5 Eylül 2012 Çarşamba

PKK ERGENEKON BAĞLANTISI, KÜRT VE TÜRK İTTİHATÇILAR

ORHAN MİROĞLU İLE RÖPORTAJ, 30 EYLÜL 2011, AKSİYON, İDRİS GÜRSOY
Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri terör. Ankara’da bombalar patlıyor. MİT-PKK görüşmeleri sızdırılıyor. Sınır ötesi harekât hazırlıkları var. İlk defa bir hükümet, terör sarmalına rağmen hem güvenlik önlemleri alıyor hem de demokratikleşme adımlarını atmakta kararlı görünüyor. Peki, korku ve ümit arasındaki ülkede bütün bu görünenlerin arka planında neler var? Orhan Miroğlu, Kürt aydın ve siyasetçi. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yargılanıp 8 yıl kaldığı Diyarbakır Cezaevi’nde en ağır işkenceleri gördü. Kürt aydın Musa Anter’i hedef alan suikasttan ağır yaralı kurtuldu. 12 Eylül referandumunda BDP boykot çağrısı yaparken ‘evet’ için sandığa gitti. Kürtlerin demokratikleşme adımlarını desteklemesini istedi. Şiddete karşı çıktı. Terör örgütü bazı yazılarından rahatsız oldu ve ölümle tehdit etti. Miroğlu, ‘Şiddeti tırmandıran PKK ne yapmak istiyor? Şemdinli, Silvan, Ankara Kızılay saldırıları ne anlama geliyor? Sınır ötesi harekâtın sonuçları ne olur? AK Parti’yi bekleyen tehlike ne? Kürtler, PKK baskısına direnç gösterebilir mi?’ gibi soruları cevapladı. Vesayetin en çetin yaşandığı alanın Kürt meselesi olduğunu söyledi. PKK’nın bu çapta bir savaşı tek başına sürdürmesinin mümkün olmadığını dile getirdi. Ergenekon’un PKK bağlantılarına dikkat çekti. Hükümeti, Kürtleri ve Türkleri yeni ve daha derin oyunlara karşı uyardı. İşte Miroğlu’nun süreçle ilgili çarpıcı, ezber bozan tespitleri.


-12 Eylül, Kürtleri nasıl etkiledi? PKK, neden şiddeti seçti?

Kürtlerin şiddetin içine çekilmesini devlet istedi ve çatışma öyle başladı. Bu dönemle ilgili bütün faturanın PKK ve Öcalan’a çıkarılması doğru değil. Onların önemli bir yeri vardı ama bu bir konseptti bence. 12 Eylül’den sonra normalleşmenin yaşandığı bir dönemde bunun hazırlığı zaten yapılmıştı. Hatta Diyarbakır Cezaevi’nde yapılmıştı. 12 Eylül’ün siyasi sonuçlarını toplum, Kürt siyasetinde daha fazla hissetti ve gördü. Bugün konuştuğumuz mesele bir bakıma ve büyük oranda 12 Eylül’ün ürünüdür.

-80 öncesi Kürt sorunu yok muydu?

Elbette vardı. Ama kabul edelim ki demokratik mecrada gelişen bir Kürt hareketi de vardı. Seçimler yapılabiliyordu. İnsanlar Kürt meselesinin gerilla mücadelesi yoluyla değil, demokratik mücadeleyle çözüleceğine inanıyordu. Kürt toplumunda, parlamenter sisteme kuvvetli bir inanç vardı. Bu inanç her ne oldu ise 70’li yılların sonuna gelindiğinde sarsılmaya başladı. O dönemde, Kürt söylemleri olan Kürt adaylar seçimleri çok güçlü merkez sağ ve sol partilerine karşı kazanıyordu. Sonra her şey, birdenbire bıçak gibi kesildi ve sebep sadece PKK değildi.


-Neydi?

Ben şu hikâyeye inanmıyorum. ‘Öcalan bir grup arkadaşı ile birlikte Çubuk’ta bir toplantı yaptı. O insanlar Kürtlerin kurtuluşu için silahlı mücadeleyi öngördü ve bu böyle başladı.’ Bence bu versiyon, hikâyenin esası değildir. Bu eksik ve böyle değil. Nedir esası? Şu soruyla başlamak lazım. Üniversitede okuyan bu genç insanlar işe soyundukları zaman devlet ne yapıyordu? Kürt savaşı başlatmak için mücadeleye girişen gençlerin farkına vardığında ne yaptı? Askerî önlemler mi aldı? Hayır! Görüyoruz ki yok. Peki, siyasi önlemler mi almış? O da yok. Geriye bir şey kalıyor. Kürt hareketinin demokratik mecrasından çıkarılıp şiddet mecrasına sokulması konusunda devlette bir taammüd aramamız gerekir.

-12 Eylül’den sonra çözümü demokratikleşmede arayan Kürt örgütlere ne oldu?

12 Eylül’de PKK daha yokken yola çıkmış, şiddeti benimsemeyen, şiddetle alakası olmayan ve geleceği de şiddette görmeyen birçok Kürt grup, Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi, Kürdistan İşçi Partisi (KİP-DDKD), Rızgari, Kava, onlar da yargılandı. Bu örgütlerin hiçbir şekilde bugünden yarına yakın zaman için, şiddet öngörüleri yoktu ve hepsi meseleyi Türk toplumu ile birlikte düşünüyordu, en azından bu fikre yakındılar. Darbe sonrası şiddeti savunmayan örgütlerin mensupları, yöneticileri kısmen tutuklandı. Örgütler bitmişti. PKK ise askerî yönden güçlü olduğunu göstermişti ya da insanlar buna inanıyordu.

-PKK, tek başına savaşı sürdürebilir miydi?

Sürdüremezdi. Bazı Kürt aydınlarının şunu söylemekle yetinmelerini bu yüzden gerçekçi bulmuyorum: Biz her şeyi demokratik yollardan düşünüyorduk, birdenbire bu PKK çıktı ve her şey altüst oldu. Burada devletin rolünü ve taammüdünü görmemek veya hafife almak var. Bu savaşı PKK istese bile bu boyutlarda sürdürebileceğine dair kanaatim hiç yok. Yaşadığım her şey bana bunu gösteriyor. PKK içinde bazı kesimler savaşı sürdürmek istese bile bu iş 90’lı yıllarda bitebilirdi. Savaş, ders alınması gereken kötü bir tecrübe olarak kalırdı. Öte yandan, Öcalan’ın, o yıllarda yapılan röportajlarına baktığımızda bu işin içinden çıkmayı isteyen bir tavırda olduğu görülür. Özal’ın da bir yaklaşımı var. Ama maalesef bütün yaklaşımları boşa çıkaran ve yeniden şiddetin devamını sağlayan derin devlettir. Derin devletin odaklandığı ordudur. Tabii ordu da böyle bir konsepti tek başına yürütebilir mi? Hayır! Bu konseptin bir ucunda medya, diğer ucunda İstanbul sermayesi vardır. Siyasetçiye MGK kararlarını uygulamak kalıyor.

-Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’e PKK–devlet ilişkilerini açıklaması çağrısı yapıyorsunuz? Ne bilmemiz gerekiyor?

Yok, çağrı sayılmaz, o cümlelerde ironi vardı biraz. Cevat Bey’in fikirlerini çok önemsiyorum, o dönemi en iyi bilenlerdendir, ama çağrı farklı bir şey. Bazı kurumlarda ne olup bittiğini biliyoruz; ama çok önemli bilgiler paylaşılmıyor. Dink cinayetinde, MİT elindeki bilgileri paylaşmadı. Musa Anter olayında da aynı tutumu sürdürüyor.

-Devlet demokratikleşerek değişiyor; ama PKK değişmiyor? Neden?

Bu kadar uzun bir savaşın ancak mutabakatla sürdürülebileceği kanaatindeyim. Türkiye toplumu askerî vesayeti konuşuyor ama askerî vesayetin en güçlü yaşandığı alan Kürt meselesidir bence. Eğer öyle olmasaydı Türkiye’nin sivil siyasetinde de genel olarak askerî vesayet bu kadar güçlü olmayacaktı. Bunu olanaklı kılan ve sürekli biçimde besleyen alan Kürt alanıdır. Orada vesayetin kırılması çok zordur.

-PKK-MİT görüşmesini nasıl değerlendirdiniz? Kasetin içeriğinden ne çıkarıyorsunuz?

PKK, Özal’ın girişimi hariç, şimdiye kadar sorunu kendisiyle müzakere edecek bir sivil irade görmedi. Onunla görüşenler hep askerlerdi ve amaç, savaşı kontrol edilebilir bir noktada tutmaktı. AK Parti, Başbakan’ın cesaretle başlattığı bu girişimle hem bir tabuyu yıktı, hem dünya örneklerinde başvurulan yöntemleri benimsediğini göstermiş oldu. Metinde dikkat çeken husus, devletin heyeti, sürekli ikna peşinde ve hiçbir şeyi reddetmiyor. Ama PKK heyetinde böyle bir görüşmeye hazırlıklı olmama ve güvensizlik hâkim. PKK’nın henüz barışa hazır olmadığı anlaşılıyor. Müzakereciler, devleti karşılarında bulmuşken, haklarında açılan davaları gündeme getiriyor, sonra çok az konuşmaya gayret ediyorlar sanki. Ne kadar doğru bilemiyoruz tabii, ama bazı iddialara göre, PKK’lı müzakerecilerin konuşmaları metinde eksik yer almış ya da kırpılmış. Eğer böyleyse durum iki kat vahim demektir: Kasetin enteresan bir zamanlamayla sızdırılmış olması ve sızdırma yapılırken bile, metnin sansürden geçmesi.

- Öcalan da ‘çözüme yaklaştık’ diyordu. Silvan eylemi oldu. Vesayetin direnci mi bu eylemler?

Silvan eylemi bu vesayetin de kırılması bakımından bir dönüm noktası olmuştur. Silvan’dan sonra Genelkurmay yetkilileri oraya müfettiş göndereceklerini söyledi ama Başbakan dedi ki; “Biz kendi müfettişlerimizi göndereceğiz.” Silvan bir kırılma noktası oldu. Vesayetin aleyhine oldu. Yeni bir dönem başladı. Öcalan’la görüşülüyordu. Memnundu. Ama bu eylemin olması Kürt kartının yeniden karılmasına sebep oldu. Hükümet de kartları güvenlik ağırlıklı karmaya başladı. Öcalan üzerinden bir ilerleme katetmeyeceği kanaatine sahip oldu. Ve şimdi çok açık bir tavır söz konusu. Kara harekâtı dâhil PKK’yı baskılamak üzerinden bir siyaset izliyor. ‘Demokratikleşme devam edecek’ diyorlar, ben de buna inanmak isterim, 90’lar gibi bir şey olmayabilir ama daha vahim şeyler olabilir.

-Nasıl?

Etnik çatışmanın belirtileri görülebilir. Kürt toplumu sorguluyor mu bu ayrı bir tartışma konusu ama Türkiye kendi Vietnam’ına çekilmeye çalışılıyor. PKK ile savaşmak sonuç itibarı ile bölgede yaşayan insanlarla savaş anlamına gelir. Allah korusun çatışmalar tırmanırsa, hukuk içinde kalmak ne kadar güç o zaman anlarız. Mesela Şemdinli baskınında düğün alayının arasına PKK’lılar karışıyor, düğüne gidenler iki ateş arasında kalıyor. Türkiye dikkat etmeli, kendi Vietnam’ına saplanma gibi bir riski var. PKK sivillerin arasına karışabilir, bunu ayırabilecek bir şey yok. Diyarbakır’da mahallelere girip aynı şeyleri yapabilir. Saldırılarda bulunabilir. KCK’yı unutmayalım, büyük bir yapılanmadır.

-Hükümet bu aşamadan sonra ne yapmalı?

Elbette akıl bu işte iknayı, müzakereyi öngörüyor. Barzani, Talabani çaba içinde. Son anda kara harekâtını durdurma çabası bu. Kara harekâtı, Kuzey Irak Kürtlerini de etkiler. PKK’nın bu stratejiden beklediği şeylerden biri muazzam bir çatışma atmosferine girilmesi ile kendi çevresinde yoğunlaşacak bir Kürt ulusal psikolojisi oluşmasıdır. Bu çok önemli bir sonuç olur. Hükümetler, K. Irak yönetimi böyle bir psikolojiyi kontrol edemez. Bu algı, bütün Ortadoğu Kürtlerini etkilemeye başladığında, zayıflayacak derken, PKK’nın daha da güçlendiğine tanık olabiliriz.

-Sadece güvenlik politikaları öne çıkarsa bu Kürtleri nasıl etkiler?


Teröre karşı yeni askerî konsept Kürt halkının bir bölümünün daha kaybına yol açabilir. PKK’nın da beklediği budur. Eruh, Şemdinli ile başlayan ve Silvan’a kadar süren birinci silahlı mücadele dönemi büyük bir siyasi kitle doğurdu. BDP’li 36 milletvekili ve 100 belediye var. Allah korusun diyelim, savaşın ikinci safhası neye yol açar düşünmek lazım. Devletin, PKK’nın baskılanması yolu ile Kürt meselesinde demokratik adımların atılması gibi bir çözüme gitmek istediğini görüyoruz. Bu tutabilir de tutmayabilir de.

-Tutması neye bağlı?

Güney Kürdistan’daki partilerin alacağı tavır önemli. Onlar bir askerî harekâtta Türkiye’nin yanında olamaz, bunu söylüyorlar. Sınır ötesi askerî harekât büyük bir ulusal uyanışın kapısını da aralayabilir. 10 binlerce Türk askeri o topraklara girerse her şey çok farklı hâle gelebilir. Kürt coğrafyasında başka bir devletin başlattığı bir savaş olarak algılanır. Sonra Türkiye Kürtlerinin henüz net bir tavrı yok, o da çok önemli. Ayrıca; ‘Bu devlet artık PKK ile savaş istemiyor; ama PKK istiyorsa savaşacak’ deniyor. Ben de, devletin artık geçmiş yıllarda olduğu gibi PKK ile savaşı sürdürme niyetinde olduğu kanaatinde değilim; ama PKK, taleplerinin karşılanmaması ya da kendi anladığından farklı karşılanması sebebiyle savaş isteyebilir, adı bile konmuş sanki: Devrimci halk savaşı.

-PKK ne istiyor? Karşılanması mümkün mü bu taleplerin?

Lideri içeride. Özgür kalmasını istiyor. Bu bir. İkincisi demokratik özerklik talep ediyor ki, BDP’nin demokratik özerkliğinden hayli farklı bir şey bu. PKK’nın anladığı manadaki demokratik özerkliğin gerçekleşmesi çok zor. PKK, kendi halkını, bütün bir coğrafyayı yönetmek istiyor. Yönetim modeli ise, ne BDP ne de DTK. Kürt toplumunu PKK, KCK ile yönetmek istiyor. Bunun Kürt toplumunda da kabul görmediği açık. Dolayısıyla PKK, siyasi yoldan elde edemediği bir statüyü, müzakere yoluyla devlete onaylatmak istiyor. ‘Devlet onaylamasa, silahla elde ederim’ diyor.


-Peki son saldırıların anlamı ne?

‘Ankara, Siirt ve Bitlis’teki saldırılar, genel bir stratejinin parçası gibi görünüyor. Bunun başlangıç noktası Silvan’dır. İşin istihbarat ve güvenlik yanıyla alakalı bir şey diyemem. Ama sivilleri daha çok hedef almaya başlayan bu eylemlerin devam edeceği düşünülebilir. Türkiye bu eylemlerle, sadece Kürt meselesinde değil, her alanda zayıflatılmak isteniyor. Şiddetin ve terörün geçmişte hedefi, iktidarları çözüme zorlamak olarak görülebilirdi. Ama artık Kürt meselesiyle sınırlı bir hedef değil, genel bir hedef söz konusu, o da Türkiye’yi bir bütün olarak zayıflatmak ve etnik bir çatışmanın eşiğine getirmektir. Tam da böyle bir dönemde Öcalan’ın susması değil, konuşması lazım. O yüzden İmralı ile görüşme yasağının kaldırılması gerekir.

-Sınır ötesi kara harekâtının sonuçları ne olur?

Bu Kandil’i bombalamaya benzemez. Türkiye kendi Vietnam’ına çekilmek isteniyor derken biraz bunu kastediyorum. Mesut Barzani diyor ki, ‘PKK grupları bizim köylerde üsleniyor ve biz onları buradan zor kullanarak söküp atamıyoruz. Çünkü kardeş katli istemiyoruz.’ Türkiye kara harekâtında Kürt köylüsünün içine karışmış binlerce PKK’lıyı karşısında bulabilir. Ne yapıp edip kara harekâtından vazgeçilmelidir. Hükümetin, Kürt toplumuna derdini yeterince anlatabildiği kanaatinde değilim. Türkiye’deki Kürt toplumuna hem hükümetin hem de aydınların henüz diyeceği şeyleri söylemediğini düşünüyorum. Onları etkileyecek şeyler yapmak ve söylemek lazım. Seçimden sonra güvenlikten başka bir şey konuşamadık. Bütün mesainizi PKK’yı durdurmaya harcadığınız zaman siz istediğiniz kadar ‘demokratikleşeceğiz’ deyin, bu olmuyor. İkincisi K. Irak’taki aktörler bağlamında, yapılması gereken her şeyin yapıldığı kanaatinde değilim. Onlara da PKK ile temasa geçmeleri ve bu temasları sürdürmeleri için fırsat tanınmalı. Kürt sivil toplumu ve Kürt aydınlarıyla daha sıcak diyaloglar kurulabilir. AB ile de hakeza. PKK’nın eylemlerine de hazırlıklı olunur tabii. Ama ne sivil toplum ne de Kürt aydınlar bir kara harekâtını meşru görecektir. Hükümetin reform politikalarını desteklemiş kesimler söz söyleyemeyecek hâle gelecektir. PKK’nın da istediği budur. En azından bir kesimi Türkiye’yi bu çatışmanın ortasına çekmek istiyor.

-Kürtçe eğitimde nasıl bir adım atılmalı?

Ana dilinde eğitim meselesini bence artık hiç tartışmamalı. Bitti yani. Ana dilinde eğitim meselesini tartışıp, ‘Ben PKK’yı askerî mücadele ile yok edeceğim’ demek barış ve çözüm getirmez. PKK’yı askerî olarak değil, siyasi olarak etkisizleştirmeyi düşünen bir hükümetin ana diliyle bir probleminin olmaması lazım. Ana diliyle eğitime bugün karar verilse 200 bin öğreticiye ihtiyaç olacak, 5-10 senelik bir süreç. Sonra bu temel bir hak. Kürtlerle her şeyi konuşabilirsiniz; ama bunu konuşamazsınız. İsteyen Kürt ana dilinde eğitim görmelidir. Bunu pazarlık gibi ortaya koyamazsınız. Ama ‘demokratik özerklik’ denirse, ‘Gelin bunu beraber düşünelim’ diyebilirsiniz. ‘Ana dilinizle konuşursanız bu bölünmeye sebep olur, Türkçeyi öğrenemezsin, fakirleşirsin diyemezsiniz, buyur yap diyeceksin, ondan sonrası talebi olanın bileceği bir iş.

-Ergenekon ile PKK arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlamak lazım?

Bir kere, iki tarafın ittihatçıları arasında işbirliği var. Bu konuda yanılmış olmayı çok isterdim, keşke böyle bir işbirliği ve temas olmasa, ama bu temas başından beri vardı. Bekaa’ya Yalçın Küçük gitti, geldi. Küçük şimdi onunla övünüyor. ‘PKK bugün Kürdistan Demokrat Partisi çizgisinde değilse bu benim sayemde olmuştur’ diyor. Oda TV İddianamesi’nde ilginç bir şey var. Yalçın Küçük, Öcalan’ın AK Parti ve Ergenekon söylemlerini yorumluyor ve diyor ki; “Bu ara Ergenekon’a yakın söylemler yapması çok iyi değil, bunu hafifletsin. AK Parti’yi biraz öven şeyler söylesin.” Bunu Öcalan’a iletecek avukatın ismini de veriyor Küçük. Asrın Hukuk Bürosu’ndan Mehdi Öztüzün. Yani bu kadar zamandan sonra bile, Küçük, Öcalan’ın ne söylemesi gerektiğini bir faaliyet olarak bellemişse, ‘iki kesimin ittihatçıları’ dediğimde çok haksız olmadığım ortaya çıkıyor.

-Küçük için bazı kişiler ‘deli’ diyor? Siz nasıl görüyorsunuz?

Yalçın Küçük, Türkiye’nin en önemli ittihatçı mütefekkiridir. Herkese ne yapması gerektiği konusunda emirler veriyor. Herkes onu delilik sınırlarına gelmiş bir bilim adamı olarak görüyor; ama ben öyle görmüyorum, tam da Ergenekon’un ihtiyaç duyduğu fikirlerin üretilmesinde rol almış birisi. Kürt hareketini çok etkiledi. PKK’nın medyasında bazı yazarların bu çerçevede görüş açıkladığını açıkça görebiliyoruz. İttihatçı tedrisattan geçmiş insanlar bunlar. PKK’nın tabanı ama farklı bir olgu. Hak talebi ile yola çıkmış, PKK’yı bunun için desteklemiş. Kürt halkı PKK’yı, inkâr bitsin, hakları teslim edilsin diye desteklemiştir.

-Küçük, deli değilse nedir?

Kendisi söylüyor zaten ne olduğunu, 32. Gün programında Şamil Tayyar’ın “Siz kimin adına çalışıyorsunuz, MİT’in mi, ordunun mu?” sorusuna, “Hiçbiri, ben devlete çalışırım, devletin adamıyım.” dedi. Küçük hep delilik sınırlarında ‘dahi adam’ rolünü oynadı ve bundan hoşlandı. İnsanlar da bundan hoşlandı. Ama bu gerçekçi değildi. O hiçbir zaman delilik sınırlarında gezen bir adam değildi, derinlik sınırlarında gezen bir adamdı. O derinliklerin bir ucu Ankara, Paris’ten başlayıp Bekaa’ya uzandı, Ergenekon’la devam etti. Bugün de aynı şekilde devam ediyor. CHP’de ne olması gerektiğini söylüyor ve bu hayata geçiriliyor. Kimin hangi kitabı yazacağını söylüyor, gazeteciler o kitapları yazıyor. Demokrat bir gazetecinin Kaşif Kozinoğlu ile aynı davada yargılanması gazetecilik olamaz. Ben de Kürt meselesi ile ilgi kitap yazdım, böyle bir alışveriş olmadı. MİT’in kapısına da gitmedim. Bu insanlar bunu yaptı. ‘İmamın Ordusu’ seçimlerden önce yetiştirilmesi gereken bir proje kitaptı. Bu proje herhâlde Açık Toplum Enstitüsü’nün veya TESEV’in değildi. Ergenekon projesiydi bu. Ahmet Şık’a kitap yazdırmak bir projeydi. Başlık bile korkuya davet eden bir başlık. İmam var ve ordusu oluşturuluyor, herkes bundan korkmalı!

-Ergenekon sola ve Kürtlere nasıl bir kulvar açtı?

Ergenekon’un açtığı kulvar, CHP, BDP ve Türk solunun önemli bir kesimini kapsayan kulvardı. Ve yegâne amacı AK Parti’yi düşürmekti. Ergenekon sürecinde bunu gördük. Darbeyle meşgul olup durmuş insanlar topluluğu değil bu, güçlü bir fikrî ve tarihî temeli var; özü ittihatçılıktır. BDP ve PKK’nın izlediği politikalarla da fiilî olarak çakışıyor. PKK-BDP başından beri ‘Sorun AK Parti’yle çözülmez’ dedi ve bu partiyi muhatabı olarak görmedi. Ergenekon da Kürtlere dönüp ‘AK parti sizi kandırıyor, sorunu çözemez’ dedi; ama aynı Ergenekon Türklere de dönüp, ‘Erdoğan Apo’yla işbirliği yapıyor’ dedi. BDP, Ergenekon davalarında tarafsız konumunu korudu. Bu tarafsızlık değil, taraf olmaktı. Ergenekon’dan uzak durmak, davasının derinleşmesine hizmet edecek bir şey yapmamış olmak o kulvarda yürümektir. Ergenekoncular, Kürt muhalefetinin sessiz kalmasını istiyordu. Kürt siyaseti güçlü bir ses çıkarabilseydi Ergenekon operasyonu daha da derinleşebilirdi. Ama Öcalan İmralı’da “Bu çatışmadan uzak durun, yeni bir egemenlik inşa ediliyor.” dedi. Bir yerde 17 bin 500 cinayetten bahsediyoruz. Ergenekon fikri Kürt medyasında çok benimsenmiş bir fikirdir. Herkes kendi yolunda gidiyor olsa bile, AK Parti’nin iktidardan uzaklaşması meselesi temel ve ortak amaçtı. Yeraltında ve darbelerle olmayınca CHP üzerinden bunu hayata geçirmeye çalıştı. Ayrıca seçim öncesi CHP–BDP ittifakı söz konusu olabilirdi. BDP-PKK bunu çok istedi. Öcalan da öyle düşünüyordu. Ama CHP’ye oy verenlerin yüzde 16’sı Ergenekon’a sahip çıkıyor. Bu kesim AK Parti’nin gitmesini istiyor; ama Kürt taleplerine de hiç açık değil. Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimde Kürt kelimesini bile ağzına almaması bu yüzdendi.

-Yeni anayasa süreci nasıl geçer? CHP destek verir mi?

Büyük tartışmalar başlar. AK Parti yalnız kalır. Kürt hareketinin içinde olmadığı bir anayasayı sol kesim de desteklemez. MHP’nin malum kırmızı çizgileri var. CHP’nin temel meselesi Silivri’deki mahkemeler. Böyle bir siyasi meselesi olacağını sanmıyorum. Ayrıca AK Parti’yi güçlendirecek, ona prestij sağlayacak, yeni anayasa gibi yüz yıllık bir hamlede CHP’nin yeni anayasaya ‘evet’ diyeceği kanaatinde değilim.

-BDP CHP ittifakı yine gündeme gelebilir mi?

PKK, siyaset dengelerini, kendi denklemini, Ortadoğu’nun siyasi konjonktürüne göre değil, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine ve iç dinamiklerine göre kurabilirse, savaşa gerek kalmaz. CHP ve BDP’nin ittifakı bu şartlarda yine gündeme gelebilir. Ergenekon’un kitle partisi CHP’dir ama bu kitle AK Parti’yi sandıkta yenmeye yetmiyor ve Ergenekon için Kürt seçmen son derece önemlidir. BDP seçmeni 12 Haziran seçiminde bu ittifaka ‘evet’ der miydi? Hayır, demezdi. Diyeceğine dair bir kanaat oluşsaydı bu ittifak olurdu. AK Parti’yi geriletecek tek siyasi formülü de budur o kesimlerin. Seçimlerden önce bu gündeme gelecektir. Blok hareketi süreç içinde CHP’yi de kapsayabilir. Ama bütün bunlar için PKK’nın savaş stratejisinden vazgeçmesi gerekir. Savaşı sürdüren bir Kürt siyasetinin yanında veya içinde olmak, Ergenekon için bile kolay olmaz.

-Kürtler iktidar mücadelesinde nasıl kullanılıyor? Bazı beyaz Türklerin birden Kürtperver kesilmesini neye bağlıyorsunuz?

Türk ittihatçıları, tarihte ikinci kez mutlak bir iktidar için yola çıktı. Ama Ergenekon, Balyoz ve benzeri girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. CHP ve Kılıçdaroğlu da işe yaramayınca, dön dolaş Kürt Mehmet nöbete misali, Kürt siyaseti; PKK, DTK, KCK ve BDP’siyle AK Parti’ye karşı yürütülen iktidar mücadelesinin en kıymetli alanları hâline geldi. Birtakım hatunların ve beyefendilerin birdenbire Kürtperver kesilmelerinin hikmet-i sebebi budur. Aynı hatunların ve beyefendilerin Kandil bombalanınca timsah gözyaşları dökmelerine inanmayın. Onlar, üstüne bir de kara harekâtı olsa fazlasıyla sevinecektir, bundan da emin olun.

-PKK kaç parça?

Kaç parça bilmiyorum, ama Diyarbakır’da faaliyet gösteren BDP-PKK ile Ankara’da faaliyet gösteren BDP-PKK aynı şey değil. BDP kongresinde Kürt ulusal mücadelesini hatırlatacak herhangi bir şahsiyetin fotoğrafı yoktu. Ahmedê Xanî, Dersimli Seyit Rıza Ankara’da yoktu. Kim vardı? Deniz Gezmiş vardı. Sol gelenekten gelen insanların fotoğrafları vardı. Ama bölgede durum farklı. Diyarbakır’daki toplantılarda, Şeyh Said’in fotoğrafı asılıyor. Türk toplumuna karşı Deniz Gezmiş’in fotoğrafı, Kürtlere karşı Şeyh Said’in fotoğrafı. Türkiye’nin sadece terörle tanımlayabileceği ve ona göre mücadele edebileceği bir örgüt yok, bir ulusal hareketin parçası ve üstelik hareketin merkezinde olan bir örgütten bahsediyoruz.

-Kürt toplumu kendi meselelerini içinde tartışabilecek mi?

Kürt aydınlar, Kürt şiddetini meşru görürken devletin şiddetine tavır koyuyor. Belki başlangıçta bu şekilde düşünmenin haklı yanları vardı. Ama bugün, ikisine de tavır koymak lazım. ‘Mağdurun şiddeti meşru ve makbuldür’ diyen bir dünya ve Türkiye yok artık.

-Şiddeti savunmayan BDP içindeki Kürtler inisiyatif alabilir mi?

BDP’ye oy veren Kürtler, BDP içinde yer alan aydın kesim tam da bu dönemde ‘Şiddeti terk edip alternatif bir politika içinde barış politikaları yürütmemiz gerekir’ diyecek bir noktada değil. Kürt toplumu kendi meselesini henüz tartışamıyor. PKK’yı tartışmak istediğinizde, ‘İyi ama zamanı değildir’ deniyor. Kürt toplumu, PKK’nın çizdiği siyasi rotaya muhalefet eden bir çizgiye gelemedi. Kürt sivil toplumu ve aydını zayıf. Güçlü bir sivil Kürt toplumu ve aydın sınıfı olabilseydi PKK da daha olumlu bir yerde olurdu. Şiddet arzusu o toplum içinde gelişkin olmazdı. Şiddet artık Kürt toplumunda bir güvence gibi görülüyor. Şiddetle ilgili bir tecrübe geçirmeyenler bile, silahlı mücadeleyi güvence gibi görmeye başladı. Bu yüzden PKK artık her şeyden önce ‘aile içi’ bir mesele gibidir.

Orhan Miroğlu kimdir? Kürt aydın, siyasetçi, yazar. 1980 öncesi Demokratik Gençlik hareketi içinde bulundu. 12 Eylül 1980 darbesinde tutuklandı. Diyarbakır Cezaevi’nde işkence gördü. Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi davasından 15 yıl hapse mahkûm edildi. 1988’de cezaevinden çıktı. 1995’e kadar siyasi yasaklıydı. DEHAP’ta ve Demokratik Toplum Partisi’nde genel başkan yardımcılığı yaptı. Kürt sorunu ve PKK konularındaki yazıları yüzünden terör örgütlerinden ölüm tehdidi aldı. Kürt meselesi ve Diyarbakır Cezaevi’ni anlatan yayımlanmış yedi kitabı var. Dört yıldır Taraf gazetesinde köşe yazarlığını sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası.


Faili meçhul davaları sahipsiz kaldı
Faili meçhul cinayetlerin çözümü Kürt sorununu çok olumlu etkiler. Ama faili meçhul cinayet davaları biraz sahipsiz kaldı. Cemal Temizöz’ün yargılandığı davada 20’ye yakın faili meçhul cinayet söz konusu. O davalar sahiplenilmedi. O bölgede bu adım atılmışsa savcılığa müracaatların binlerle ifade edilmesi gerekirdi. Bunun sebebi BDP’nin Ergenekon davasındaki tutumudur. Orada açık bir tutum oldu. BDP, bu süreçten mağdurları uzak tutmaya çalıştı. Süreç derinleşemedi.







KCK davaları görülüyor, yüzlerce insan ilgi gösteriyor ama JİTEM davaları var aynı zamanda, onlara hiç kimse ilgi göstermiyor. Hatta yakınları öldürülmüş Cizreli bir kadın, bir duruşmada Cemal Temizöz ve yanındaki adamları gördüğü zaman dili tutuldu konuşamadı, arkasında bir güç hissetmiyor çünkü. Evden çıkıp mahkemeye gelmiş. Bu konuda Kürt toplumunda bir suskunluk var. Bu suskunluğun bozulmasının Kürt siyasetine zarar vereceği gibi bir kanaat var. Bu düşünce var olduğu sürece derinleşme olmayacak. Derinleşebilecek davalarda da devlet hareket etmiyor.