27 Ağustos 2012 / AKSİYON, İDRİS GÜRSOY
Bedii Faik, Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na çarpıcı açıklamalar yaptı: “27 Mayıs’ta yalanın bini bir paraydı. ‘Bayar’ın 108 milyon serveti’ haberini Oktay Ekşi getirdi. Darbecileri eleştirince tehdit edildim, roman yazmam yasaklandı...”
27Mayıs’ı (1960) darbelerin anası olarak görüyor. ‘O günlerde yalanın bini bir parayaydı’ diyor. Celal Bayar’ın 108 milyon serveti olduğu haberini Ankara bürosu muhabiri Oktay Ekşi’nin verdiğini açıklıyor. Millî Birlikçilerin “Kurucu Meclis’e katıl” teklifini önce kendisine yaptıklarını ama “Ekşi’yi alın” diyerek bunu reddettiğini söylüyor. Bayar’ı intihara sürükleyen Yassıada filmini hazırladığı iddialarını yalanlıyor. Bazı propaganda metinlerini redakte ettiğini, darbe bildirilerinin tamamının gazetesi Dünya’da hazırlanıp basıldığını ise kabul ediyor. Darbeden sonra Yassıada fotoğraflarının açık artırma ile satılmasını eleştiren yazısından dolayı 27 Mayısçılardan tehditler aldığını, yazacağını ilan ettiği bir kitabın ise engellendiğini açıklıyor. Son gazeteci medya patronunun kendisi olduğunu belirtip, “Aydın Doğan’ın eline bu kalemi verseniz bir kartpostal dolduramaz. Ne ilgisi var gazetecilikle?” diye soruyor. Bütün bu açıklamalar, Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na konuşan Bedii Faik’e ait. 92 yaşındaki Bedii Faik Akın, Türk basın tarihinin yaşayan en önemli isimlerinden biri. Tasvir gazetesinde (1945) başladığı fıkra yazarlığını, Tan, Milliyet, Yeni İstanbul ve Ulus gazetelerinde sürdürdü. Falih Rıfkı Atay’la birlikte 1952’de Dünya gazetesini kurdu. 1971’de Dünya’nın tek sahibi ve başyazarı oldu. Son Havadis, Hürriyet ve Tercüman gazetelerinde yazdı. Gazete Sahipleri Sendikası genel sekreterliğinde bulundu. Bütün darbelere gazeteci olarak tanıklık etti. 27 Mayıs’ta yaşadıklarını ‘İhtilâlciler Arasında Bir Gazeteci’ anı-kitabında anlatan Bedii Faik’in, ‘Matbuat Basın Derkeen... Medya’ isimli dört ciltlik bir anı kitabı daha bulunuyor. Basından elini çektikten sonra Londra’ya yerleşen 92 yaşındaki Bedii Faik’in Meclis Darbeleri Araştırma Alt Komisyon Başkanı Cengiz Yavilioğlu ve üyelerine yaptığı açıklamalar ilginç ayrıntılar içeriyor.
-Cengiz Yavilioğlu: Dünya gazetesinin 30 Mayıs 1960 tarihli nüshasında Demokrat Partililerin, kendilerini almaya gelen subaylara “Bizi halka teslim etmeyin” dediklerini aktarmışsınız. Bu bilgi nereden?
Ankara muhabirlerinin verdiği bilgilerdir. O günlerde yalanın bini bir parayaydı. Mesela, Celal Bayar’ın 108 milyon serveti olduğu… Benim gazeteme bu haber geldiği zaman yazı müdürleri bana getirdiler ‘Böyle bir haber aldık.’ dediler. Ben, ‘Bu haberi kim verdi?’ dedim, Ankara muhabirimiz Oktay Ekşi’nin verdiğini söylediler. Bulun bana dedim, buldular. Oktay’a ‘Bu haberi nereden aldın?’ dedim, doğrudan doğruya ‘Gürsel Paşa söyledi’ dedi. O zaman teyit ettirmeden bu şeyi yazmayalım dedik, fakat akşamüzeri ısrar ettiler öyledir diye. Şimdi, bir ihtilal olduğu zaman o gazeteler, havadis peşinde koşan gazetelerin o ihtilalin dağdağası içerisinde her habere yapışması kadar tabii bir şey olmaz. Çünkü, bir şey daha var, bazı haberlerin yazılmaması cezai müstelzim olabilir.
-Cengiz Yavilioğlu: Gazetenizin 31 Mayıs 1960 tarihli nüshasında Demokrat Parti Meclis grubunu, ‘çete, Menderes gibi bir müstebit, ‘çete ve zalimin sürüsü’ olarak tesmi ediyorsunuz. 1 Haziran 1960 tarihli nüshada da Demokrat Partililerin silah dağıttıkları, azgın bir kalabalığa asker ve subay kıyafeti giydirerek nümayiş yapan gençlere saldırtma planı yaptıklarını iddia ediyorsunuz?
Ben bir gazetenin bütün kadrosunun, o sıralarda hangi hava içinde hangi haberleri yazdığını, hepsini kontrol edemem; ama o günkü havanın içerisinde bütün bunlar vardı, bütün bunlar olmuştu. Şimdi, o kadar fazla şeyler olmuştu ki, bunların askerî ihtilal olur olmaz uydurulmuş veyahut da iddia edilmiş olanları ile eskiden gazetelerin yazmış oldukları arasında farklar vardır. Şimdi, mesela, pek çok gencin, Et Balık Kurumu’na ait kıyma makinelerinde yok edildikleri için cesetleri bulunamıyor havasını yaydılar, ihtilalciler yaydı tabii bu havayı. Böylelikle polisin o sırada imha ettiği söylenen gençleri, sakladığı havasını yaymaya çalıştılar, bunlar hep yayılmıştır, böyle şeyler oldu.
-Özcan Yeniçeri: Gazeteniz, o dönemde Menderes yani Demokrat Parti iktidarına karşı bir mihrak olduğu gibi bir imaj veriyor, doğru mudur bu?
Evet, doğrudur. O sırada basın bildirilerinin, basında, gazetelerin, yani büyük gazetelerin imzası altındaki bildirilerin hepsi benim kalemimden çıkmıştır, benim matbaamda hazırlanmıştır.
-Özcan Yeniçeri: Peki, gazetenize Behçet Kemal Çağlar, Falih Rıfkı Atay zaman zaman gelip gidiyor. Çağlar ‘Ah İhtilal’ diye şiirler okuyor, sanki ihtilali özleyen, çağıran bir merkez hüviyetinde görünmüyor mu gazeteniz?
Yani, geliyorlar da, ‘ihtilal ah ihtilal’ diye odamda bağrışıyorlar falan, öyle bir şey yok. Bakınız, Beyazıt Meydanı kaynıyor. Muhabirler gidiyor, her gün, avuçlar dolusu kurşun kovanı getiriyorlar. Böyle bir kristal tabla var masamda her gün doluyor. Tabii, benim o gençlerle beraber Beyazıt Meydanı’nda onu takip etme imkânım yok. ‘Ölen oldu mu?’ diyorum, bu kadar atılmışsa. ‘Yok, fazla ölmedi, bir kişi yaralandı, bilmem ne’ diyorlar. Artık, öylesine alelade havaya büründü ki o iş, ahval-i adiyeden oldu. O sırada bir gün Behçet Kemal geldi. Behçet Kemal kafiyeli konuşur icap ettiği zaman. Çocuklar girdi içeriye, bir tanesinin burnu kanıyor. Beyazıt Meydanı’nda vurulduğu için falan değil, burnu kanamış, sıcaktan kanıyor belki. Behçet ayağa kalktı, ‘Ne oldu, bir şey mi oldu?’ dedi. O da, ‘Behçet Ağabey ne olacak, polisler ateş etti burnuma’ dedi, şaka yaptığı besbelli. Oturdu, birdenbire, ‘İhtilal Ah İhtilal’ diye bir şiir okudu. Ben, ‘Bak o çocuk var ya, burnu kanayan çocuk, aslında dedim Demokrat Partilidir. Yani, senin bu şiirini içeride duyduysa seni ihbar eder’ dedim ve şakalaştık. Behçet de güldü. Bunu nasıl duydularsa duymuşlar. Bu benim mihrak olduğumu göstermez.
-Özcan Yeniçeri: Özellikle Yassıada mahkemeleri sırasında Celal Bayar’ın intihara teşebbüs etmesinde önemli yer alan Düşükler filminin senaryosunun size ait olduğu iddia ediliyor. Bunda da sizin rolünüz var mı?
Hayır, o bana büyük bir iftira. Bu şundan çıkıyor: Yassıada konuşmaları diye bir seri yapılmıştı o sırada, bana rica ettiler ki, bu konuşmaları birisinin süzgeçten geçirmesi lazım çünkü uzun yapılıyor. Şöyle bir şey yapmışlar efendim, hesap uzmanları var, o hesap uzmanları Demokrat Parti ricalinin suiistimallerini meydana çıkarıyorlar sözde. O hesap uzmanlarının hazırladığı şeyleri redaktörler heyetine veriyorlar, o heyet de bunu yazıyor, radyoda söylenecek hâle geliyor, o zaman televizyon yok. Tabii, hesap uzmanlarının yazdığı şeyler hesaba göre çok büyük şeyler. Onlardan mana çıkarmak, vesaire falan zor. Onun için bir karışıklık olmuş, benden rica ettiler, ‘bunu toparlar mısınız’ diye. Ben dedim ki, ‘Bunu toparlamam kabil değil, yani bu çok zor bir şey. Bir defa hesap benim işim değil. Bu hesaptan çıkan şeyi ne yapacağız?’ En sonunda birtakım insanlar bulmuşlar, ‘Onların hazırladıklarını gözden geçirin’ dediler. Ben üç defa gözden geçirdikten sonra, ‘Bunları ne beğenmeme, ne tasvip etmeme imkân vardır, benim anlayışımın dışında bunlar’ dedim, bıraktım gittim. O film merkezine zaten kimseyi katmazlardı. Keşke olsaydı, emin olun, şerefim üzerine yemin ediyorum, hiç tereddüt etmeden ‘ben yaptım’ derdim. Yapmadım.
-Cengiz Yavilioğlu: Şimdi, kitabınızda darbeden sonra yargılamalar başlamadan önce bu suiistimal dosyalarına ait soruşturma kurullarının hazırladıkları belgelere dayanarak radyo programları yapıyorsunuz?
Hayır, ben yapmıyorum, yapıyorlar.
-Cengiz Yavilioğlu: Siz de onun içerisindesiniz.
Onları kontrolden geçiriyoruz.
-Özcan Yeniçeri: 27 Mayıs’tan sonra DP’lilere, ‘müstebit ve zalim sürüsü’ gibi, zannediyorum 30 Mayıs tarihli gazetede değerlendirmeler yapılmış. Buna ‘düşükler’ gibi benzer aşağılayıcı kavramları ifade ederek bir noktada ihtilalcilerin Menderes’e karşı ya da Demokrat Parti iktidarına karşı sonradan uygulayacakları yöntemlere de bir psikolojik altyapı üretme gibi bir şey olmadı mı? Bundan rahatsızlık duymadınız mı?
Peki, efendim, bunları soruyorsunuz da, ‘düşük’ diye isim taktıkları insanların resimlerini artırmayla sattıkları zaman bu iğrenç bir harekettir, ‘Bundan utanınız’ diye yazı yazan beni niye hesaba katmıyorsunuz?
-Selçuk Özdağ: ‘İdamlar olmasın’ diye bir yazı yazdınız mı?
‘İdamlar olmasın’ diye İsmet Paşa’nın çok geç kalan bir müdahalesini gördüğüm zaman yazdım.
-Selçuk Özdağ: Kendinizin de geç kaldığını düşünüyor musunuz?
Tabii, tabii.
-Selçuk Özdağ: ‘Affedilsinler’ diyerek bir yazı yazdınız mı?
Hayır.
-Selçuk Özdağ: Menderes ve arkadaşlarının asılmaması için yazı yazmadınız, hüküm verildikten sonra yazdınız. Bir pişmanlık duyuyor musunuz? Siz etkin bir gazeteciydiniz. Korktunuz mu, çekindiniz mi, yoksa birazcık da bu dönemin, yaşadıklarınızın da etkisi oldu mu efendim?
Şimdi, tabii o günkü halet-i ruhiyeyi bugün yaşamak kabil değil. Siz benim yaşadıklarımı da yaşayamazsınız, yani benim yerime geçemezsiniz, kendinizi benim yerime koymanıza imkân yok ama yani ölümü istemek, ölümü beklemek öyle hoş bir şey değil, bir vicdanla... Bırakın Menderes’i yani bir ‘ölüm’ denilen şeyi isteme... Mesela bu ihtilal meşruiyetinin ölümlerle doğru orantılı olduğu veyahut da ölümlere bağlı olduğu fikrine gelenlerin hepsine karşı çıkmışımdır. Bunları tartıştığımız zamanlar hepsini söylemişimdir.
-Selçuk Özdağ: Sözlü olarak.
E, tabii. Herhangi bir şeyde toplantı yapıyorlardı, çağırıyorlardı, ‘Buyurmaz mısınız, fikrinizi söyleyin’ diyorlardı. Biz ve birtakım profesör arkadaşlarım diyorduk ki… Sonradan hepsi iftiraya uğramışlardır, Cihat Abaoğlu vesaire falan, 147’ler meselesinde filan, hepsi birtakım hadiselerin içine sokulmuşlardır. Onların hiçbiri idam fikrine ‘evet’ demedi. Beyefendi ölüme razı olmak öyle kolay şey değildir. Ölüme müstahak olmak ayrı meseledir, onlar istedikleri kadar müstahak olsunlar. Ölmüş olanlar, asılmış olanlar vesaire müstahak olabilirler, beni alakadar etmez o tarafı. Ben onu o istihkak içinde göremem, benim görmeme imkân yok…
-Özcan Yeniçeri: Darbe sonrası, yani 27 Mayıs sonrası askerî idarenin tutumuna karşı eleştirel yazı yazdınız mı?
Benden fazla yazan olmamıştır. Ben resim sattıkları zaman, Yassıada’daki şahsiyetlerin resimlerini Dolmabahçe’de tuttular açık artırmaya koydular. Hürriyet gazetesi paralı, çekip cebine koydu, Erol Simavi geldi. Hayat Mecmuası Yapı Kredi’ye dayanıyor, o da paralı, o da çekip koydu geldi ve burada artırdılar. “Celal Bayar’ın şu resmi, Yassıada’da bu resmi” dediler. O “20 bin veriyorum.” dedi. Öteki “100 bin veriyorum.” dedi. Şap çekti yazdı, o resimleri aldı. Bu, bana söylendiği zaman, ben “Hiçbiriniz iştirak etmeyeceksiniz.” dedim arkadaşlarıma ve oturdum ‘iğrenç’ diye yazı yazdım, yani bu hareket. Ne kadar tehdit edildim biliyor musun? Ve ilk ihtilafım odur.
-Selçuk Özdağ: Kim tehdit etti efendim sizi?
İşte, telefonlarla...
-Selçuk Özdağ: Millî Birlik Komitesi üyeleri mi?
Sesler, tabii.
-Özcan Yeniçeri: Bu “Tekolonya Cumhuriyeti” yazınız aslında bir şey midir, bir metafor olarak içinizden gelerek mi koydunuz, yoksa baskılar dolayısıyla mı böyle demek zorunda kaldınız?
İyi ki sordunuz onu. Bugün mesela Silivri’de henüz yatan veya çıkan bir arkadaşın, bir kitabının basılmadan yasaklandığı iddiası var. Ben daha görülmemişine maruz kaldım. Ben ‘Tekolonya Cumhuriyeti’ diye ilan ettim ‘Kitap yazıyorum’ diye ‘Tefrika yapacağım’ diye. Kitabı daha yazmadım çünkü günlük yazacağım, her gün yazacağım, gazete de benim. Bunu ilan ettim ve o kadar canlı ilan ettik ki mesela Tekolonya varmış gibi, Tekolonya ile Bolivya maç yapmışlar, spor sayfasında öyle çıkıyor, 3-0 kazanmış; Tekolonya’nın Birleşmiş Milletler’de bilmem nesi... Böyle haberler uydurarak bir reklam yaptık, çok alaka çekti. Nitekim, kardeşim hukuk fakültesinde o sırada profesör. Devletler Hukuku Profesörü arkadaşı gelmiş demiş ki: ‘Ya, çocuklar bana Tekolonya’yı Birleşmiş Milletlere kabul edip etmeyeceklerini falan soruyorlar. Ağabeyine söyle de...’ ‘Aman ne yapıyorsun ya? O uydurma, ağabeyimin romanı olacak o’ demiş. Bu kadar sahiye çevirdik işi. Öyle olunca bir akşam eve gittiğim zaman, artık yemek yedik, yatacağız, telefon çaldı. Hicabi Dinç, İstanbul Savcısı ‘Sen mi gelirsin ben mi aldırayım?’ dedi. ‘Yok daha şoför yatmamıştır, ben geleyim sana. Ne oldu?’ dedim. ‘Gel buraya da o zaman görüşürüz.’ dedi. Geldik ki adliyenin kapıları açık, ondan sonra yukarı aldılar bizi. Ertesi gün tefrikaya başlayacağımızı söyledim, sadece ön sözünü yazdım, daha kafamda, her gün yazacağım zaten. Romanı yasak ettiler ve ‘Yazamazsın’ dediler, hatta Hicabi ısrar ettiler, ‘Bunun yasak edildiğini dahi yazamazsın.’ ‘Yok ben onu yazarım, sen ona ne yaparsan yaparsın’ dedim. Tabii ki okuyuculara duyurmam. İşte ‘Tekolonya yasak edildi’ dedim.
-Ahmet Topbaş: 1961 Anayasası. Bu Anayasa’yı nasıl değerlendirdiniz ya da nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘Kurucu Meclis’ diye bir şey kuruldu, pek çok kimseye, Falih Rıfkı Bey’e de bana da teklif etmişlerdi ‘Böyle bir şey yapmayız’ dedik. Biz, Oktay Ekşi Ankara muhabirimizdi o zaman, onu gönderdik ‘Onu alın’ dedik, aldılar da nitekim. Kurucu Meclis havası bize fazla itimat vermemiştir.
-Cengiz Yavilioğlu: Oktay Ekşi sizin tavsiyenizle o Kurucu Meclis’in içinde oldu, öyle mi?
Yani tavsiyemin faydası oldu mu bilmiyorum ama ‘Alın Ankara’da çocuklar var, Oktay’ı alın, ne yaparsanız yapın’ dedik. Şimdi, bu Kurucu Meclis’in eğer bir siyasi parti dayanağı olacaksa bunun Halk Partili olmasından tabii bir şey yok, DP kapatıldı. Nitekim, onlar istediklerini böyle çağırmışlardır, yani Millî Birlik Komitesi davet etmiştir ‘Seni de yapalım, seni de yapalım.’ diye. ‘Peki’ demiş, kabul etmişlerdir. Halk Partisi ekseriyeti Kurucu Meclis olmuştur -başka çare yoktur, siyasi kadro ondan ibaretti, başkası kalmamıştı- bu Kurucu Meclis anayasa yapmaya başlamıştır. Ne yapsalar Halk Partisi’nin damgası olacaktı anayasada.
-İdris Şahin: 60 sonrasında da, 80 sonrasında da darbenin üçüncü, dördüncü gününe kadar darbeden itibaren, bütün gazetelerin aşağı yukarı manşetleri aynı, köşe yazıları aynı, hepsi darbelerin haklılığı noktasında görüş beyan ediyor. Bunun içerisinde Cumhuriyet’i var, Milliyet’i var, Tercüman’ı var. Bu yayınların tamamı darbelerden sonra tek bir merkezden mi yönlendiriliyordu, yoksa duruma göre gazeteciler kendine bir vazife mi alıyordu?
Size bir misal vererek arz edeyim. 12 Eylül olduğu zaman ben İstanbul’daydım, ertesi gün hareket edecektim, Londra’da oturuyorum ve ertesi gün hareket ettim. Hiçbir yazım yok. Hürriyet’te o zaman haftada bir yazıyordum. Sonra, Hürriyet’in o zaman Nüan Yiğit diye bir Londra temsilcisi var. Evime geldi üç gün sonra. ‘Ağabey, vaziyet fena’ filan… ‘Ne oldu?’ dedim. Ben zannettim Hürriyet gazetesine bir şey yaptılar. ‘Ağabey, Nezih Ağabey -Nezih Demirkent o zaman Hürriyet’in Genel Yayın Müdürü- patron Erol Bey’in selamını size gönderiyor. Aman Bedii Ağabey’e git, mutlaka bir yazı yazsın.’ Bir generalden bahsediyorlar o zaman, o herkesi çağırıyor ve şöyle yapın, böyle yapın diyormuş, neyse, ben bilmiyorum tabii. Ondan sonra demiş ki o general: ‘Bedii Bey’in niye yazısı yok bizim hakkımızda?’ ‘Pekâlâ, bağlayın bakalım.’ dedim. Neyse, çıktı telefona. Dedi ki: ‘Ağabey, Allah aşkına şöyle bir yazı şey yap da…’ ‘Peki, yazayım bir şey ama içimden gelmiyor, ne yazabilirim?’ dedim. ‘Ya Ağabey, işte şöyle şişiriver bir şey.’ falan dedi. Ben de orada yazdım, verdim Nezih’e. Şunun için anlatıyorum: Demek ki bir general yazıları takip ediyordu, yani bu niye yazmadı, şu niye yazmadı diye. İsmini de söylemişlerdi ama hatırımda kalmadı ehemmiyet vermediğim için. Böyle bir tek merkez var mıydı bilmiyorum ama, hassas olduğu için ordu herhangi bir hareket yaptığı zaman hepsi bir ampul teli gibiydiler. Orada kim bizi destekliyor, kim desteklemiyor, neden desteklemiyor diye bir süzgeç yapmaları kadar tabii bir şey yok. Tek bir merkezden idare edildiği fikri 12 Eylül’de vardır işte.
“Zehiri İnönü’yü başbakan yaparak aldılar”
1961 seçiminden sonra bir de baktı ki ordu, Demokrat Parti’yi yıkmış ama halk gene Demokrat Parti’den 159 tane milletvekili çıkarmış. İsmet Paşa da 180 küsur çıkarmış. Buna tahammül edemediler. Etmeyince oturdular, Harp Akademisi’nde 21 Ekim Protokolü imzaladılar. Generallerden itibaren albaylara kadar. Gün kesmişlerdir, müdahale edecekler. Cevdet Sunay Paşa, o zaman Genelkurmay Başkanı, bunu gördü. ‘Eğer İsmet Paşa kazansaydı, madem ki ordu buna ses çıkarmayacaktı o hâlde İsmet Paşa’yı başvekil yaparız ve bir koalisyon hükûmetini öyle kurdururuz.’ dediler ve yaptılar. İsmet Paşa, Gümüşpala’nın AP’siyle bir koalisyon hükûmeti kurdu. O protokolü yapanlar birdenbire gevşedi. Besbelli ki İsmet Paşa’nın başvekil olması onların zehrini almıştır ve müdahaleden vazgeçtiler.
Aydın Doğan Bey’in eline bu kalemi verseniz bir kartpostal dolduramaz
“Şimdi, bakın, bu gazetecilik başlı başına bir iştir ve ne kadar müstakil olursa, ne kadar tek başına olursa o kadar tesirli olabilir. Eğer gazeteciliğe başka şeyleri de ekler de giderseniz bu gazeteciliği yapamaz olursunuz. Binaenaleyh gazete sahibinin sadece gazeteci olmasını ben evleviyetle isterim ve onu savunurum. Şimdi, bugün tutarsız bir alay gazete var. Daha bir şey söyleyeyim size: Türkiye 24 milyon nüfuslu iken ne gazete tirajı varsa, 75 milyon nüfuslu Türkiye’de de o gazete tirajı var. Öyle bir hadise dünya gazeteciliğinde görülmüş değildir. Bunda computer’lerin, twitter’lerin şunların bunların payı vardır, o payı kabul ediyorum. Ama bütün dünyada da var onlar, yalnız bize ait değil ki. Bütün dünyada da gazetelerin rakipleri var, televizyonlar vesaireler, orada niye olmuyor da bizde oluyor? Çünkü inandırıcılığını kaybetmiştir Beyefendi. İnandırıcılığını gazetenin kaybetmesini ben gazetenin sahibine atfetmeyeceğim de kime atfedeceğim? Onun tutumuyla olur o iş. Bakınız, isim vereyim ben size. Aydın Doğan Bey gazeteciliğe niye geldi? İdeali vardı da, söylemek istediği çok fikir vardı da onu söylemeye mi geldi? Aydın Doğan Bey’in eline bu kalemi verseniz bir kartpostal dolduramaz. Ne alakası var gazetecilikle? Hayır efendim. Çünkü gazeteciliği baskı yaparak, gazeteciliği basamak yaparak pek çok menfaate kavuşursunuz. Onlar gazeteciliği gazetecilik yapmak için değil, para kazanmak için istediler. Para kazanmak için isteyince, elbette ki iktidarlar bundan faydalanır. Dünyanın hiçbir iktidarı gazeteye bayılmaz, gazeteciye bayılmaz, çünkü onun aleyhinde yazar, onun hakkında yazar. Bazısı aleyhinde yazmaya tahammül edemez.