26 Mart 2014 Çarşamba

Erdoğan'dan kontrgerillaya can suyu. Doğan Öz dosyası rafa kalktı

Kontrgerilla’ya can suyu

24 Mart 2014 / İDRİS GÜRSOY
17 Aralık’tan sonra, özel yetkili mahkemelerin kapatılması ile kontrgerillanın üzerine gittiği için öldürülen ve katili salıverilen Savcı Doğan Öz’ün dosyası da rafa kalktı. Mahkemenin peşine düştüğü devlet içine yuvalanmış çetenin sırları aydınlatılsa, bütün faili meçhul cinayetler çözülebilirdi.
‘Özel yetkili mahkemelerin yetkilerinin kaldırılmasından sonra dava dosyası kapatılmış ve Ankara’ya gönderilmiş.” Bu sözler 1978’de öldürülen ve 35 yıl sonra dosyası yeniden açılan Savcı Doğan Öz’ün eşi Sezen Öz’e ait. Sezen Öz, yıllarca, eşinin devlet içinde yuvalanmış bir çeteyi deşifre ettiği için hedef alındığını savundu. Katilin yakalanıp idam cezasına çarptırılmasına rağmen yine bu mekanizma tarafından salıverildiğini düşündü. Ergenekon davalarından sonra, Öz dosyasının yeniden açılması için savcılığa müracaat etti. Genelkurmay Başkanlığı’ndan gelen bazı belgeler tetikçinin Millî Savunma Bakanlığı ile ilişkisi olduğunu ortaya koyuyordu. 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra özel yetkili mahkemelerin kapatılması pek çok davayı etkiledi. Sonuca ulaşmak üzere olan Savcı Doğan Öz dosyası da rafa kalktı. Mahkemenin peşine düştüğü devlet içine yuvalanmış çetenin sırları aydınlatılsa, bütün faili meçhul cinayetler çözülebilirdi. Erdoğan, yargıya müdahale ederek kontrgerillaya hayat verdi, Türkiye’nin karanlık geçmişiyle yüzleşme fırsatını başka bahara ertelemiş oldu. Sezen Öz, çok da ümitli konuşmuyor. “Bir kesime dokunulamıyor; ancak suçları örtemezler. Bundan sonra süreç ne olacak, göreceğiz.” diyor.
Kontrgerillanın üzerine ilk giden Savcı Öz’ün hem akıbeti hem de cinayetle ilgili dava süreci bugün derin yapıları soruşturan savcıların başına gelenlerle neredeyse aynı. Cinayetin yıldönümünde Öz dosyasını yeniden açıyoruz. Doğan Öz kimdi? Neden öldürüldü? Dava dosyası nasıl kapatıldı?
12 Eylül’e sadece iki yıl vardı. 24 Mart 1978, saat 08.10’da, Türkiye’yi sarsan bir cinayet işlendi. Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz, Kızılırmak Caddesi’nde 20 DE 855 plakalı aracında uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Öz, Afyon Sultandağı nüfusuna kayıtlı ve 1934 doğumluydu. Soruşturma sonucunda, Ankara Ticaret ve Turizm Yüksek Öğretmen Okulu 1. sınıf öğrencisi İbrahim Çiftçi yakalanarak gözaltına alındı. 26 Aralık 1978’de hakkında tanzim edilen tahkikat evrakları ile birlikte Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na sevk edildi. Ankara Sulh Ceza Mahkemesi’nce tutuklanarak cezaevine kondu. İbrahim Çiftçi hakkında bu olayla ilgili Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Nolu Askerî Mahkemesi’nce 4 defa idam kararı verildi. Ancak Askerî Yargıtay Daireler Kurulu, suçu sübuta ermediği gerekçesiyle kararı bozdu. Yeniden yapılan yargılama sonucunda Çiftçi’nin beraatine karar verildi. Çiftçi hakkında aynı zamanda, 9 Ekim 1978’de Bahçelievler’de meydana gelen toplu öldürme olayı ile ilgili iddianame hazırlanarak dava açıldı. Ankara Askerî Savcılığı 4. Kolordu Askerî Mahkemesi’nce devam eden yargılamada sanıklar hakkında beraat kararı verildi.
Tetikçiyi MSB’deki belgeler kurtardı
Ergenekon davalarına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi (26 Temmuz 2012) Özel Harp Dairesi ve kontrgerilla ile ilgili gündeme gelen iddialar nedeniyle Doğan Öz cinayetini mercek altına aldı. Mahkeme, TBMM Başkanlığı’ndan Özel Harp Dairesi konulu Meclis Araştırma Raporu’nu, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’ndan da Öz’ün hazırladığı ve Bülent Ecevit’e verdiği kontrgerilla raporunu istedi. Doğan Öz’ün öldürülmeden önce hazırlığını yaptığı Kontrgerilla Soruşturması da tozlu raflardan indirildi.
Bir yıl sonra Öz cinayeti ile ilgili bir gelişme daha yaşandı. Terörle Mücadele Kanunu’nun 10. Maddesiyle yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği, Öz ailesinin cinayetin yeniden incelemesi için Temmuz 2013’te yaptığı müracaatı kabul etti. Öz ailesinin verdiği dilekçede, şüpheli olarak ifadesine başvurulması istenen isimler savcılığa iletilmişti. Söz konusu isimler dilekçede, ‘Dönemin Genelkurmay Özel Harp Dairesi Başkanı, dönemin 1. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel, dönemin Millî Savunma Bakanı, Askerî Adalet İşleri Bakanı Fahrettin Kibritçioğlu, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in özel kalem müdürü, Büyükelçi Üstün Dinçmen’ diye sıralanmıştı. Cinayet hakkındaki yargılama dosyalarını inceleyen savcılık, konuya ilişkin ilk ifadesini 7 Şubat 2014’te Üstün Dinçmen’den aldı. Dinçmen’e, Çiftçi’nin müdafi avukatları tarafından kendisine hitaben yazdığı 4 Ağustos 1983 tarihli dilekçedeki talepleri soruldu. Dilekçede; “Tesis edilen ölüm cezasına rağmen gerek sanık İbrahim Çiftçi ve gerekse maktul Doğan Öz haklarında, Millî Savunma Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’nda bir kısım belgelerin mevcut olup, dosyaya ibraz edilmediğini tespit ettik.” ifadesi yer almış ve Dinçmen’den ‘emaneti muhafaza etmesi’ istenmişti. Avukatların Dinçmen’e yazdığı “Çiftçi’nin Millî Savunma Bakanlığı’nda belgeleri var.” içerikli dilekçe, “Çiftçi’yi idamdan kurtaran belge” olarak yorumlanmıştı.
Peki, Doğan Öz, 1978’de neden öldürülmüştü? 12 Eylül öncesi sağ-sol çatışmaları ile ülke hızla istikrarsızlığa sürükleniyordu. Silahlar-bombalar patlıyor, her gün onlarca insan hayatını kaybediyordu. Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz, Turizm Ticaret Meslek Yüksekokulu öğrencisi Levent Özyürek cinayetini soruşturuyordu. Cinayet, ülkücülerin kaldığı Site Öğrenci Yurdu’nun önünde işlenmiş ve sanık yurda kaçmıştı. Öz, polisin bile giremediği yurdu aratmak için mahkeme kararı çıkarttı. 60 öğrenci gözaltına alındı. Cinayet silahı bulundu. Fail Naci Üner tutuklandı. Savcı Öz olayı araştırdıkça cinayetlerin arkasında devletin içinde yuvalanmış bir gizli örgütün izleri olduğunu gördü. Bir gün eşine şöyle dedi: “Olayların inanılmaz boyutları var. Daha da büyüyecek. İlk kez korkuyorum ama birisi bunların üzerine gitmeli, bir şeyler yapmalı.”
Öz, sözünün arkasında durdu. Elde ettiği bilgileri bir rapor hâlinde Başbakan Bülent Ecevit’e sundu. 12 Eylül öncesinin yaygın terör eylemlerinin devletin içindeki bir gizli örgüt tarafından yönlendirildiğini söylüyor ve darbeye zemin hazırlandığını haber veriyordu: “İlk bakışta can ve mal güvenliğini tehdit eder gibi görünen şiddet eylemleri anarşik olaylar olarak nitelenecek kadar basit değildir. Amacı ülkemizde demokrasinin işlerlik kazanacağına dair umutları yok etmek onun yerine faşist düzeni bütün unsurları ile yürürlüğe koymaktır. Bize göre bu sonuca ulaşmada istihbarat örgütleri kontrgerilla gibi gizli örgütler, yönlendirici rol oynamakta olup bu örgütler 1. ve 2. Milliyetçi Cephe hükümetleri ile devlet aygıtını büyük ölçüde kendilerine uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar etmeyi amaçlamaktadırlar.” Doğan Öz, Türkiye’nin 2007’den itibaren bazı unsurlarını görebildiği Ergenekon’u (kontrgerilla) daha 1978’de tarif etmişti: “Bütün bu çalışmalar içerisinde askerî ve sivil güvenlik güçleri vardır. Sivil güvenlik güçleri, MİT elemanları ve 1. Şube görevlileri kullanılmaktadır.”
Dünya hukuk tarihine geçti!
Bu rapor Savcı Öz’ün ölüm fermanı oldu. Sıkıyönetim ilan edildi. Toplumsal olaylar birbiri arkasına geldi. 12 Eylül 1980’de askerler yönetime el koydu. İbrahim Çiftçi’nin davası da dünya hukuk tarihine geçecek şekilde seyir değiştirdi. Çiftçi, 4 defa idam cezası verildiği hâlde beraat eden ilk mahkûm oldu. Âdeta bir gizli el Savcı’nın katilini sehpadan aldı. Oysa Çiftçi, suçunu itiraf etmiş, tanıkların hepsi kendisini teşhis etmişti.
Çiftçi, idamdan nasıl kurtuldu? 26 Aralık 1978’de, İbrahim Çiftçi aleyhine açılan dava, Sıkıyönetim Komutanlığı Ankara Askerî Mahkemesi’ne gönderildi. 3 Ağustos 1979’da Ankara 1 No’lu Askerî Mahkemesi, Çiftçi’yi Öz cinayetinden idama mahkûm etti. 9 Ocak 1980’de Askerî Yargıtay 1. Dairesi, soruşturmadaki bazı noksanlıklar nedeniyle mahkeme kararını bozdu. 21 Ocak 1981’de noksan sayılan işlemleri tamamlayan Askerî Mahkeme, Çiftçi hakkında ölüm cezasına tekrar karar verdi. Mahkemenin ısrar kararı Yargıtay’ın ilgili dairesince onandı ancak Askerî Yargıtay başsavcısı itiraz edince dosya Daireler Genel Kurulu’na gitti. 27 Aralık 1983’te Askerî Yargıtay Genel Kurulu, 1. Daire’nin onayladığı idam kararını; ‘usul eksikliği, eksik soruşturma, delillerin yeterli olmaması’ yönünden bozarak İbrahim Çiftçi’nin beraatine hükmetti. Ankara 1 No’lu Askerî Mahkemesi daha fazla direnemedi. 25 Haziran 1985’te ‘hukuki zorunluluk’ diyerek şu karara imza attı: “Dava dosyasında bulunan tüm delillerin tahlil ve değerlendirmesi sonucu sanık İbrahim Çiftçi’nin maktul Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü kanaatine varılmıştır. Askerî Yargıtay Daireler Kurulu kararları askerî mahkemeleri bağladığından mahkememiz eski kararında direnememiştir. Bu hukuki zorunluluk nedeniyle İbrahim Çiftçi’nin beraatine karar verilmiştir.”
7 yıl hapis yattıktan sonra beraat ettirilen Çiftçi, ticarete atıldı. 1996’da bir gazeteye verdiği röportajda 12 Eylül öncesi terör olaylarında kullanıldıklarını açıkladı: “Bizi kullanıp, destekleyip ya da bize göz yumup sonra kendileri için sıkıntı olmaya başladığımızda dışladılar. (13 Kasım 1996, Milliyet)” Aynı röportajda Çiftçi, 1980’de Mamak Cezaevi’nde MİT görevlisi bir yüzbaşının, Güneydoğu’da terörle mücadelede görev almaları için teklifte bulunduğunu açıkladı. “Yakalanır veya vurulursanız, firarınızı veririz” dendiği için bunu kabul etmediğini anlattı.
TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na İçişleri Bakanlığı tarafından gönderilen 12 Eylül öncesi işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili dosyalar arasında Doğan Öz’e ait bilgiler de bulunuyordu. Cinayet ve soruşturma sürecine ilişkin ayrıntılara yer verilen ‘gizli’ damgalı belgelerde, Çiftçi’nin cinayet itirafı, Konya ve Denizli emniyetlerinin raporları yer alıyordu. Belgelere göre, Savcı Öz’ün bütün görüşmeleri, eşi Sezen Öz ve evi takip altındaydı. 9 yıl boyunca görev yaptığı her yerde izlendi ve bütün ilişkileri mercek altına alındı. Doğan Öz’ü öldüren silah ve sanıkların ifadeleri de belgeler arasında yer alıyordu.
Özel Harp’e dikkat çekmişti
TBMM Komisyonu raporu; Doğan Öz’ün Başbakan Bülent Ecevit’e Özel Harp Dairesi ve kontrgerillayla ilgili bir rapor sunduktan sonra öldürüldüğüne dikkat çekiyordu. Raporda, 12 Eylül müdahalesine giden dönemde işlenen bu cinayetin darbeyle bağı üzerinde duruluyordu. Öz cinayetine ilişkin yargılama dosyasındaki bilgiler de devlet güçlerini işaret ediyordu. Cinayet davası dosyasında; Savcı Öz’ü öldüren silahın başka bir cinayette de kullanıldığının belirlenmesine karşın cinayetler arasındaki bağın araştırılmadığına vurgu yapılıyordu. TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu tarafından hazırlanan raporda ise Savcı Doğan Öz’ün neden öldürüldüğü şu sözlerle anlatılıyordu: “Savcı Doğan Öz ve Abdi İpekçi cinayetleri aslında Türkiye’de 12 Eylül askerî darbesini çözmek isteyenler açısından bütün malzemeleri içermektedir. Bu cinayetin dosyaları, gelişmeleri izlense, araştırılsa zaten her şey ortaya çıkacaktır. Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz, öldürülmeden kısa bir süre önce Başbakan Bülent Ecevit’e Özel Harp Dairesi ve kontrgerillayla ilgili bir rapor sunuyor. Savcı olarak yaptığı yakalamalardan, aldığı ifadelerden, sorgulamalardan vardığı sonuçları içeren bir rapor sunuyor ve diyor ki: ‘Türkiye’de esas tehlike Özel Harp Dairesi merkezli kontrgerilladır ve ben adımımı attığım her yerde bununla karşılaşıyorum.’ Bu raporu yazmasından kısa bir süre sonra evinin önünde öldürülüyor.”
Doğan Öz’ün eşi Sezen Öz, 1978’den bu yana tetikçinin değil onu kullanan devlet içindeki gizli örgütün deşifre edilmesi için çalıştı. Aile büyük acılar yaşadı. Baskılara, tehditlere maruz kaldılar. Oğullarından Turan’ı gözaltına aldılar. Mamak’ta işkence gördü. Davadan beraat etmesine rağmen okuldan atıldı. Yurtdışına gitti. ‘Askerlik yapmadı’ diye vatandaşlıktan çıkarıldı. Sezen Öz hukukçuydu. 15 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra mesleğine geri döndü. Hâkimliğe geçti. 10 yıl kadar Yargıtay’da tetkik hâkimi olarak çalıştı. Yaş haddini beklemeden emekli oldu. Sezen Öz, referandumda ‘evet’ oyu vereceğini açıkladı. Ergenekon davalarını destekledi. Eşinin dosyasının yeniden açılması için mahkemeye başvurdu. Faili meçhul cinayete kurban giden ailelerle bir platform oluşturdu. Meclis’e cinayetleri araştırmak için komisyon kurulması için başvurdu. Sezen Öz, Ergenekon davalarını Türkiye’nin demokratikleşmesi ve geçmişi ile yüzleşmesi için bir fırsat olarak gördü. “Silivri’de nümayiş yapanlar Doğan Öz’ü, 17 bin kişiyi kim, neden öldürdü diye sormadılar.” diye eleştirdi. Ergenekon, Balyoz ve Oda TV gibi davalara itiraz edenlerin kontrgerilla gerçeğini görmezden geldiklerini söyledi. Sezen Öz son gelişmelerden rahatsız. “Görüyorsunuz bir kesime dokunulamıyor.” diyor. Ancak ona göre; suçlar yok edilemez. Mahkemeler ortaya çıkan gerçekleri araştırmak zorunda.

ETKİLENEN DAVALARDAN BAZILARI
AK Parti tarafından doğrudan Başbakanlık’ta hazırlanan 6526 sayılı kanunla örgütlü suçlara bakan ve özel yetkili mahkemeler kaldırıldı. Tutuklu yargılamalara 5 yıl sınırı eklendi. Yüzlerce dava etkilendi. Sanıklar ve hükümlüler salıverildi. İşte yeni yasadan etkilenen bazı davalar: -Ergenekon davası- KCK davaları- Oda TV davası- Askerî Casusluk davası-Devrimci Karargâh Örgütü davası. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok’un öldürülmesi olaylarının da aralarında bulunduğu “Umut Operasyonu” davası- Atabeyler Grubu davası-Mavi Hat davası- Turgut Özal’ın ölümüne ilişkin dava- Faili meçhul cinayetler davası. Zirve Yayınevi cinayeti davası- Balyoz davası- Futbolda Şike davası- Hrant Dink cinayeti davası. 12 Eylül davası-28 Şubat davası- Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü ile ilgili dava. Ayrıca Ergenekon ve diğer darbe sanıkları ile birlikte gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesiyle ilgili davada tutuklu bulunan Erhan Tuncel, Malatya Zirve Yayınevi’nde biri Alman uyruklu 3 kişinin boğazlarının kesilerek öldürülmesiyle ilgili davada aslî fail olarak suçlanan Emre Günaydın, Salih Gürler, Abuzer Yıldırım, Hamit Çeker ile Cuma Özdemir de salıverildi.

25 Mart 2014 Salı

Muhsin Başkan'ın anısına




İşte o fotoğrafın hikâyesi

26 Temmuz 2010 / İDRİS GÜRSOY
12 Eylül’de genel merkezine baskın düzenlenen tek parti MHP’ydi. Darbenin en büyük mağduru ülkücülerdi. 30 yıl sonra Anayasa değişikliği ile 12 Eylül’e yargı yolu açılırken, darbenin acılarını hatırlatan nice siyah beyaz fotoğraf albümlerden iniyor.
En ön sırada rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu; sağında solunda, arkasında arkadaşları... Yüzlerde tebessüm; sanki orası mahkeme salonu değil, sanki idamla yargılanmıyorlar, sanki her sabah coplarla, küfür ve hakaretlerle duruşmaya getirilip götürülmüyorlar. Burası, Mamak Askerî Cezaevi... Garnizon içindeki bin kişilik salon, Ülkücüleri ve Dev-Sol’cuları yargılamak için özel yapılmış. Önce her gün, sonra haftada iki-üç gün duruşmalar yapılıyor. Yıllarca sürüyor davalar. Muhsin Yazıcıoğlu, 7.5 yıl hapisten sonra beraat ediyor. Mahkeme başkanı ve üyelerin (biri dışında) hepsi asker. Hapishanelerde kimi çürür, kimi işkenceden ölürken, sonu beraatla sonuçlanan yargılamaları yapanların her biri Askeri Yargıtay’da önemli görevlere geliyor.
12 Eylül olmuş, ülke çapında sağ ve sol görüşlü binlerce insan tutuklanmış. Mamak Cezaevi’ndeki hücrelerde Ülkücüler yatıyor. Fotoğrafta Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları hâkim karşısında. Sağında kare gömlekli Mahir Damatlar, Rıza Türkcan, solunda çizgili gömlekli Erdem Şenocak, onun yanında Erol Dok, hemen Yazıcıoğlu’nun arkasında gözlüklü olan İsmail Tekeli. Hasan Çağlayan da ön sıralarda. 146 ve 149. maddeden yargılanıyorlar. “Ülkeyi bölmeye, parçalamaya çalışmak ve Meclis’i iskat” ile suçlanıyorlar. Kiminin 10, kiminin 8 yıl sürüyor yargılanma süreci ve hepsi beraat ediyor. İşkencede hayatını kaybedenler, sakat kalanlar oluyor. Hapisten çıkanlardan bazıları MHP ve BBP’de yer alarak politikaya devam ediyor. O karedekiler, bundan yaklaşık 30 yıl önce çekilen fotoğrafı Aksiyon’a anlattılar. Orada 12 Eylül darbesinin soğuk yüzü, yargısız infazları ve işkenceler görülüyor.
Mamak Cezaevi’nde mahkumların kaldığı A, B ve C blokları vardı. Haftada iki gün duruşmalar yapılıyordu. Duruşma günleri mahkumlar bloklardan çıkartılıp sıra halinde veya araçlarla 3-4 kilometre mesafedeki özel inşa edilmiş mahkeme salonuna getiriliyordu. Koğuştan çıkarken, yolda ve mahkeme salonuna girerken coplar, küfürlerin bini bir paraydı. Koğuşlarda yapılan işkenceler anlatılacak gibi değildi. Diyarbakır’da kime ne yapıldı ise Mamak’ta da o yapıldı. Askı, falaka, çelik dolaba koyma, elektrik verme, hepsi vardı. İşkencede öldürülenler oldu, bir satır dahi yazılmadı. Bekir Bağ öldürüldü. Hüseyin Kurumahmutoğlu sabah namazında başına dipçik vurularak katledildi.
İlk yıllar duruşma salonunda sıkı bir disiplin vardı. Mahkeme heyeti çok sertti. İnsanlar otururken bile hazır olda duruyordu. Sağa sola bakmak, izinsiz konuşmak, öne eğilmek, gülmek yasaktı. Bu esnada insanlar birbirini görebiliyordu. Adil yargılama yoktu, tıpkı Yassıada ve İstiklal Mahkemeleri gibi… Askerî hâkimler, Konsey’den gelen emirler doğrultusunda kararlar veriyordu. Mahkumlar, “işkence, kötü muamele var” diyordu, hâkim “olabilir” diyordu. Mamak’taki fotoğraf, darbeden üç yıl sonra çekilmişti. Biraz kurallar hafiflese de bu fotoğraftan hemen sonra mahkumlara tek tip elbise giydiriliyor. Duruşmalarda avukat vardı, ancak ileri geri konuşanlar hemen ikaz ediliyor, bazıları mahkeme salonundan çıkarılıyordu. Gazeteciler de mahkeme salonunda olanları ve işkenceleri yazamıyordu. Yayın yasakları konuyordu. Davalara girenler, sorgulamayı yapanlar hazırlıklıydı. Kıbrıs’ta özel harekâtta çalışmış subaylar Mamak’ta da görev başındaydı.
Alparslan Türkeş, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları kader birliği yapmışlardı. Kendi ifadelerine göre, yüzlerine tebessüm hakimdi. Hepsinin boynunda ip vardı. Arka arkaya idamlar yapılıyordu. Bedel ödemeye hazırdılar. İşkence ve zulümleri, dava için biraz zahmet çekmek olarak değerlendiriyorlardı. Devleti canlarından öte seviyorlardı bir zamanlar, ‘döver de sever de’ diye bakıyorlardı, ‘devlet yaşasın, biz ölelim’ diyorlardı. Orduya hainlerin sızabileceğine hiç ihtimal vermemişlerdi. Hesabı kimden soracaklardı?
MAMAK’TA İLK İDAM VE
İŞKENCEDEN ÖLÜM
1980 yılının 7 Ekim’ini 8 Ekim’e bağlayan geceydi. Mustafa Pehlivanoğlu, özel “idam hücresi”nden alındı. İdam cezası onaylanmış ve infaz vakti gelmişti. Pehlivanoğlu’nun olayda silah kullanmadığı tespit edilmiş ancak idamı durdurma girişimleri başarıya ulaşamamıştı. Mamak Askerî Cezaevi’nde idam edildi. Ailesi, ölümünü infazdan 3 gün sonra oğullarının ziyaretine geldiklerinde öğrenebildi.
İşkenceler akıl almaz boyutlara ulaşmıştı. Yakalanan her ülkücü, Mamak Garnizonu’nun içindeki “C-5” adı verilen binaya götürülüyordu. Ağır işkenceler altında sorgulamalar yapılıyordu. Sorgu ekibinin başında, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın savcısı Hava Hakim Albay Nurettin Soyer ile Zeki Kaman ve Dürüst Oktay isimli komiserler bulunuyordu. Binanın önüne gelindiğinde, önce tekme-tokat faslı başlıyordu. Ardından bir tahtanın üzerine yatırılıp gözler bağlı olarak “falakalı sorgu” metodu uygulanıyordu. Bazılarının kolları bir kalasa bağlanıyor, çırılçıplak sandalyenin üzerine çıkarılıyor, kalas tavana asıldıktan sonra, altındaki sandalye çekiliyordu. Askıya asılanlar havada sallanırken, defalarca erkeklik organına elektrik veriliyordu. İşkenceden geçenler, A Blok’ta bulunan “Kafes”e konuluyorlardı. Burada oturmak, kalkmak, ayak değiştirmek, kıyafet düzeltmek, konuşmak izne tabiydi. Herhangi bir ihtiyacı olanın yüksek sesle bağırması gerekiyordu. Kafeste bütün erlerin adı “komutan”, bütün ülkücülerin adı da “lan”dı!
19 Ağustos 1981’de dava başladı. Nurettin Soyer, askerî savcıydı. 587 sanıktan 220’sinin idam cezasına çarptırılmasını isteyen Soyer, C-5 işkencelerine ve sorgularına da katılmıştı. Polisler Zeki Kaman ve Dürüst Oktay sorgulamalar ve işkence timlerinin şefleri olarak görev yaptılar. Duruşma hâkimleri Vural Özenirler ve Ali Fahir Kayacan’la birlikte üç kişi daha görev yapıyordu. Ali Fahir üsteğmendi, süreç içinde albay oldu. Özenirler binbaşı idi, kıdemli albaylığa terfi etti. Kayacan ve Özenirler değişmiyor, diğerleri değişiyordu. Mahkeme Başkanı hukukçu değildi, Güvercinlik’in komutanı, emekli bir paşasıydı. Başsavcı Nurettin Soyer, diğer savcılar Erkan Başerel, Fahrettin Demirağ’dı. Özellikle bunlar Askeri Yargıtay üyeliklerine getirildi. Kayacan Askeri Yargıtay üyesi oldu. Ekibin tamamını Ahmet Necdet Sezer hukuk danışmanı yaparak onore etti.
Türkeş’in ilk sorgusuna, başsavcı Nurettin Soyer ile birlikte 22 savcı katıldı. 63 kişi TCK’nin 146/1, 156 kişi 149/2 maddelerince idam, 21 sanık 146/3 maddeden 5-15 yıl arası hapis cezası istemiyle yargılandı. 333 duruşmanın yapıldığı dava, 5 yıl, 11 ay, 8 gün sürdü. Soyer tarafından hazırlanan iddianame 945 sayfaydı. Davanın 162 sayfalık gerekçeli kararı, 7 Nisan 1987 tarihinde okundu. Alparslan Türkeş, 11 yıl, 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. MHP üst düzey yönetiminden ceza alan olmadı. Genel İdare Kurulu Üyeleri ve eğitimcilerin tümü beraat etti. Diğer sanıkların 5’i idam, 9’u müebbet hapis, 219’u 6 ay ile 36 ay arasında değişen hapis cezasına çarptırıldı. 3 sanık hakkındaki dava düştü, 6 sanık hakkında takipsizlik kararı verildi, 2 sanık yargılama sırasında hayatını kaybetti.
1980 darbesinden sonra tutuklanan kişilerden biri de  rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. MHP davasından dolayı 7,5 yıl yattığı Mamak Cezaevi’nde görmediği işkence kalmadı. Yazıcıoğlu, cezaevini bir Medrese-i Yusufiye’ye çevirdi. Avukatı Şerafettin Yılmaz’ın tahliye teklifini, arkadaşlarımı yalnız bırakamam diye geri çevirdi. 12 Eylül cuntasını yerden yere vuran tarihi bir savunma yaptı. 6 ciltlik Ülkücü Hareket kitabının yazarı BBP Genel Başkan Yardımcısı ve Birlik Akademisi Başkanı Hakkı Öznur, “Yazıcıoğlu hep ‘Türkiye bir daha 12 Eylül öncesini yaşamasın. Eller kalem tutsun, silah tutmasın. Türk gençliği 80 öncesinin ideallerini yaşasın, kavgalarını yaşamasın. 12 Eylül öncesinin idealizmine evet, 12 Eylül öncesi kavgasına hayır’ derdi.” diyor. “Fikrimiz iktidarda olsa zindanda ne işimiz var? 12 Eylül’le uzlaşma içerisine giren sakat anlayışlar asla ülkücü hareketle bağdaşmaz. Bu tür ifadeler kullananlar da ülkücü hareketi temsil etmez. 12 Eylül’le hesaplaşmayanlara ülkücü denmez.” sözleri de Yazıcıoğlu’na aitti.
12 Eylül’de genel merkezine baskın düzenlenen tek parti MHP’ydi. En büyük darbeyi ülkücüler yedi. Aileleri, akrabaları, arkadaşları ve hatta selam verdikleri insanlar bile büyük mağduriyetler yaşadı. 30 yıl sonra Anayasa değişikliği ile 12 Eylül’e yargı yolu açılırken, bir daha bu acıların yaşanmaması için de yargıda önemli düzenlemeler getiriliyor. Ülkücüler sandığa giderken nice siyah-beyaz fotoğraf albümlerden iniyor.

21 Mart 2014 Cuma

En büyük Zararları İslami düşünceye oldu

1
0 Mart 2014 / İDRİS GÜRSOY
SP Genel Başkanı Mustafa Kamalak, yolsuzluk kriziyle ilgili “Cemaat İslami, insani müştereklerde bir araya geliyor. AK Parti ise menfaat odaklı. Menfaat bittiğinde ortaklık da biter. Bu kavgada AKP gider, cemaat kalır.” diyor.
Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu tartışmaları tama gaz sürerken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yetiştiği ocağa gittim. Erdoğan, her ne kadar ‘Millî Görüş gömleğini çıkardım’ dese de merhum Necmettin Erbakan’ın talebesi. Çocuklarından birine de onun ismini vermiş. Kendisine siyasi referans olarak liderini gösteriyor. Erbakan’dan sonra, Millî Görüş’ün siyasi misyonunu Saadet Partisi (SP) ve onun genel başkanı Prof. Mustafa Kamalak sürdürüyor. Saadet lideri önemli açıklamalar yaptı. 17 Aralık sonrasını ‘28 Şubat’tan daha ağır, cuntanın bile bir hukuku vardı’ diye değerlendirdi. ‘Korku dağları sarmış!’ dedi. İşte SP liderinin ağzından eski mensupları Erdoğan… Erbakan’dan farkı ne? Hocaefendi’yi niçin hedef alıyor? Ne yapmak istiyor?
-Erbakan’da hiç bu tür bir üslup görmedik. Erdoğan, Erbakan’ın rahle-i tedrisinden geçmiş. Oradan yetişen biri nasıl böylesine bir nefret dili kullanabilir?
Bir düzeltme yapalım. Bir kimsenin bir okula kaydolması o okuldan mezun olduğu anlamına gelmez. İcazet ve diploma alması gerekir.
-İl başkanlığı ve belediye başkanlığı yaptı ama.
Yapmış olabilir ama çap oraya kadar. Ötesi için değildir o. Öğrenci birinci sınıfa kayıtla o okula mensup olma sıfatını kazanır ama diploma alması için yetmez bu. Hukuka kayıt yaptıran hukuk öğrencisi sıfatını kazanır ama mezun olabilmesi için bütün derslerini vermesi gerekir. Avukatlık, hâkimlik için bu da yetmez. O şartları da yerine getirmesi lazım.
-Erdoğan kaydoldu ama mezun olamadı mı?     
Erbakan’ın izni ve icazetiyle mi AK Parti’yi kurdu? 28 Şubat sürecinde Erbakan hocanın yolu kesilmeseydi AK Parti diye bir parti olur muydu?
-Başbakan yerel seçimleri genel seçim havasına soktu. Hükümete ve şahsına bir güven oylaması hâline getirdi. Erdoğan neden böyle bir strateji izliyor?
İktidar bu seçimleri genel seçim gibi göstermeye mecburdur. Başka çıkar yolu yok. AK Parti belediyeciliği iflas etmiştir. 2009 seçimlerinden bu yana 1522 belediye başkanı hakkında soruşturma açılmıştır. Yolsuzluk, rüşvet, ihaleye fesat… Var da var. Bir kısım belediye başkanları hakkında da birkaç dosya bulunuyor. Bunlardan 600’ü AK Partili. Şimdi bu manada seçim kampanyalarını genel merkez üzerinden yürütmek durumundadır. Çünkü ‘belediyecilik bizim işimiz’ diyemezler.
-Neden?
İnsanlara hizmet iki amaçla yapılır: Allah rızası için, ibadet aşkıyla veya menfaat aşkıyla... İbadet aşkı ile çalışmayan insanlar menfaat aşkı ile çalışacaktır. ‘İbadet aşkı ile millete hizmet ediyoruz’ diyemezler. O zaman belgeler çıkacak ortaya. ‘Sen ibadet aşkı ile mi çalıyorsun, çırpıyorsun?’ diye soracaklar. O zaman merkezden gidiyor. Tahminimce merkezde tutması mümkün değil. Mahalli idarelerin bulaşmış olduğu yolsuzluklar, iktidar partisi bakımından bazı bakanların ve bunların çocuklarının da rüşvete bulaştığı, yolsuzluğa karıştığı ayyuka çıktı. Şöyledir böyledir denilse de bu millet -çok affedersiniz- koyun değildir, ahmak değildir. Belki âlim değil ama ariftir. Neyin yanlış, neyin doğru, neyin samimi olduğunu idrak edecek güçtedir.
-Erdoğan’ın açıklamaları ve AK Parti’nin anketlerine göre oy oranında bir düşüş görünmüyor ama.
Şu an korku sarmış durumda.
-Nasıl?
28 Şubat sürecini daha bir sıkıntılı yaşıyoruz. 28 Şubat sürecini yeniden yaşıyor bu millet. 28 Şubat sürecinde darbe kendi hukukunu uyguluyordu. Şimdi bakıyoruz sivil iktidar her şeyi istismar ediyor. Toplumu geriyor. Yıllardır bildiği şeyleri sanki yeni öğrenmiş gibi bir üslupla muhatabı yıpratmadan da öte, yok etme düşüncesi ile hareket ediyor. Bunlar bu milletin ruh özüne, ruh köküne uygun düşmeyen suçlamalardır.
-İlk defa bir siyasi partinin genel başkanı toplumun bir kesimini açıkça düşman ilan etti.
Bir taraftan diyor ki, ‘beraat-i zimmet asıldır’, pozitif hukuk açısından doğrudur. Nitekim idamla yargılanan nice insan beraat ediyor. İnsanlar gelişigüzel suçlanmamalı. Ama bu beraat-i zimmet muhataplar açısından geçerli, kendisini bağlamıyor. Mesela ‘Haşhaşi’ diyor, elinde belge var mı? Haşhaş kullanıp cinayet işleyen bir cinayet şebekesine benzetiyor camiayı. ‘Haşhaşin’ diye suçladığı insanların birçoğu ağzına sigara bile almıyor. ‘Virüs’ diyor, ‘vampir’, ‘sülük’ diyor. Devlet Bahçeli‘nin evlenmemesini, çocuğunun olmamasını aşağılık bir şey gibi konuşuyor.Fethullah Hocaefendi’yi de aynı şekilde itham etme yoluna gitti. Bir taşla birkaç kuş vurmanın peşinde.
-Sizin partiniz için de kapatma davasında ‘vampir’ dendi.
Doğrudur, sayın başsavcı o ifadeyi kullanmıştı. Sorsak Vural Savaş’a şimdi, bu sözün yanlış olduğunu ifade edecektir. Öfke ile söylenen sözler gün gelir yüzümüzü kızartır. O yüzden beraat-i zimmet asıldır ama herkes için asıldır. Ben ağzıma geleni söylerim demek bu ilkeden insanı uzaklaştırır. Fethullah Hoca’nın çocuğunun olmadığını yeni mi öğreniyor? Türkçe Olimpiyatları’nda övgüler yağdırırken bu durumları bilmiyor muydu?
-Ne oldu şimdi?
Belediyedeki yolsuzluklar halk nezdinde biliniyordu, şikâyetler oldu, mahkemelere intikal etti. Peki merkezdekiler? Onlar bilinmiyordu. İşte bunlar, 17 Aralık operasyonu ile ortaya çıktı. Onun paniği var. Sadece benim değil, herkesin kanaati bu yönde.
-Hükümete bir darbe girişimi var diyor Başbakan.
Darbe falan yok canım, bir güç oluşturma, milletten bir destek alma düşüncesinin yaygarasıdır bu…
-Tutar mı bu politika?
Tutacağını sanmıyorum. Çünkü menfaat üzerine kurulan sistemler eninde sonunda çökmeye mecburdur. Burada en büyük zararı İslami düşünce görüyor. Birilerinin bu işi kurcaladığı kanaatindeyim. Cemaati bir İslam dışı ekip veya kuruluş, organizasyon diye tarif etmek mümkün değil. AK Parti mütedeyyin Müslümanların oyuna dayanarak iktidara geldi. Şimdi burada bir çatışma çıkarıp Müslümanlara zarar vermek isteniyor.
-Başbakan, ‘Millî Görüş gömleğini çıkardık’ diyor.
Bunu Başbakan açıkça söyledi. Bunu destekleyen başka cümleleri de var. ‘Biz dinsel, bölgesel, ırksal birlikteliğe karşıyız’ diyor. Ama AB hem dinsel hem bölgesel hem de ırksal birlikteliktir.
-Bugüne kadar neden böyle bir dil kullanmadı Erdoğan?
‘Hırsız var’ dendi. Yolsuzluklar açığa çıktı. Böyle olunca yakıp yıktı ortalığı. On bine yakın polis tayin edildi. 200 civarında savcı-hâkim hallaç pamuğu gibi atıldı. HSYK ve diğer kanun değişiklikleri hep bu hırsızlığı örtmek için bir çabadır.
-Hocaefendi’ye suçlamalarından biri de ‘28 Şubat sürecini desteklemek’. Katılıyor musunuz?
Samimiyetten uzak. Muhal farz, Hocaefendi’nin 28 Şubat sürecini desteklediğini düşünelim. Yeni mi öğrendi? Ayda mı yaşıyordu? Hocaefendi’nin evli olmadığını yeni mi öğendi? O zaman sorarlar, sen 12 yıldan bu yana bu ülkenin başbakanı değil miydin?
-İlk defa bir sivil hükümet, Millî Güvenlik Kurulu’na camiayı getirdi ve iç tehdit kararı aldırdı. Sebebi ne olabilir?
Kanaatimce taraftar bulabilmek içindir. Nabız yokluyor. MGK’dan istediği desteği bulabildiğini de sanmıyorum. Hiçbir devlet paralel bir yapıya müsaade etmez ama Cemaat’in ‘ben devleti tanımıyorum, başka bir devlet oluşturmak’ istiyorum gibi bir iddia ve amacının olduğunu da sanmıyorum. Kamuoyuna böyle yansıtılıyorsa kanaatimce yanlış bilgilendirme vardır.
-28 Şubat sürecinde olduğu gibi camia medya vasıtası ile linç ediliyor. ‘Topyekûn savaş’ deniyor. Bu kampanya nasıl sonuçlanır?
Şu anda Başbakan ve hükümet yetkilileri yeni bir millî mücadeleden bahsediyorlar! Kime karşı mücadele? Kim düşman? Bunlar taraftar bulabilmek için kullanılan ifadelerdir. Tutmaz. Toplum bunu yutmaz. Toplum 30-40 yıl öncesinin toplumu değildir. 28 Şubat bin yıl devam edecekti, silah tehdidi ve baskılarla falan ama bin yıl dediği şey gerçek anlamı ile bir yıl sürebildi. Bundan sonra paşalar bölünmeye yüz tuttu. 2002 seçimlerinde bütünü ile çatladı. Günümüze geldiğimizde yok oldu gitti. Her darbe böyledir. Hukuka dayanmayan, hakka dayanmayan, batıl olan her şey zeval bulacaktır.
-Bu süreç ne kadar sürer?
Çatırdıyor zaten, fazla süreceğini sanmıyorum. Halka sesleniyor ‘dershanelerine göndermeyin, çocuklarınızı alın’ diyor. Bir araştırma yapın, dün dershaneye giderken bugün dershaneden çekilmiş kaç çocuk var? Buradan etkisini ölçebilirsiniz. Uzun vadeye gelince, biliyorum tepkiler çekecektir. Şunu ifade edelim: Batıl yok olacaktır, hak varlığını sürdürecektir. Örneğin şu an dershaneler kapatıldı ama ihtiyaç sürdüğü müddetçe dershaneler kapatılamaz. Resmen kapatılır, fiilen devam eder. Bir şekilde devam eder, merdiven altında devam eder, evlerde devam eder. Önemli olan dershaneleri kapatmak değil, ihtiyacı ortadan kaldırmaktır. Ben söyleyeyim; bu kavgada AKP gider, Cemaat kalır. Camia İslami, insani müştereklerde bir araya gelmiş, AK Parti menfaat odaklı. Menfaat bittiğinde ortaklık biter, parçalanır.
-Erbakan’la ilgili ‘dava arkadaşlarını satmadı?’ dediniz?
Bu vefa ve davaya inanmışlığın bir gereğidir. Ölçüyor, biçiyor ne olursa olsun yola koyuldukları ile yolda bulduklarını değiştirmiyor. Yani menfaati değil, davayı ön planda tutuyordu. Hiçbir zaman maddi tercihleri öne almamıştır.
-Erbakan, Gülen hakkında ne düşünüyordu?
Hiçbir Müslüman hakkında, hiçbir cemaat hakkında en ufak kırıcı bir söz söylemedi. Erbakan hocamızdan Fethullah hocamızla ilgili incitici bir söz duymadım. İki olaya şahidim. Gazeteciler kasıtlı olarak; ‘Fethullah Gülen Ecevit’le, Demirel’le, Evren’le görüşmüş, siz görüştünüz mü?’ diye sordu. Allah rahmet eylesin, şunu söyledi: ‘Biz hoca ile günde beş defa görüşüyoruz.’ Yine basın mensupları, ‘Hocaefendi başörtüsü için teferruattır’ demiş, dediklerinde; ‘Hocaefendi öyle söylememiştir, siz yanlış anlamışsınızdır, o füruat demiştir’ dedi.
-Siz Başbakan’ı izlerken, Camia’yı ve Hocaefendi’yi hedef alan hareketleri duyduğunuzda ne hissediyorsunuz?
Ben üzülüyorum, gerçekten üzülüyorum. Çünkü aile reisinin görevi aileyi germek değil, aileyi birbirine düşürmek değil. Ailede bir huzursuzluk varsa onu gidermek, o huzursuzluğu yatıştırmaktır. Türkiye geniş bir ailedir. Bu ailenin reisi şu an için Başbakan’dır. Başbakan’ın yapıcı bir üslup kullanması, ortamı germemesi lazım. Tipik örneğini Erbakan’da gördük. RP kapatıldı. Karar 16 Ocak 1988 tarihinde açıklanınca Hoca, TV’nin karşısına geçti, Millî Görüş camiasına mesaj verdi: ‘Anayasa Mahkemesi’nin kararı tarihin akışı içinde son derece önemsizdir, hiçbir önemi yoktur’ anlamında konuştu. Ülke barışa, sükûna her zamankinden çok muhtaçtır, diyerek milyonları yatıştırdı. Aksine bir demeç vermiş olsaydı, ‘millî irade ile işbaşına gelmiş hükümeti birkaç hâkimin kararı ile ortadan kaldırmak mümkün değil, olmaz böyle şey’ deseydi, Türkiye Mısır gibi olurdu. Binlerce insan sokağa dökülürdü. Aynı üslubu eğer Millî Görüş tedrisatından geçmiş olsa Başbakan da kullanabilirdi. Bakın bugün Türkiye, bölünme noktasına doğru gidiyor. Toprak ayağımızdan kayıyor. Birileri özerklikten bahsediyor. Paralel devlet oluşuyor. Bunu önleyecek güç İslami düşüncedir. Allah rızası için hareket eden insanlar birlikte hareket etmelidir. Ülke mevcut iktidara bırakılamayacak kadar önemlidir.
-Sizce ülkenin gerçek gündemi ne? Paralel devlet bazı sorunları örtüyor mu?
I. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bir süreç devam ediyor. Amaç, Osmanlı’yı yıkıp İsrail devletini kurmaktı. Dış güçlerin temel amacı bu idi. Süreç devam ediyor. Büyük İsrail devleti kurulmak isteniyor. Büyük Ortadoğu Projesi bunun için hazırlandı. Yazık ki Başbakan’ımız da ‘Ben genişletilmiş Ortadoğu projesinin eş başkanıyım’ diyor. Orada amaç ne? Büyük İsrail devletinin kurulmasını sağlamaktır. Onların akidesine göre İsrail devletinin sınırları Nil’den Fırat’a kadarki bölgeyi kapsar. Türkiye’nin topraklarını kapsıyor. Güneydoğu ve Suriye’deki gelişmeler bu projenin adım adım hayata geçirildiğini gösteriyor.
-30 Mart’ta Saadet Partisi’nin hedefi nedir?
Biz bütün il ve ilçelerde seçime gireceğiz. Türkiye’nin her noktasında aday gösterdik. Davamızın hak olduğuna inanıyoruz, iddialıyız. O’nun yolunda yürüdüğümüz için 4 defa partimiz kapatıldı. Bizim yolsuzluğumuz, çalmamız çırpmamız yok, tahrip yok, milleti düşürme yok. Ne yapmışız? Milletin inancı olan bir sistemi hayata geçirmek istemişiz. Şanlıurfa, Gaziantep, Konya, Malatya iddialı gözüküyor. Elazığ, Bingöl, Yozgat, Kırıkkale, Rize canla başla çalışıyor. Isparta, Kütahya… Seçime girdiğimiz bütün noktalarda teşkilatlarımız Allah rızası için hedefe kilitlenmiş durumda.
1