarından başkası çıkmaz! Mahalle komitelerini kimler kurdurdu ise provokasyonları yapanlar da onlardır.



-Alevi mahallelerine saldırıların ardında ülkücüler yok muydu?



Solcu Alevi vatandaşların olduğu yoğunluklu bölgeler var, herkes birbirini bilir. Sigorta bölgesinde çok Alevi vardı, sağduyu hâkim olmasa idi binlerle ifade edilirdi katliam. Halkın elinden linç edilmekten kurtardığımız bir sürü adam var. Devlet halkına kumpas kurmaz, ama halkı tehdit olarak algılarsan bunu yaparsın. Devlet onlarca yıldır halkı tehdit olarak algılamış. Bir devlet düşünün ki halkın arasına ajan soksun, kumpas kursun… Bu, Baasçı devlet anlayışıdır.



-12 Eylül’le birlikte bu olaylar yeniden gündeme geldi. Ergenekon gibi yapılar da yargı önünde. Tehlike geçti mi?



Bunların üzerine sonuna kadar gidilmesi lazım. Örtülmesi demek, internete düşen kasetlerdeki tehditler demek. O yapı hâlâ dimdik ayakta fırsat kolluyor. Milletin kazanımları olmuştur ama en ufak bir şeyde çok daha geriye götürürler bu ülkeyi. O yapı duruyor, sen sivrisineklerle uğraşıyorsun, bataklık olduğu gibi duruyor. Davalar kesilirse, yine bataklık görmezden gelinmiş demektir. 12 Eylül hâlâ devam ediyor. Ürünü olan anayasa ortadan kalkmadı. Cemal Gürsel, Kenan Evren ve Çevik Bir’i suçluyoruz, mesele kişilere indirgeniyor, kötü olan şahıslar. Yapı ise gözden kaçırılıyor. Yapı kötü, Evren olmasa da darbe olacak. Öyle dizayn etmişler ki yapının görevi, sistemi halkına karşı korumak.





--------------------------------------------------------------------------------



TRT ve fısıltı gazetesi üzerinden yalan haber

4 Temmuz 1980 Cuma günü, Alevi ve Sünnileri tahrik eden karşılıklı bildiriler istenen etkiyi yapmamıştı. Psikolojik savaş taktiklerinden olan yalan haber yayma devreye sokulacaktı. Operasyonun daha etkili olabilmesi için Alevi-Sünni ayrımını çatışma noktasına sürüklemek gerekiyordu. 4 Temmuz Cuma günü Alaaddin Camii’nin bombalandığı haberi, olaydan 5 saat önce saat 07.00’de TRT Radyo haber bülteninde verilmişti: “Çorum’da bugün meydana gelen olaylarda ilk tespitlere göre 4 kişinin öldüğü, bazı kişilerin de yaralandığı bildirildi. Olaylar Milönü semtindeki Alaaddin Camii’ne patlayıcı bomba atılması ve dışarıdan ateş açılmasıyla başladı.”



Bu haberi radyo sık aralıklarla sürekli veriyordu. Peki, haberin kaynağı kimdi? Aynı gün TRT Çorum muhabiri Münir Tümtürk, ısrarla böyle bir haber geçmediğini söylüyordu. Merkeze gönderdiği haber metninde Alaaddin Camii’nin bombalandığı gibi bir bilgi kesinlikle yer almıyordu. Alaaddin Camii’ne ne patlayıcı madde atılmış ne de dışarıdan ateş edilmişti. Vali de haberi doğrulayıcı veya yalanlayıcı bir açıklamada bulunmamıştı. Muhabirin yazdığı metne cami unsuru kasten ilave edilmiş, TRT de verilen bir görevi yerine getirmişti.



Cuma namazı daha bitmeden operasyonun ikinci adımı atıldı. Ulu Cami’de hutbe okunurken kapıdan hızla giren biri “Alaaddin Camii’ne bomba atıldı. Müslümanları öldürüyorlar! Ne duruyorsunuz?” diye bağırdı. Caminin imamı Mürsel Hoca, cemaate, “Çorum’da böyle bir şey olmaz. Allah’ını seven gitmesin.” dediyse de dinletemedi. Cami bir anda boşalmış, içeridekilerin çoğu Terlemezevler ve Milönü arasındaki Alaaddin Camii’ne doğru koşmaya başlamıştı. Fitil ateşlenmişti. Cami çevresindeki ‘görevliler’ devredeydi. Ziraat Bankası bitişiğindeki Ulu Cami’de görevli biri kalabalığa “Ey Müslümanlar! Solcular ve Aleviler Milönü’ndeki Alaaddin Camii’ne bomba attılar. Ne duruyorsunuz? Cami yanıyor, namaz kılan Müslümanları katlediyorlar! Silahı olan silahını alsın gelsin!” dedi. Bir başkası “Din elden gidiyor! Komünistler Moskova’ya!” diye bağırdı. Aynı anda arabalarla caddelerde de buna benzer anonslar yapıldı. 12-13 yaşlarındaki çocuklar da diğer camilere giderek aynı ifadeleri dillendirdi. Cami avlusunda daha önceden saklanmış kürek, bel sapı ve kesici aletler hemen ellere tutuşturuldu. Kalabalığın içerisinde üzerinde silah olanlar da vardı. Aynı anda silahlar patlamaya başladı. Alaaddin Camii’nde yangın olmadığını gören bazı vatandaşların ikazları ise fayda vermedi, hemen susturuldular. Çorum’un tüm semt ve mahallelerinde silah sesleri ve alevler yükseliyordu. Cumhuriyet Caddesi üzerinde çok sayıda dükkân yağmalandı. Milönü semtinde kalabalığın üzerine otomatik silahlarla ateş edildi. Kulaksız Sokak ile Baltalı Sokak’ın kesiştiği yerde görgü tanıklarının ifadesi ile kısa kollu haki gömlekli, asker olduğu belli olan iki kişi üç ayaklı makineli tüfeğe şerit takarak Kulaksız Camii’ne doğru taciz ateşine başladı. Önceden hazırlanmış 50, 100 kişilik, 45-50 yaşlarında silahlı kişiler, kalabalıkların arasına karıştı. Milönüde 5 bin kişi toplanmıştı. Şiddetli çatışmalar yaşandı. Manzara korkunç, bilanço ağırdı.



Başbakan Süleyman Demirel, İçişleri Bakanı Mustafa Gürcügil, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Jandarma Komutanı Sedat Celasun’du. 15 Temmuz’da İhsan Sabri Çağlayangil’in başkanlığında toplanan MGK’da Çorum ve Ordu’nun sıkıyönetim kapsamına alınması kararlaştırıldı.



MİT 12 Eylül'de 'Darbe gereklidir' demiş

16 Temmuz 2012 / İDRİS GÜRSOY , AKSİYON


“...Atatürkçü ordu müdahalesi gereklidir, diyen vatandaşların ordunun mektubundan memnun olduğu görülüyor.” bu satırlar MİT’in 12 Eylül’den önceki raporlarında geçiyor.

MİT tarafından 12 Eylül’ü yargılayan özel mahkemeye ulaştırılan belgeler, darbe zemini hazırlamak için, önceden haber alınmasına rağmen bazı olaylara müdahale edilmediğini ortaya koyuyor. Yasa dışı ve yasal örgütlerin hangi eylemleri nasıl yapacağını gün gün, saat saat belirten istihbarat raporlarına rağmen toplumsal eylemler ve terörün tırmanması dikkat çekiyor.



‘Gizli’ damgalı MİT belgelerinde, 1979’da TSK tarafından verilen muhtıranın sağ ve sol örgütler tarafından nasıl karşılandığı da rapor ediliyor. Kaynak gösterilmeden, halkın bir bölümünün muhtırayı yeterli görmediği, “Atatürkçü bir askerî darbeyi istediği” yazılıyor. Bağlı olduğu Başbakanlığa darbeyi bildirmek bir yana âdeta tavsiye eden MİT, 12 Eylül 1980 tarihli bir bilgi notunda ise; ‘ABD Büyükelçiliği’nin darbeyi iki gün önceden haber aldığını’ ifade ediyor.



12 Şubat 1980 tarihli MİT belgesinde, İzmir TARİŞ olaylarından sonra yasa dışı örgütlerin suikast ve saldırı hedefleri rapor ediliyor. Gazete arşivleri, MİT’in bilgisine rağmen, 12 Şubat’tan, İzmir’in sıkıyönetim kapsamına alındığı 20 Şubat’a kadar eylemlerin gerçekleştiğini gösteriyor. Ayrıca 12 Eylül gününe kadar olayların önüne geçilemiyor.



Genelkurmay’ın savcılığa verdiği belgelerde 12 Eylül’e kadar geçen bir yıl içinde İzmir’de 870 olay meydana geldiği belirtiliyor. Aynı raporlarda olayların 12 Eylül sonrasında bıçak gibi kesildiği görülüyor. İşte, MİT, Genelkurmay ve gazete arşivlerinden 12 Eylül ortamının nasıl hazırlandığını gösteren çarpıcı belgeler:



5 Ocak 1980’de Kenan Evren’in hükümete verdiği muhtıra sağ ve sol örgütler tarafından nasıl değerlendirildi? Raporu hazırlayan MİT, ‘İdeolojik olmayan çeşitli kesimler’ başlığı altında kaynak vermeden âdeta darbeye davetiye çıkarıyor. İşte MİT raporundaki askerî darbeye çağıran skandal ifadeler: “Mektup fazla etkili olamaz. Mektuba konu olan sebeplerin tamamını bizzat siyasi partilerin kendileri yaratmışlardır. Kusur Meclis’te aranmalıdır. Ok yaydan çıkmıştır. Ordu haklıdır. Ancak bu gayretlerin hepsi nafiledir. Siyasi nüfuz sahipleri devleti sömürmektedirler. Buna ordu ne yapabilir? Atatürkçü ordu müdahalesi gereklidir’ diyen vatandaşlar cumhurbaşkanına sunulan mektuptan memnun görünmektedir.” (Gizli, tarih 11 Ocak 1980, sayı 17567)



Türkiye’nin her yerinde toplumsal eylemler yapılıyor. TARİŞ fabrikası işgal edilmiş. Tansiyon yüksek. Olaya ilişkin bilgilerin yer aldığı 12 Şubat 1980 tarihli İzmir’den geçilen bir istihbarat raporunun dördüncü maddesinden şunlar yazıyor: “Aşırı sol fraksiyon militanlarınca, İzmir emniyet müdürüne, Tariş müdür ve müdür muavinine suikast yapma kararı alınmıştır. Ayrıca Amerikan konsolosluğuna sabotaj, karakol baskını, toplum polisi binasına bombalı saldırı, banka, sendika ve büyük işyerlerine de eylem koyma kararı alınmıştır.”



MİT, sendikaları ve yasa dışı örgütleri adım adım takip ediyor. Hangi ilde, nerede, saat kaçta, kaç kişi ile ne tür eylemler yapılacak? Pankartlardaki yazılara atılacak sloganlara varıncaya kadar bilgisi var. Örgütlerin militanları, eylem şekilleri, ellerindeki silahların sayısı ve menzilleri, araç-gereç ve imkânları istihbarat raporlarına yansıyor. Fatsa olayları ile ilgili raporda, ‘Fatsa ilçesine ve köylerine güvenlik güçlerince yapılacak müdahalenin hiçbir netice veremeyeceği, Fatsa belediye başkanının belediye imkânlarını komite üyelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için kullandığı, yöredeki Dev-Sol militanlarının elinde 50 civarında özel oto bulunduğu, Fatsa’daki Dev-Sol militanlarının ellerindeki A-6 tipi otomatik silahlarla hava saldırılarına karşı koyabilecekleri, keza örgüt yandaşlarının ellerinde yüzlerce uzun menzilli makineli ve kısa menzilli çok çeşitli tipte otomatik silahlar bulunduğu, Fatsa’da kalaşnikof tipi silah ve susturucu yapılabildiği’ anlatılıyor.



Başka bir istihbarat raporu: Ankara, 25.4.1980, Konu, Dev-Yol’un 1 Mayıs’la ilgili faaliyetleri. Dev-Yol’un 1 Mayıs için çeşitli illerde eylem planlarının konu edildiği raporda şu istihbarat veriliyor: “3- Ankara’da Altındağ, Yenidoğan meydanı, Türközü ve Dikmen deresinde korsan mitingler yapılacaktır. 4- ‘1977, 1 Mayıs’ın hesabını soracağız, Kahrolsun Tarsus’ta halka kurşun sıkanlar’ sloganı taşıyan pankartlarda hakiki bomba, diğer sloganları taşıyan pankartlarda sahte bomba bulunacaktır. Hakiki bomba bulunan pankartlar 26-27 Nisan 1980 günü Ulus Bentderesi civarında asılacaktır. Konuyla ilgili bilgiler sıkıyönetim komutanlığına verilmiştir.”



Mezhep çatışması



MİT belgeleri Çorum ve Kahramanmaraş olaylarıyla ilgili istihbaratın da önceden yapıldığını gösteriyor. Raporlarda, Alevi-Sünni, sağ-sol ve Kürt-Türk çatışmalarının çıkabileceği illere dikkat çekilerek uyarılarda bulunuluyor. 24 Temmuz 1980 tarihli ‘Amasya’da vukuu muhtemel olaylar’ başlığı altındaki raporda şöyle deniyor: “Amasya’daki Aleviler arasında Çorum’daki olayların Amasya’dan giden Sünniler tarafından yaratıldığı bu nedenle Çorum’daki Alevilerin temmuz ayının 25-26’sında Amasya’ya gelerek benzeri olayları başlatacakları söylentileri yayılmaktadır. Giderek gerginleşen ortamda yaratılacak bir çatışmanın kısa zamanda mezhep ayrılığına dayalı kitlesel çatışmalara dönüşebileceği ve civardaki yerleşim bölgelerine de sıçrayabileceği ihtimal dahilinde görülmektedir.” (Dağıtım: Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığına.)



Çorum’da temmuz başında meydana gelen olaylardan sonra 31 Temmuz 1980’de geçilen bir istihbarat raporunda ilçede Alevi ve Sünni gerginliğinin devam ettiği belirtildikten sonra, ‘Solcu ve Alevi militanların elinde 15 civarında, ülkücü militanların elinde 10’a yakın uzun menzilli otomatik silah bulunduğu’ bilgisi veriliyor. Raporda, “Yörede her an yeni bir Alevi Sünni çatışmasının çıkabileceği ihtimalini ortaya koyan emareler buluyor.” deniyor.



MİT, 4-5 Temmuz’daki Çorum Olayları’nın geleceğinin istihbaratını an be an veriyor. 2 Temmuz 1980 tarihli, Çorum Emniyet Müdürlüğü ve Jandarma Komutanlığı’nın tali kaynak olarak gösterildiği raporda, iki kesim arasında çıkan çatışmada ölen ve yaralananlar belirtildikten sonra Alevi ve Sünni mahallelerde barikatlar kurulduğu, patlamaya hazır bombaların bulunduğu, araçların yakıldığı, Alevi köylülerin dövüldüğü, gibi vakalar sıralandıktan sonra şu uyarılar yapılıyor: “1- Bu gece ve önümüzdeki günlerde olayların devam edebileceği düşünülerek yetkililer makamlar uyarılmıştır. 2- Çorum’daki emniyet ve askeri kuvvetleri olaylar karşısında yetersiz kalmakta ve mutlaka takviyeler gerekmektedir.”



İzmir’de sıkıyönetime kadar eylem

12 Şubat 1980 tarihli, İzmir’den geçilen bir istihbarat raporunda; aşırı sol militanlarca yapılacak suikast, sabotaj, karakol baskını, bombalı saldırı eylemleri haber veriliyor. Peki, istihbarat raporları olayları önlüyor mu? Devlet tedbir alıyor mu? İşte MİT raporlarına rağmen olayların nasıl tırmandığını gösteren örnekler:



12 Şubat: Milliyet gazetesinin birinci sayfası tamamen İzmir’deki olaylara ayrılmış. Ana başlık: İzmir’de bombalar patladı, çatışmalar sürdü. 1-Bir grup gösterici İzmir AP il merkezini bastı ve bombaladı. 2-İzmir’de Sümerbank önündeki köprünün ayağına bırakılan bubi tuzaklı bomba etkisiz hâle getirildi. 3-Çiğli Havaalanı yolu barikatlarla üç saat kapatıldı. 4-İzmir’in Hatay semtinde bir benzin istasyonunu ateşe vermek isteyen üç kişi silahları ile birlikte yakalandı.



13 Şubat: İzmir’de olaylar dün de sürdü.



21 Şubat: İzmir’de bir polis öldürüldü.



21 Şubat: İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı: “İzmir olayları provokasyondur.” Alyanak, TARİŞ olaylarının ardından İzmir’in çeşitli yörelerinde meydana gelen olayların tam bir provokasyon olduğunu iddia etti. Sıkıyönetim yerine mevcut yasalara işlerlik kazandırılmasını istedi.



24 Şubat: İzmir’de dağa kaçırılan öğrenci kurşuna dizildi.



15 Şubat: İzmir’de TARİŞ boşaltıldı



17 Şubat: Gültepe semtinde yapılan aramada 3 polis öldürüldü. Bazı militanlar yaralı taşıyan ambulanslara bomba attı. Gültepe’de bir eve baskın yaparak bir anne ile 3 çocuğunu rehin alan militanlardan biri kadın kılığına girerek kaçtı. Operasyonlarda 166 kişi gözaltına alındı



20 Şubat: İzmir’de ve Hatay’da sıkıyönetim ilan edildi.



Babam Kılıç Ali, Encümen-i Daniş üyesiydi

20 Ağustos 2012 / İDRİS GÜRSOY


Babasının Encümen-i Daniş üyesi olduğunu söyleyen gazeteci Altemur Kılıç, Balyoz davası için “Askerler bugünleri gördükleri için olasılık planları yapmış olabilirler.” diyor. Ona göre, bundan sonra darbe zor.

Adnan Menderes’in basın yayın müdürü ve sözcüsü, 9 ay bu görevde bulunuyor. 27 Mayıs’ta gözaltına alınıp cezaevinde yatıyor. Radyo davasından mahkeme ediliyor. “Yassıada’da bir hayli dayak yedim askerlerden. Sonra bana bunu yapanlar, elimi tuttular, bize hakkını helal et, size yanlış yaptık dediler.” diyor.



1924 doğumlu Altemur Kılıç’ın hikâyesi ne 27 Mayıs’la başlıyor ne de 27 Mayıs’la bitiyor. Babası Kılıç Ali, Atatürk’ün en yakın arkadaşı, keskin kılıcıyla İstiklal Mahkemeleri başkanı. ‘Kılıç Ali’ ismini Mustafa Kemal koymuş.



Altemur Kılıç, Alanya’da yaşıyor. Cumhuriyet döneminden günümüze uzanan yaşam öyküsü ile tarihî bir kişilik. Göğsünde babasının İstiklal Madalyası’nı taşıyor. Kendisine ‘Demir’ diye hitap eden Atatürk’ü aşk derecesinde seviyor. İsmet İnönü’den Menderes ve Demirel’e bütün liderlerle yakın ilişkisi var. Bülent Ecevit, Robert Kolej’inden sınıf arkadaşı. Yabancı devlet başkanları, albümünde büyük yer tutuyor. Askerlerle yakın dostluğu var. En son İlker Başbuğ’un elinden bir plaket almış. Kitaplarını askerî okullara bağışlamış. Milliyet, Türkiye ve Tercüman gazetelerinde uzun yıllar çalışmış, Devir dergisini çıkarmış. Türkiye’ye televizyonun girmesinde rolü var. Şimdilerde Yeniçağ’da yazıyor ve AK Parti iktidarından memnun değil. ‘Bir cumhuriyetçi olarak gidişattan rahatsızım.’ diyor. Hatıralarını ‘Kılıç’tan Kılıca’ isimli kitapta toplayan Altemur Kılıç, 27 Mayıs’tan Ergenekon davalarına pek çok konuda sorularımızı cevapladı. Kılıç, Balyoz’u, Andıç’ı savunuyor, ‘askerlerin nasıl yapsak da memleketi kurtarsak’ diye düşünmeleri ve planlar yapmalarının görevleri olduğunu söylüyor; “Babam Kılıç Ali Encümen-i Daniş üyesiydi… İskender’in kılıcı körleşti, artık darbe zor… Askerler bugünleri gördükleri için olasılık planları yapmış olabilirler… Atatürk diktatördü…” gibi tartışılacak açıklamalar yapıyor.





Atatürk, Kılıç Ali adını psikolojik harp sebebiyle verdi?

Altemur Kılıç, duvarları süsleyen fotoğraflardan, Atatürk’le babası Kılıç Ali’nin fotoğrafını göstererek şöyle diyor: “Atatürk’le babam, Ülkü ile bizim evin içinde. Babamın asıl adı Asaf. Küçük zabit Asaf. Sonra subaylığa terfi etmiş. Çanakkale’de yararlılık göstermiş. Atatürk ona Gaziantep’e görev verirken Kılıç Ali ismini vermiş.”



-Neden?



Psikolojik harp bakımından Asaf ismi mühim değil de Kılıç Ali gibi bir isim olursa hem bak Alevilere de yakın; hem kılıç hem Ali. Bak demiş, ne kadar güzel, demiş, Zülfikar gibi.



-Hem de keskin.



Alevileri severdi Atatürk. Ben de Alevileri severim. Aleviler hakiki Türk ve milliyetçidirler. Genel müdür olduğumda bir bakan çekti, ‘Şu, şu, şu daireler Alevidir, dikkat et’, dedi sonra dikkat ettim onlar en dürüst çıktı.



-Ya Dersim’de yaşananlar?



Dersim bir isyandı, ilk isyan. Atatürk’ün emri ile bastırıldı. Kızını Atatürk tabancasını vererek onları duman etsin diye gönderdi. İsyan bu, bastırılmaz mı? 20 tane Kürt isyanı var. Atatürk önceleri devletin iki kurucusu Türkler ve Kürtlerdir diyor ve buna inanıyordu, Amasya’da da söyledi. Ama isyanlar çıkınca, formülü buldu. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ dedi. Çerkezim, Acara, Gürcüyüm ama ne mutlu Türk milliyetçisiyim, bu bir süre yürüdü, şimdi bozulmaya başlandı.



-Başbakan Dersim için özür diledi.



Kimseden özür dilenecek durum yok. Özür dilenecek varsa şehitlerimizdir.



-İstiklal Mahkemeleri ve babanız da zaman zaman tartışılıyor?



Babamın hatıraları var, her şeyi anlatmış, orada, ‘Biz her şeye vicdanımıza göre karar verdik’ diyor. Asker kaçakları var, düşmanla işbirliği yapan casuslar var.



-Alanya’yı neden seçtiniz?



Yassıada’ya dayanıyor. Koğuş arkadaşlarımdan biri Ahmet Tokuş’tu, o bana çıkınca seni Alanya’ya götürürüm derdi, nitekim getirdi. Evvela yazları gelmeye başladık, İstanbul yaşanmaz olunca, yerleştik.



-Türkiye darbelerle hesaplaşıyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz?



Darbeleri kınayacaksak asıl 27 Mayıs’ı kınamalıyız. Asıl kötü darbe oydu. Ordunun hiyerarşisi dışında yapılan gerçek bir cunta darbesiydi. Ama kimse 27 Mayıs’tan fazla bahsetmiyor.



-İyi darbe var mı?



İyi darbe olur mu canım? Darbe Atatürk’ün darbesiydi, cumhuriyeti kurma darbesiydi.



-Neden darbe geleneği günümüze kadar sürdü o hâlde?



Oraya itiyorlar insanları. Sen genç subay olacaksın, Atatürkçü subay olacaksın, düşünmez misin bu işlere nasıl son veririm diye? Bunları düşünenler yok mudur sanıyorsun? Subaylar görüyorlar memleketin hâlini, nasıl yapsak da kurtarsak memleketi, diye düşünüyorlar. Düşünmezlerse çok hata ediyorlar. Ama darbe yoluyla değil.



-Ergenekon ve Balyoz gibi davaları nasıl değerlendiriyorsunuz?



Ergenekon diye bir şey varsa askerlerin görevleriydi Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak. Bugünleri gördükleri için bu olasılık planlarını yapmış olabilirler.



-Nasıl görmüşler?



Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün iktidara geleceğini görmüş adamlar ve tedbirlerini almışlar.



-AK Parti 10 yıldır iktidar. DP dönemi ile benzerlikler var mı?



Sonları aynı olacak.



-Nasıl?



Er veya geç bu bitecek bir şekilde. İnşallah darbesiz falan biter.



-Darbe ihtimali görüyorsunuz o zaman?



Yok. İskender’in kılıcı körlendi artık.



-Nasıl bitecek o zaman?



Halk, herhâlde kendine gelecek, aptal değilse Aziz Nesin’in dediği gibi.



-Seçimlerle mi?



Nasıl biter bilmiyorum ama herhâlde bir şekilde bitecek. Bıraktım PKK terörünü, her gün her gece her yerde bir eylem var. Herkes huzursuz.



-Seçime gidiliyor AK Parti seçiliyor?



Onu anlamıyorum. Demek ki Türk halkı layık olduğu hükümeti buluyor ve aptal.



-Muhalefet?



Etkisiz… Kılıçdaroğlu yapıyor, mücadele ediyor ama etkisiz. Bir sıkımlık canım kaldı, ben görmem herhâlde…



-Gidiş iyi değil diyorsunuz?



İyi değil ne demek? Memnun olan insanı gördün mü? Yol yaptık diyorlar. Hitler de yol yapmıştı. Çekinmeden konuşuyorum. Ben ancak büyük Allah’a inanırım, milletime inanırım, orduma inanırım. Tekme tokat yedim ama orduya düşman olmadım.



-Orduda yanlışlar yok mu?



Orduya nifak soktular. Casusluk, fuhuş gibi şeyler bulaştırdılar. Maneviyatını berbat ettiler. Hiç bir dönemde bu kadar insan tutuklanmamıştı. Askerden siviline kadar. Türkiye bir esir kampına döndü. Bu kadar general içeride.



-Darbe planları, silahlar çıktı ortaya?



Dediğim gibi fiilen darbe yok ama düşünmüş olabilirler.



-Darbe düşünülebilir mi?



Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak, kollamak görevi değil mi? Olasılık ihtimallerini düşünmek görevi değil mi? İç Hizmet Kanunu’nda var.



-Planların yapılması görevleriydi diyorsunuz?



Görevleriydi demiyorum. Resmen görevleriydi. Bursa Nutku’nu okudun mu? Eğer Atatürk olsaydı ne yapardı? Türk halkının birçoğu kömüre gidiyor. Ben çare bilmiyorum, düşünemiyorum. Kızıyorum ama herhâlde darbe çare değil. Olmamıştır. 12 Eylül darbesinden PKK ve APO çıktı resmen.



-Özal’a suikast düzenlendi, Bitlis, Mumcu, Üçok öldürüldü. Arkasında kim var?



Özal’ın zehirlendiğine inanmıyorum. Eşim Semra Özal’ın papatyalarındandı. Haberi alınca Çankaya’ya koşmuş. O gün hiç şüphelenmemiş. Sonra Ahmet Özal’ın fantezileri… Doktoru Cengiz Aslan da ‘öldürüldüğüne inanmıyorum’ diyor. Neden öldürülecekti? Eşref Bitlis, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok cinayetlerine gelince… Derin devlet demiyorum ama derin bir şey var. Türkiye’yi karıştırmak istiyorlar ve başarıyorlar da hâlâ…



-Siz bunca yıldır gazetecisiniz, çok önemli görevlerde bulundunuz, bu derin devlet nedir?



Benim artık gücüm kalmadı. O kadar çok karıştı ki işler. Eski Yunan trajedilerinde senaryo öyle karışırmış ki sonunda oyun yazarı sahnenin ortasına tanrısal bir makine indirmekte bulurmuş çareyi. Çare yok. O kadar karışık ki nasıl içinden çıkacağız? O kadar iddia, tevatür. Bu kadar yıl sonra ne parmak izi kalır ne başka bir şey.



-Neden faillere ulaşılamıyor?



Bu kadar yıl sonra hep komplo teorileri. Ergenekon şuydu, buydu.



-Derin devletten siz ne anlıyorsunuz?



Çok yanlış, umumi bir tabir. Derin devlet, devletin istihbarat teşkilatı mı yoksa bir gizli örgüt mü? Gizli örgütse, Ergenekon değil herhâlde. Ergenekon yakıştırma bir şey. 30 tane bombadan bir Ergenekon çıkardılar.



-Çorum Olayları’nı çalıştım Aksiyon’a. 6 ay öncesinden çatışmaya zemin hazırlanıyor?



Kim yaptı bunu? Evleri kim işaretledi? Madımak’ı kim yaktı?



-Siz cevap verin. Kim?



Benim kafam artık bunlara işlemiyor. Geçmişe saplanır kalırsak ileriyi göremeyiz. Öyle iskeletler var ki dolaplarda. Her memleketin var. İngiltere’de yapıyorlar mı? İngiltere’de faili cinayetler olmadı mı? Fransa’da olmadı mı? Daniskası oldu! Ama onlar bunlara takılıp kalmadılar. Tereyağından kıl çeker gibi çıktılar.



-O ülkeler derin örgütleri tasfiye ettiler?



Ama davul çalarak yapmadılar. Her ülkenin kilitli dolaplarında ne iskelet var? Ama biz bunlara saplanıp kalıyoruz. Nasıl çözülecek bu iş? Sen söyle. Senin kitaplarındaki iddialar gibi varid olan çok şeyler var ama hangisi doğru?



-Aynı mekanizma bütün darbelerde hep devrede. 27 Mayıs’ta kıyma makinaları, 28 Şubat’ta da andıç var. Uydurma haberlerle bazı gazeteciler ve kurumlar hedef alındı? Yine bazı gazeteler ve gazeteciler kullanıldı?



Andıç nedir? Andıç, Genelkurmay’ın yine görevleri icabı internet gibi bir sahada, mukabil tedbir, psikolojik harp.



-Yalan olması, belli kişilerin hedef alınması doğru mu?



Yalan, psikolojik savaşın unsurlarından biridir. Sen iyi niyetle ‘Her şey böyle olmalı mıydı?’ diyorsun. Ama öyle olmuyor ki hayat! Bir akışı, bir mecrası, günün şartları var. Oturup birileri masa başında planlamıyorlar ama hadiseler o tarafa götürüyor.



-Yanlış değil mi?



Yanlış-doğru diye hüküm verecek yerde değilim ama oluyor bunlar. Bütün ülkeler kullanıyor.



-Dış düşmana karşı kullanılması gerekmez mi?



Kardeşim hep gerekmez mi diyorsun da, gerekir de öyle olmuyor hayat. Günün şartlarında böyle gidiyor. Yani ideali söylüyorsun, neler ideal, hiç olmasın! İnsanlar birbirine girmesin ama oluyor. Alevi Sünni olayı normal bir şey mi? Ama oluyor. Türkiye’yi bölüyor açıkça. Kürtler, Aleviler hep kullanılıyor. Bu kazan bir yerde patlayacak. Senin gönlün yatıyor mu gazetecilerin içeri alınmasına?



-Olağanüstü olaylar var ve bu olayların içinde yer alan kişiler, kurumlar var. Bir gazetecinin görevi mi Milliyet’in Ankara bürosunda ‘555K’ formülünü üretmek?



Senin kabahatin… Kardeşim sen ideale takmışsın. Olmaması lazım ama oluyor. Kimse de bunu önleyemez. Olacaktır. Dünyada böyle bir şey vardır, ideal olmuyor her zaman. Vietnam ideal bir şey miydi oldu. Hadiseler bizim tasarladığımız gibi olamıyor. Kendi çocuklarımıza hâkim olabiliyor muyuz? Hangi meslekleri seçeceklerini emredebiliyor muyuz?



-Batı’da bu olaylara karışan asker-sivil-gazeteci her kimse mesleklerini yapabilir mi?



Amerika’da Kennedy öldürüldü değil mi? Kim öldürdü, nasıl öldürdü? Kapandı. Martin Luther King’in ölümü, türlü cinayetler. Şimdi kimse bunları eşelemiyor. Eşelemenin faydası da yok.



-ABD’de bu cinayetlerin üzerine gidilmedi mi?



ABD ideal bir ülke değil ki! CIA, FBI neler yapıyor belli değil ama kimse bunları eşelemiyor. Fransa’da gizli servisin neler yaptığı malum, İngiltere’de M-5’in neler yaptığı malum. Biz bunlara takıyoruz kafamızı.



-Bunlar her ülkede olabilir yani?



Olabilir tabii. Olmamalı ama elimizde sihirli bir değnek yok ki mâni olalım. Atatürk döneminde her şey yalındı, açıktı, ortadaydı. Atatürk diktatördü, amenna hiç şüphe yok ama o olmasaydı ne olurdu?



-Askerlerden kimler dostunuz?



İlker Paşa ile çok iyi tanışırız. Bana Ankara’da bir plaket verdi. İsmail Karadayı Paşa çok iyi dostum.



-Encümen-i Daniş’i biliyor musunuz?



Bilirim, babam Encümen-i Daniş üyesiydi. Hilton’da toplanırdı.



-Nasıl çalışıyorlar?



Eski şahsiyetlerin, eski akil adamların toplantısıydı. Gizli saklı bir yanı yoktu. Ülke meselelerini görüşürler. Öyle derin devlet falan değil.



-Kim kuruyor?



Kendiliğinden oluşmuş. Bazı şeylere saplanıp kalma, kim kurmuş, diye. Toplanmışlar bu akil adamlar ülke meselelerini konuşalım demişler. Bu âdet olmuş, her hafta toplanmışlar. Hepsi emekli. Karadayı’yı, babamı, Tayfur Sökmen’i bilirim. Bunlar derin yapı ise dünyada Türkiye’de daha neler var? Masonlar, şunlar bunlar hepsini öyle saymak gerekir o zaman.



-Siz katıldınız mı?



Ne davet ettiler ne de katıldım.



-Siz Menderes’in sözcüsü ve basın yayın müdürüsünüz. DP’yi hedef alan yalan haberlerin önüne neden geçemediniz? Kaynağı ne idi?



Yalandı çoğu. Yalan mekanizması vardı. Teksir makineleri işliyordu. Halk Partisi’nin rolü büyüktü. Yok, öğrenciler kıyma makinelerinde kıyılmış, kıyma yapılmış da, yalan! Muhakkak, yalan oldukları açık. Sol, Marksist örgütler de vardı işin içinde. Tabii Menderes de yanlış hareket etti, basını, orduyu ve üniversiteleri karşısına aldı.



-Yalan haber üreten merkez neresiydi? Halk Partisi mi? Cuntalar mı?



Genel merkez falan, bak böyle şeylere takma. İlla genel merkez değil. Bir yerlerde yapılıyordu. Ama Halk Partisi’nin de etkisi mühimdi. Sol da bu işe karıştı.



-Akis ve Kim dergilerinin rolü neydi? Doğan Avcıoğlu, Akis’te ‘gölge adam’ başlıklı yazılar yazıyor?



Orhan Birgit, Özcan Ergüder benim can dostlarımdı ama onlar da bu işe yardım ettiler. Bile bile, haksız yere bu oyuna karıştılar. Menderes de biraz açık verdi.



-Cemal Yıldırım cuntacı, 9 Subay Olayı’nda yargılanıyor. Sonra CHP’ye geçiyor. Cunta ile CHP arasında haberci ve bu işlerin önünde?



Cemal Yıldırım, albaydı. Şurada (eliyle duvarda gösteriyor) bir asker var miğferli, o asker benim. Benim Kore’ye gönüllü gitmeme sebep olan Cemal Yıldırım’dı. O zaman Genelkurmay’ın halkla ilişkiler sorumlusuydu.



-Yalan haber üreten mekanizmayı, kimler olduğunu biliyorsunuz. Neden üzerine gidilemedi?



Buna karşı Vatan Cephesi diye bir şey kuruldu. O önlem alındı ki o da yanlıştı, nihayet alaya aldılar. Bunu önlemeye çalıştım. Bakanımız Mükerrem Sarol’du. Gittim, ‘Çok ayıp oluyor’ dedim. ‘Yeni Amerika’dan geldin, ne bilirsin bu işleri?’ dedi. Dinlemediler. Yine Memduh Yaşa, Menderes’in danışmanıydı. Park Otel’de, yanına gittik. Radyo gazetesinde ifrat şeyler yayımlanıyordu. Dedik ki, ‘Artık durduralım bunları. Çok fazla oluyor.’ Bize kızdı. Yanına yaklaştırmadı.



-Askerler Menderes’ten neden rahatsızdı?



‘Ben gerekirse orduyu yedek subaylarla idare ederim’ dedi. Paraları azdı, ‘gazozcu paşalar’ denirdi, gittikleri yerde gazoz içtikleri için. Psikolojik savaş yaptılar. Ve maalesef Menderes de buna imkân ve zemin verdi.



-Yalan haber de psikolojik savaşın parçası mıydı?



Evet. Maharetle yaptılar. Biz de bunda güdük kaldık maalesef.



-Gazeteciler psikolojik savaşta kullanıldı mı?



Onlar da tahrik ediyorlardı açıkçası. Ergüder, Kim’in sahiplerinden biriydi. Can ciğer arkadaşım. Onları bile ikna edemedik. İkna olmak istemediler.



-Orhan Birgit, ‘Öğrencileri biz sokağa döktük’ diyor?



Tabii onlar yaptı. ‘Kardeş kardeşi vurur mu?’ sloganı nereden çıktı? Halkın bağrından mı çıktı? Birisi Gazi Osmanpaşa Marşı’nı uyarladı, darbenin marşı oldu.



-Öğrenci olayları kendiliğinden gelişmedi?



Tabii. Gazi Osmanpaşa Marşı’nı ben uydurmadım. Halk Partisi tahrik etti. Bir yerlerde teksir makinesi işledi, elimize geçiyordu teksir edilen şeyler. Biliyorduk.



-Öncü var bir de. Türkeş çıkarıyor ama kadro sol ve Marksist? Ekşi ve Öymen buradalar. Öncü’de sağ görüşlüler olması gerekmiyor mu?



Gerekiyor ama bazı şeyler bizim tasavvurumuza göre olmuyor. O zamanın şartlarına göre öyle oluşuyor. O şartlarda öyle oluşuyor. Şimdi kitapla toplum mühendisliği yapacak değiliz ki, şöyle olmalıydı, böyle olmalıydı…



-Neden oluyor?



O zamanın şartlarına göre öyle bir akışa giriyor. Ben gençliğimde Amerikan Koleji’nden mezun olduğum için Amerikalılara taraftardım ama şimdi değilim. ABD’liler bizim müttefikimiz, diye yazılar yazmıştım. Şimdi o fikirde değilim, kuyumuzu kazıyorlarmış. Benim de hatam o.



27 MAYIS'TA YALANIN BİNİ BİR PARAYDI

27 Ağustos 2012 / AKSİYON, İDRİS GÜRSOY

Bedii Faik, Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na çarpıcı açıklamalar yaptı: “27 Mayıs’ta yalanın bini bir paraydı. ‘Bayar’ın 108 milyon serveti’ haberini Oktay Ekşi getirdi. Darbecileri eleştirince tehdit edildim, roman yazmam yasaklandı...”

27Mayıs’ı (1960) darbelerin anası olarak görüyor. ‘O günlerde yalanın bini bir parayaydı’ diyor. Celal Bayar’ın 108 milyon serveti olduğu haberini Ankara bürosu muhabiri Oktay Ekşi’nin verdiğini açıklıyor. Millî Birlikçilerin “Kurucu Meclis’e katıl” teklifini önce kendisine yaptıklarını ama “Ekşi’yi alın” diyerek bunu reddettiğini söylüyor. Bayar’ı intihara sürükleyen Yassıada filmini hazırladığı iddialarını yalanlıyor. Bazı propaganda metinlerini redakte ettiğini, darbe bildirilerinin tamamının gazetesi Dünya’da hazırlanıp basıldığını ise kabul ediyor. Darbeden sonra Yassıada fotoğraflarının açık artırma ile satılmasını eleştiren yazısından dolayı 27 Mayısçılardan tehditler aldığını, yazacağını ilan ettiği bir kitabın ise engellendiğini açıklıyor. Son gazeteci medya patronunun kendisi olduğunu belirtip, “Aydın Doğan’ın eline bu kalemi verseniz bir kartpostal dolduramaz. Ne ilgisi var gazetecilikle?” diye soruyor. Bütün bu açıklamalar, Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na konuşan Bedii Faik’e ait. 92 yaşındaki Bedii Faik Akın, Türk basın tarihinin yaşayan en önemli isimlerinden biri. Tasvir gazetesinde (1945) başladığı fıkra yazarlığını, Tan, Milliyet, Yeni İstanbul ve Ulus gazetelerinde sürdürdü. Falih Rıfkı Atay’la birlikte 1952’de Dünya gazetesini kurdu. 1971’de Dünya’nın tek sahibi ve başyazarı oldu. Son Havadis, Hürriyet ve Tercüman gazetelerinde yazdı. Gazete Sahipleri Sendikası genel sekreterliğinde bulundu. Bütün darbelere gazeteci olarak tanıklık etti. 27 Mayıs’ta yaşadıklarını ‘İhtilâlciler Arasında Bir Gazeteci’ anı-kitabında anlatan Bedii Faik’in, ‘Matbuat Basın Derkeen... Medya’ isimli dört ciltlik bir anı kitabı daha bulunuyor. Basından elini çektikten sonra Londra’ya yerleşen 92 yaşındaki Bedii Faik’in Meclis Darbeleri Araştırma Alt Komisyon Başkanı Cengiz Yavilioğlu ve üyelerine yaptığı açıklamalar ilginç ayrıntılar içeriyor.



-Cengiz Yavilioğlu: Dünya gazetesinin 30 Mayıs 1960 tarihli nüshasında Demokrat Partililerin, kendilerini almaya gelen subaylara “Bizi halka teslim etmeyin” dediklerini aktarmışsınız. Bu bilgi nereden?



Ankara muhabirlerinin verdiği bilgilerdir. O günlerde yalanın bini bir parayaydı. Mesela, Celal Bayar’ın 108 milyon serveti olduğu… Benim gazeteme bu haber geldiği zaman yazı müdürleri bana getirdiler ‘Böyle bir haber aldık.’ dediler. Ben, ‘Bu haberi kim verdi?’ dedim, Ankara muhabirimiz Oktay Ekşi’nin verdiğini söylediler. Bulun bana dedim, buldular. Oktay’a ‘Bu haberi nereden aldın?’ dedim, doğrudan doğruya ‘Gürsel Paşa söyledi’ dedi. O zaman teyit ettirmeden bu şeyi yazmayalım dedik, fakat akşamüzeri ısrar ettiler öyledir diye. Şimdi, bir ihtilal olduğu zaman o gazeteler, havadis peşinde koşan gazetelerin o ihtilalin dağdağası içerisinde her habere yapışması kadar tabii bir şey olmaz. Çünkü, bir şey daha var, bazı haberlerin yazılmaması cezai müstelzim olabilir.



-Cengiz Yavilioğlu: Gazetenizin 31 Mayıs 1960 tarihli nüshasında Demokrat Parti Meclis grubunu, ‘çete, Menderes gibi bir müstebit, ‘çete ve zalimin sürüsü’ olarak tesmi ediyorsunuz. 1 Haziran 1960 tarihli nüshada da Demokrat Partililerin silah dağıttıkları, azgın bir kalabalığa asker ve subay kıyafeti giydirerek nümayiş yapan gençlere saldırtma planı yaptıklarını iddia ediyorsunuz?



Ben bir gazetenin bütün kadrosunun, o sıralarda hangi hava içinde hangi haberleri yazdığını, hepsini kontrol edemem; ama o günkü havanın içerisinde bütün bunlar vardı, bütün bunlar olmuştu. Şimdi, o kadar fazla şeyler olmuştu ki, bunların askerî ihtilal olur olmaz uydurulmuş veyahut da iddia edilmiş olanları ile eskiden gazetelerin yazmış oldukları arasında farklar vardır. Şimdi, mesela, pek çok gencin, Et Balık Kurumu’na ait kıyma makinelerinde yok edildikleri için cesetleri bulunamıyor havasını yaydılar, ihtilalciler yaydı tabii bu havayı. Böylelikle polisin o sırada imha ettiği söylenen gençleri, sakladığı havasını yaymaya çalıştılar, bunlar hep yayılmıştır, böyle şeyler oldu.



-Özcan Yeniçeri: Gazeteniz, o dönemde Menderes yani Demokrat Parti iktidarına karşı bir mihrak olduğu gibi bir imaj veriyor, doğru mudur bu?



Evet, doğrudur. O sırada basın bildirilerinin, basında, gazetelerin, yani büyük gazetelerin imzası altındaki bildirilerin hepsi benim kalemimden çıkmıştır, benim matbaamda hazırlanmıştır.



-Özcan Yeniçeri: Peki, gazetenize Behçet Kemal Çağlar, Falih Rıfkı Atay zaman zaman gelip gidiyor. Çağlar ‘Ah İhtilal’ diye şiirler okuyor, sanki ihtilali özleyen, çağıran bir merkez hüviyetinde görünmüyor mu gazeteniz?



Yani, geliyorlar da, ‘ihtilal ah ihtilal’ diye odamda bağrışıyorlar falan, öyle bir şey yok. Bakınız, Beyazıt Meydanı kaynıyor. Muhabirler gidiyor, her gün, avuçlar dolusu kurşun kovanı getiriyorlar. Böyle bir kristal tabla var masamda her gün doluyor. Tabii, benim o gençlerle beraber Beyazıt Meydanı’nda onu takip etme imkânım yok. ‘Ölen oldu mu?’ diyorum, bu kadar atılmışsa. ‘Yok, fazla ölmedi, bir kişi yaralandı, bilmem ne’ diyorlar. Artık, öylesine alelade havaya büründü ki o iş, ahval-i adiyeden oldu. O sırada bir gün Behçet Kemal geldi. Behçet Kemal kafiyeli konuşur icap ettiği zaman. Çocuklar girdi içeriye, bir tanesinin burnu kanıyor. Beyazıt Meydanı’nda vurulduğu için falan değil, burnu kanamış, sıcaktan kanıyor belki. Behçet ayağa kalktı, ‘Ne oldu, bir şey mi oldu?’ dedi. O da, ‘Behçet Ağabey ne olacak, polisler ateş etti burnuma’ dedi, şaka yaptığı besbelli. Oturdu, birdenbire, ‘İhtilal Ah İhtilal’ diye bir şiir okudu. Ben, ‘Bak o çocuk var ya, burnu kanayan çocuk, aslında dedim Demokrat Partilidir. Yani, senin bu şiirini içeride duyduysa seni ihbar eder’ dedim ve şakalaştık. Behçet de güldü. Bunu nasıl duydularsa duymuşlar. Bu benim mihrak olduğumu göstermez.



-Özcan Yeniçeri: Özellikle Yassıada mahkemeleri sırasında Celal Bayar’ın intihara teşebbüs etmesinde önemli yer alan Düşükler filminin senaryosunun size ait olduğu iddia ediliyor. Bunda da sizin rolünüz var mı?



Hayır, o bana büyük bir iftira. Bu şundan çıkıyor: Yassıada konuşmaları diye bir seri yapılmıştı o sırada, bana rica ettiler ki, bu konuşmaları birisinin süzgeçten geçirmesi lazım çünkü uzun yapılıyor. Şöyle bir şey yapmışlar efendim, hesap uzmanları var, o hesap uzmanları Demokrat Parti ricalinin suiistimallerini meydana çıkarıyorlar sözde. O hesap uzmanlarının hazırladığı şeyleri redaktörler heyetine veriyorlar, o heyet de bunu yazıyor, radyoda söylenecek hâle geliyor, o zaman televizyon yok. Tabii, hesap uzmanlarının yazdığı şeyler hesaba göre çok büyük şeyler. Onlardan mana çıkarmak, vesaire falan zor. Onun için bir karışıklık olmuş, benden rica ettiler, ‘bunu toparlar mısınız’ diye. Ben dedim ki, ‘Bunu toparlamam kabil değil, yani bu çok zor bir şey. Bir defa hesap benim işim değil. Bu hesaptan çıkan şeyi ne yapacağız?’ En sonunda birtakım insanlar bulmuşlar, ‘Onların hazırladıklarını gözden geçirin’ dediler. Ben üç defa gözden geçirdikten sonra, ‘Bunları ne beğenmeme, ne tasvip etmeme imkân vardır, benim anlayışımın dışında bunlar’ dedim, bıraktım gittim. O film merkezine zaten kimseyi katmazlardı. Keşke olsaydı, emin olun, şerefim üzerine yemin ediyorum, hiç tereddüt etmeden ‘ben yaptım’ derdim. Yapmadım.



-Cengiz Yavilioğlu: Şimdi, kitabınızda darbeden sonra yargılamalar başlamadan önce bu suiistimal dosyalarına ait soruşturma kurullarının hazırladıkları belgelere dayanarak radyo programları yapıyorsunuz?



Hayır, ben yapmıyorum, yapıyorlar.



-Cengiz Yavilioğlu: Siz de onun içerisindesiniz.



Onları kontrolden geçiriyoruz.



-Özcan Yeniçeri: 27 Mayıs’tan sonra DP’lilere, ‘müstebit ve zalim sürüsü’ gibi, zannediyorum 30 Mayıs tarihli gazetede değerlendirmeler yapılmış. Buna ‘düşükler’ gibi benzer aşağılayıcı kavramları ifade ederek bir noktada ihtilalcilerin Menderes’e karşı ya da Demokrat Parti iktidarına karşı sonradan uygulayacakları yöntemlere de bir psikolojik altyapı üretme gibi bir şey olmadı mı? Bundan rahatsızlık duymadınız mı?



Peki, efendim, bunları soruyorsunuz da, ‘düşük’ diye isim taktıkları insanların resimlerini artırmayla sattıkları zaman bu iğrenç bir harekettir, ‘Bundan utanınız’ diye yazı yazan beni niye hesaba katmıyorsunuz?



-Selçuk Özdağ: ‘İdamlar olmasın’ diye bir yazı yazdınız mı?



‘İdamlar olmasın’ diye İsmet Paşa’nın çok geç kalan bir müdahalesini gördüğüm zaman yazdım.



-Selçuk Özdağ: Kendinizin de geç kaldığını düşünüyor musunuz?



Tabii, tabii.



-Selçuk Özdağ: ‘Affedilsinler’ diyerek bir yazı yazdınız mı?



Hayır.



-Selçuk Özdağ: Menderes ve arkadaşlarının asılmaması için yazı yazmadınız, hüküm verildikten sonra yazdınız. Bir pişmanlık duyuyor musunuz? Siz etkin bir gazeteciydiniz. Korktunuz mu, çekindiniz mi, yoksa birazcık da bu dönemin, yaşadıklarınızın da etkisi oldu mu efendim?



Şimdi, tabii o günkü halet-i ruhiyeyi bugün yaşamak kabil değil. Siz benim yaşadıklarımı da yaşayamazsınız, yani benim yerime geçemezsiniz, kendinizi benim yerime koymanıza imkân yok ama yani ölümü istemek, ölümü beklemek öyle hoş bir şey değil, bir vicdanla... Bırakın Menderes’i yani bir ‘ölüm’ denilen şeyi isteme... Mesela bu ihtilal meşruiyetinin ölümlerle doğru orantılı olduğu veyahut da ölümlere bağlı olduğu fikrine gelenlerin hepsine karşı çıkmışımdır. Bunları tartıştığımız zamanlar hepsini söylemişimdir.



-Selçuk Özdağ: Sözlü olarak.



E, tabii. Herhangi bir şeyde toplantı yapıyorlardı, çağırıyorlardı, ‘Buyurmaz mısınız, fikrinizi söyleyin’ diyorlardı. Biz ve birtakım profesör arkadaşlarım diyorduk ki… Sonradan hepsi iftiraya uğramışlardır, Cihat Abaoğlu vesaire falan, 147’ler meselesinde filan, hepsi birtakım hadiselerin içine sokulmuşlardır. Onların hiçbiri idam fikrine ‘evet’ demedi. Beyefendi ölüme razı olmak öyle kolay şey değildir. Ölüme müstahak olmak ayrı meseledir, onlar istedikleri kadar müstahak olsunlar. Ölmüş olanlar, asılmış olanlar vesaire müstahak olabilirler, beni alakadar etmez o tarafı. Ben onu o istihkak içinde göremem, benim görmeme imkân yok…



-Özcan Yeniçeri: Darbe sonrası, yani 27 Mayıs sonrası askerî idarenin tutumuna karşı eleştirel yazı yazdınız mı?



Benden fazla yazan olmamıştır. Ben resim sattıkları zaman, Yassıada’daki şahsiyetlerin resimlerini Dolmabahçe’de tuttular açık artırmaya koydular. Hürriyet gazetesi paralı, çekip cebine koydu, Erol Simavi geldi. Hayat Mecmuası Yapı Kredi’ye dayanıyor, o da paralı, o da çekip koydu geldi ve burada artırdılar. “Celal Bayar’ın şu resmi, Yassıada’da bu resmi” dediler. O “20 bin veriyorum.” dedi. Öteki “100 bin veriyorum.” dedi. Şap çekti yazdı, o resimleri aldı. Bu, bana söylendiği zaman, ben “Hiçbiriniz iştirak etmeyeceksiniz.” dedim arkadaşlarıma ve oturdum ‘iğrenç’ diye yazı yazdım, yani bu hareket. Ne kadar tehdit edildim biliyor musun? Ve ilk ihtilafım odur.



-Selçuk Özdağ: Kim tehdit etti efendim sizi?



İşte, telefonlarla...



-Selçuk Özdağ: Millî Birlik Komitesi üyeleri mi?



Sesler, tabii.



-Özcan Yeniçeri: Bu “Tekolonya Cumhuriyeti” yazınız aslında bir şey midir, bir metafor olarak içinizden gelerek mi koydunuz, yoksa baskılar dolayısıyla mı böyle demek zorunda kaldınız?



İyi ki sordunuz onu. Bugün mesela Silivri’de henüz yatan veya çıkan bir arkadaşın, bir kitabının basılmadan yasaklandığı iddiası var. Ben daha görülmemişine maruz kaldım. Ben ‘Tekolonya Cumhuriyeti’ diye ilan ettim ‘Kitap yazıyorum’ diye ‘Tefrika yapacağım’ diye. Kitabı daha yazmadım çünkü günlük yazacağım, her gün yazacağım, gazete de benim. Bunu ilan ettim ve o kadar canlı ilan ettik ki mesela Tekolonya varmış gibi, Tekolonya ile Bolivya maç yapmışlar, spor sayfasında öyle çıkıyor, 3-0 kazanmış; Tekolonya’nın Birleşmiş Milletler’de bilmem nesi... Böyle haberler uydurarak bir reklam yaptık, çok alaka çekti. Nitekim, kardeşim hukuk fakültesinde o sırada profesör. Devletler Hukuku Profesörü arkadaşı gelmiş demiş ki: ‘Ya, çocuklar bana Tekolonya’yı Birleşmiş Milletlere kabul edip etmeyeceklerini falan soruyorlar. Ağabeyine söyle de...’ ‘Aman ne yapıyorsun ya? O uydurma, ağabeyimin romanı olacak o’ demiş. Bu kadar sahiye çevirdik işi. Öyle olunca bir akşam eve gittiğim zaman, artık yemek yedik, yatacağız, telefon çaldı. Hicabi Dinç, İstanbul Savcısı ‘Sen mi gelirsin ben mi aldırayım?’ dedi. ‘Yok daha şoför yatmamıştır, ben geleyim sana. Ne oldu?’ dedim. ‘Gel buraya da o zaman görüşürüz.’ dedi. Geldik ki adliyenin kapıları açık, ondan sonra yukarı aldılar bizi. Ertesi gün tefrikaya başlayacağımızı söyledim, sadece ön sözünü yazdım, daha kafamda, her gün yazacağım zaten. Romanı yasak ettiler ve ‘Yazamazsın’ dediler, hatta Hicabi ısrar ettiler, ‘Bunun yasak edildiğini dahi yazamazsın.’ ‘Yok ben onu yazarım, sen ona ne yaparsan yaparsın’ dedim. Tabii ki okuyuculara duyurmam. İşte ‘Tekolonya yasak edildi’ dedim.



-Ahmet Topbaş: 1961 Anayasası. Bu Anayasa’yı nasıl değerlendirdiniz ya da nasıl değerlendiriyorsunuz?



‘Kurucu Meclis’ diye bir şey kuruldu, pek çok kimseye, Falih Rıfkı Bey’e de bana da teklif etmişlerdi ‘Böyle bir şey yapmayız’ dedik. Biz, Oktay Ekşi Ankara muhabirimizdi o zaman, onu gönderdik ‘Onu alın’ dedik, aldılar da nitekim. Kurucu Meclis havası bize fazla itimat vermemiştir.



-Cengiz Yavilioğlu: Oktay Ekşi sizin tavsiyenizle o Kurucu Meclis’in içinde oldu, öyle mi?



Yani tavsiyemin faydası oldu mu bilmiyorum ama ‘Alın Ankara’da çocuklar var, Oktay’ı alın, ne yaparsanız yapın’ dedik. Şimdi, bu Kurucu Meclis’in eğer bir siyasi parti dayanağı olacaksa bunun Halk Partili olmasından tabii bir şey yok, DP kapatıldı. Nitekim, onlar istediklerini böyle çağırmışlardır, yani Millî Birlik Komitesi davet etmiştir ‘Seni de yapalım, seni de yapalım.’ diye. ‘Peki’ demiş, kabul etmişlerdir. Halk Partisi ekseriyeti Kurucu Meclis olmuştur -başka çare yoktur, siyasi kadro ondan ibaretti, başkası kalmamıştı- bu Kurucu Meclis anayasa yapmaya başlamıştır. Ne yapsalar Halk Partisi’nin damgası olacaktı anayasada.



-İdris Şahin: 60 sonrasında da, 80 sonrasında da darbenin üçüncü, dördüncü gününe kadar darbeden itibaren, bütün gazetelerin aşağı yukarı manşetleri aynı, köşe yazıları aynı, hepsi darbelerin haklılığı noktasında görüş beyan ediyor. Bunun içerisinde Cumhuriyet’i var, Milliyet’i var, Tercüman’ı var. Bu yayınların tamamı darbelerden sonra tek bir merkezden mi yönlendiriliyordu, yoksa duruma göre gazeteciler kendine bir vazife mi alıyordu?



Size bir misal vererek arz edeyim. 12 Eylül olduğu zaman ben İstanbul’daydım, ertesi gün hareket edecektim, Londra’da oturuyorum ve ertesi gün hareket ettim. Hiçbir yazım yok. Hürriyet’te o zaman haftada bir yazıyordum. Sonra, Hürriyet’in o zaman Nüan Yiğit diye bir Londra temsilcisi var. Evime geldi üç gün sonra. ‘Ağabey, vaziyet fena’ filan… ‘Ne oldu?’ dedim. Ben zannettim Hürriyet gazetesine bir şey yaptılar. ‘Ağabey, Nezih Ağabey -Nezih Demirkent o zaman Hürriyet’in Genel Yayın Müdürü- patron Erol Bey’in selamını size gönderiyor. Aman Bedii Ağabey’e git, mutlaka bir yazı yazsın.’ Bir generalden bahsediyorlar o zaman, o herkesi çağırıyor ve şöyle yapın, böyle yapın diyormuş, neyse, ben bilmiyorum tabii. Ondan sonra demiş ki o general: ‘Bedii Bey’in niye yazısı yok bizim hakkımızda?’ ‘Pekâlâ, bağlayın bakalım.’ dedim. Neyse, çıktı telefona. Dedi ki: ‘Ağabey, Allah aşkına şöyle bir yazı şey yap da…’ ‘Peki, yazayım bir şey ama içimden gelmiyor, ne yazabilirim?’ dedim. ‘Ya Ağabey, işte şöyle şişiriver bir şey.’ falan dedi. Ben de orada yazdım, verdim Nezih’e. Şunun için anlatıyorum: Demek ki bir general yazıları takip ediyordu, yani bu niye yazmadı, şu niye yazmadı diye. İsmini de söylemişlerdi ama hatırımda kalmadı ehemmiyet vermediğim için. Böyle bir tek merkez var mıydı bilmiyorum ama, hassas olduğu için ordu herhangi bir hareket yaptığı zaman hepsi bir ampul teli gibiydiler. Orada kim bizi destekliyor, kim desteklemiyor, neden desteklemiyor diye bir süzgeç yapmaları kadar tabii bir şey yok. Tek bir merkezden idare edildiği fikri 12 Eylül’de vardır işte.



“Zehiri İnönü’yü başbakan yaparak aldılar”

1961 seçiminden sonra bir de baktı ki ordu, Demokrat Parti’yi yıkmış ama halk gene Demokrat Parti’den 159 tane milletvekili çıkarmış. İsmet Paşa da 180 küsur çıkarmış. Buna tahammül edemediler. Etmeyince oturdular, Harp Akademisi’nde 21 Ekim Protokolü imzaladılar. Generallerden itibaren albaylara kadar. Gün kesmişlerdir, müdahale edecekler. Cevdet Sunay Paşa, o zaman Genelkurmay Başkanı, bunu gördü. ‘Eğer İsmet Paşa kazansaydı, madem ki ordu buna ses çıkarmayacaktı o hâlde İsmet Paşa’yı başvekil yaparız ve bir koalisyon hükûmetini öyle kurdururuz.’ dediler ve yaptılar. İsmet Paşa, Gümüşpala’nın AP’siyle bir koalisyon hükûmeti kurdu. O protokolü yapanlar birdenbire gevşedi. Besbelli ki İsmet Paşa’nın başvekil olması onların zehrini almıştır ve müdahaleden vazgeçtiler.



Aydın Doğan Bey’in eline bu kalemi verseniz bir kartpostal dolduramaz

“Şimdi, bakın, bu gazetecilik başlı başına bir iştir ve ne kadar müstakil olursa, ne kadar tek başına olursa o kadar tesirli olabilir. Eğer gazeteciliğe başka şeyleri de ekler de giderseniz bu gazeteciliği yapamaz olursunuz. Binaenaleyh gazete sahibinin sadece gazeteci olmasını ben evleviyetle isterim ve onu savunurum. Şimdi, bugün tutarsız bir alay gazete var. Daha bir şey söyleyeyim size: Türkiye 24 milyon nüfuslu iken ne gazete tirajı varsa, 75 milyon nüfuslu Türkiye’de de o gazete tirajı var. Öyle bir hadise dünya gazeteciliğinde görülmüş değildir. Bunda computer’lerin, twitter’lerin şunların bunların payı vardır, o payı kabul ediyorum. Ama bütün dünyada da var onlar, yalnız bize ait değil ki. Bütün dünyada da gazetelerin rakipleri var, televizyonlar vesaireler, orada niye olmuyor da bizde oluyor? Çünkü inandırıcılığını kaybetmiştir Beyefendi. İnandırıcılığını gazetenin kaybetmesini ben gazetenin sahibine atfetmeyeceğim de kime atfedeceğim? Onun tutumuyla olur o iş. Bakınız, isim vereyim ben size. Aydın Doğan Bey gazeteciliğe niye geldi? İdeali vardı da, söylemek istediği çok fikir vardı da onu söylemeye mi geldi? Aydın Doğan Bey’in eline bu kalemi verseniz bir kartpostal dolduramaz. Ne alakası var gazetecilikle? Hayır efendim. Çünkü gazeteciliği baskı yaparak, gazeteciliği basamak yaparak pek çok menfaate kavuşursunuz. Onlar gazeteciliği gazetecilik yapmak için değil, para kazanmak için istediler. Para kazanmak için isteyince, elbette ki iktidarlar bundan faydalanır. Dünyanın hiçbir iktidarı gazeteye bayılmaz, gazeteciye bayılmaz, çünkü onun aleyhinde yazar, onun hakkında yazar. Bazısı aleyhinde yazmaya tahammül edemez.