13 Mayıs 2016 Cuma

Deniz Gezmişler asılırken herkes oradaydı!



“Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben, erken gitmeyi normal karşılıyorum.” Deniz Gezmiş, babasına yazdığı son mektupta bu satırları kaleme alıyordu.
Tarih 6 Mayıs, 1972. Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde üç sehpa kurulmuştu. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan sabaha karşı asılarak hayata veda ettiler.
Yıllarca Denizlerin idam edilmesinin faturası, Adalet Partisi’ne ve Süleyman Demirel’e çıkarıldı. Bu acı olay üzerinden toplum kutuplaştırıldı ve düşmanlıklar körüklendi. Bazılarına göre; “27 Mayıs’ta asılan üç kişiye (Menderes, Polatkan ve Zorlu) karşı, üç kişi asılarak” intikam alınmıştı.
dg
Peki, gerçek böyle miydi?
Tam olarak değil. Deniz Gezmiş (25), Yusuf Aslan( 25), Hüseyin İnan’ın ( 23) idamlarında pek çok kurum ve kişinin rolü vardı. Ülkeyi bir ara rejim hükümeti yönetiyordu. Cumhurbaşkanı asker kökenli Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu’ydu. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay mensuplarının çoğu, Menderes’i yargılayan hâkim-savcılardan seçilmişti. Üniversiteler ve basında da 27 Mayısçıların ağırlığı vardı. Bugünlerde çok tekrar edilen bir tabirle söyleyelim: Herkes oradaydı.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra demokrasiye ikinci müdahale 12 Mart 1971’de geldi. Bu sefer ordu, Başbakan Süleyman Demirel’e muhtıra verdi. AP hükümeti istifa etti. Yerine eski CHP milletvekili Nihat Erim’in başbakanlığında bir hükümet kuruldu. Demokrasinin üzerine adeta şal örtüldü. Toplumsal olayları önleme bahanesiyle yüzlerce insan keyfi olarak tutuklandı, işkencelerden geçirildi.
dg01
Chp’lilerin çoğu doğrudan veya dolaylı Gezmiş’in idamına onay verdi
Deniz Geçmiş ve arkadaşları bu sürecin en büyük kurbanları olacaktı. Çeşitli eylemlere katılmış ancak hiç insan öldürmemiş üç öğrenci lideri Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Mahkemesi’nde yargılandı. TCK’nin 146.maddesini ihlal ettikleri gerekçesiyle, 9 Ekim 1971’de idam cezasına çarptırıldılar. Anayasaya göre, idamların gerçekleşmesi için, ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair kanun tasarısının kabul edilmesi gerekiyordu.
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam tasarısı Meclis’e geldiğinde Süleyman Demirel ve Alpaslan Türkeş’in tavırları önceden belliydi. Asıl önemli olan İsmet İnönü ve CHP’li milletvekillerinin tutumuydu. İsmet İnönü ve Bülent Ecevit, siyasi suçluların idamla cezalandırılmasını istemiyorlardı. Ancak son grup toplantısında CHP lideri grubunu serbest bırakmıştı. Usul tartışmalarından sonra oylamaya geçildi. 450 milletvekilinden 323’ü oy kullandı. “İdam edilsin” oyu verenlerin sayısı 275’ti. 144 CHP’li vekilden sadece 47’si idama hayır dedi. 97’si oylamaya katılmadı, 28’i ise ‘idama evet’ oyu kullandı. (Kaynak: Deniz-Yusuf-Hüseyin Meclis/Senato 1972 İdam Kararı Tutanakları)
CHP, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin infazların yerine getirilmesi kararına karşı, bu kararın usul ve esas yönlerinden iptali için Anayasa Mahkemesi’ne dava da açmıştı. Anayasa Mahkemesi usul bakımından Meclisin kararını iptal etmiş ve kararı esas yönden incelemeye gerek görmemişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi usul hatasını düzeltmiş ve infazların yerine getirilmesine yeniden karar vermişti. Böyle bir durumda, davacı CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün Anayasa Mahkemesi’ne kararın esas yönünden incelenmesi için yeniden başvurması gerekiyordu. Ancak bu aşamada esasın incelenmesi için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmadı. Davayı açan İnönü, davayı sonuna kadar izleyip sonuçlandırmamıştı! İnönü, grubunu serbest bıraktığı konuşmada da, (24 Nisan 1972) Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını ‘hasta’ olarak nitelendirilmiş ve “Devlet kafalarına dank ettirilmeli.” demişti.
dg02
Bugün hukuksuzluk yapanlar da yarın nefretle anılacak
Sıkıyönetim Mahkemelerinde, mahkeme askeri yargıçlardan oluşuyordu,; mahkeme heyetinin başkanı da hukukçu olmayan askerdi. 18 sanık hakkında idam cezası verildi. Askeri Yargıtay, 3’ü dışında diğerlerinin kararını bozdu.  Yargıtay Daireler Kurulu’dan iki üye idamlara şerh koydu. Albay Nahit Saçlıoğlu,  Deniz Gezmiş ile arkadaşlarının 15-24 yıl ağır hapis cezası ile yargılanmaları gerektiğine inanıyordu.  Saçlıoğlu yıllar sonra, “Komutanlar ve idareden mahkemeye baskı yapıldı. İdam kararında basının da rolü vardı. Mahkeme kamuoyunun genel havasına uydu.” diyecekti.
İdam sehpaları kurulurken ailelere haber verilmedi. Avukatlar gece yarısı çağrıldı. Vasiyetler yerine getirilmedi. Deniz Gezmiş, 50 dakika ipte kaldı. Yusuf ve Hüseyin’in infazları 8-10 dakika sürdü. Avukatı Halit Çelenk idam değil işkence dediği o anlarda başka bir hukuksuzluğu şöyle anlatacaktı: “Deniz’e Yusuf’un, Yusuf’a Hüseyin’in infazını seyrettirdiler. Hüseyin, tabureyi düşürdü, kendi kendine infazı yaptı.”
Olağanüstü bir dönemde, olağanüstü şartlarda yargılanıp idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının vebalini taşıyanlar hem kendi vicdanlarında hem de toplum vicdanında mahkûm oldu. O idamlarda sorumlu gösterilen Süleyman Demirel, olaydan 15 yıl sonra bir gazeteciye verdiği demeçte, “Soğuk savaşın talihsiz olaylarından biri.” diyerek pişmanlığını itiraf ediyordu.
Şüphesiz bugün bir kesime karşı sürdürülen nefret sonucunda gözaltı, tutuklama, işkence, tecrit ve sürgün gibi hukuksuzluklara imza atanlar da aynı pişmanlığı yaşayacak. Keşke toplumun bütün kesimleri güç karşısında boyun eğmese ve hakkaniyeti elden bırakamasaydı…
i.gursoy@yenihayatgazetesi.com

Türkçüler de 'hükümete darbe' suçlaması ile karşılaştılar

30 NİSAN 2016. YENİ HAYAT'TAKİ YAZIM
3 Mayıs’ta Türkçülük Günü kutlanacak. Bu tarih, aynı zamanda siyasi bir iktidar, politikalarında keskin dönüşler yaparsa buna karşı çıkanların başına neler gelir, onun ibretli öyküsünü barındırıyor.
Türkçü görüşleri ile bilinen Nihal Atsız (1905-1975), Orhun Dergisi’nde 1 Mart 1944 ve 1 Nisan 1944’te iki açık mektup kaleme almış ve iktidarı, komünistlere karşı mücadele etmediği için eleştirmişti. Dergi derhal toplatıldı. Yazar Sebahattin Ali’ye, Atsız hakkında hakaret davası açtırıldı. 26 Nisan’da duruşma salonu ve koridorlar gençler tarafından doldurulmuştu. İfadelerin alınmasından sonra duruşma 3 Mayıs’a ertelendi. O gün Ankara çok gergindi. Reha Oğuz Türkkan’ın organize ettiği öğrenciler, mahkemeden sonra Ulus’a doğru yürüyüşe geçti; Meclis, bakanlık ve başbakanlık önünde hükümet protesto edildi.
Tek parti iktidarı, ilk defa karşılaştığı bu demokratik eyleme çok sert tepki gösterdi. Polisin müdahalesi ile kalabalıklar dağıtıldı. Çok sayıda insan gözaltına alındı. Ama asıl dalga sonra gelecekti. Olaylar vesile edilerek Türk milliyetçilerinin önde gelenleri tutuklandı. Ülkede tam bir devlet terörü estirilecekti.
1944-45 Türkiye’sinde tek parti rejimi vardı. İsmet İnönü, ülkeyi demir bir yumrukla yönetiyordu. II. Dünya Savaşı’nın sonuna gelinmişti. Ankara, Almanların müttefiklere karşı muzaffer olacağını düşünüyordu. Ancak Almanya’nın savaşı kaybetmesi sonrası rüzgâr Hitler’in aleyhine döndü. Nitekim o güne kadar devlet nezdinde kabul gören ‘Nasyonal sosyalizm’e yakın fikirler bir anda “tehlike” olarak sayılmaya başlandı. Birkaç yıl önce devlet büyüklerinin dillendirdiği cümleler, milliyetçi görüşleri savunanların suçlu kabul edilmesi için delil sayıldı!
kpr
‘Vatana ihanet’ suçlaması
İktidarın elinde, 47 kişiden oluşan bir “fişleme listesi” vardı. Sulh cezalar gibi özel bir mahkeme kurulmadı ancak dava sıkıyönetim olan İstanbul’da açıldı! Milliyetçi aydınların bir terörist gibi evleri, iş yerleri arandı. Kitaplarına ve mektuplarına el konuldu.  Aylar boyunca hücrelerde tutuldular.  Önceden hazırlanan ifade tutanaklarını imzalamaları istendi. O metinlerde, ‘Hükümet darbesi yapacak gizli bir örgüt kurdukları, bu yolda çalışmak için ant içtikleri vs’ yazıyordu. Ancak ülkenin çeşitli yerlerinden getirilen çeşitli meslek gruplarından insanların bu örgütü nasıl ve nerede kurdukları, hangi eylemlere imza attıkları ile ilgili bir kanıt konamıyordu. Önceden yazılmış ifadeyi imzalamayanlar ‘tabutluk’ denilen yerlerde korkunç işkencelerden geçirildi. Aralarında üniversite profesörü, öğretmen, subay, doktor ve üniversite öğrencileri bulunan 34 kişi, nihayet 7 Eylül 1944 günü yargı karşısına çıkarıldı.
Ne ilginçtir ki bugün bazı savcıların muhalifleri susturmak için kaleme aldıkları ‘hükümeti devirmeye teşebbüs’ gibi suçlamalar o gün Türkçü görüşleri savununlar için de yapılmıştı. ‘Turancılık Davası’ iddianamesinde sanıklar; “Irkçılık, Turancılık gayesiyle gizli cemiyet kurarak, millete ve vatana karşı hıyanet hareketine teşebbüs etmekle” suçlanıyordu. Davanın hâkim ve savcısı ise devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ydü. Milli Şef’in kurbanlarını işaret ettiği 19 Mayıs nutkundan bir bölümü okuyalım, bakalım size kimi hatırlatacak bu sözler:
“Turancılar, Türk milletini bütün komşuları ile onarılmaz bir surette derhal düşman yapmak için bire bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar genç çocukları ve saf vatandaşları, aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.”
Hepsi beraat etti
Mahkemeler başladığında hukuksuzluklar bir bir ortaya döküldü. Sanıklar, kendilerine atfedilen suçlamaları çürüttü. Haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlandı. Reha Oğuz Türkkan ve Alpaslan Türkeş’in de aralarında bulunduğu 13 kişi beraat etti. 10 kişi, çeşitli cezalara çarptırıldı. Yüksek Askeri Temyiz, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nin mahkûmiyet kararını hem esastan hem de usul bakımından bozdu. Nisan 1947 tarihinde açıklanan nihai kararda, suçlu görülenlerin tamamı beraat etti.
Gelelim günümüze; “Siyasal İslamcıların” 14 senelik iktidarlarının son döneminde, Tek Parti’nin bu bildik baskı araçlarını kullanarak muhaliflerini yok etmeye çalışması, kendileri için acınacak bir durum. Ve peki bir sonuç verir mi? İsterseniz Türkçülük davası aktörlerinin akıbetini hatırlatarak noktalayalım…
Davanın savcısı Kazım Alöç, işkenceden geçirdiği kişilerin açtığı davalarla boğuşmak zorunda kaldı. Hasan Ali Yücel, 1944 sonrası kurulan hükümette görev alamadı. Sebahattin Ali, İnönü’yü eleştiren Marko Paşa dergisini çıkardığı için cezaevine girdi. Yurtdışına kaçarken öldürüldü. Şükrü Saraçoğlu, bir sonraki dönem başbakan seçilemedi. Ankara Valisi Nevzat Tandoğan intihar etti. İsmet İnönü, dava sonrası girdiği ilk serbest seçimi kaybetti. 1950’de iktidardan oldu. Türkçülük davasının suçlu ilan edip işkenceden geçirdiği isimler arasından ise, yazarlar, mütefekkirler, bilim adamları,  milletvekilleri ve parti başkanları çıktı. Türkçülük haftası 1954’den bu yana kutlanıyor.

TÜRKEŞ TABUTLUKLARI ANLATIYOR
Türkiye Turancılık davası sırasında ‘tabutluklar’ adını duydu. O tarihte üsteğmen olan Alparslan Türkeş, cezaevinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“ Tabutluk adıyla anılan veya savcı Kazım Alöç ve Ahmet Demir tarafından ‘mutena hücre’ diye ifade edilen yer, yarım metrekarelik bir yerdir. Nihayet 40 santimetre genişliğinde, 50 santimetre uzunluğunda ve 2,5 metre yüksekliğinde beton duvar içerisinde açılmış oyuklardır. Bu beton oyukların duvarlarından içeriye sokulanları belinden ve kollarından duvara bağlamak için demir prangalar vurulmaktadır. Ayrıca oyuğun tepesine üç adet beşer yüz mumluk ampul konulmuştur. İçeriye kapatılan insan demir prangalarla belinden ve kolundan duvara bağlanıp 24 saat, 48 saat hatta daha fazla aç susuz bırakılırdı. Bazı sanıkların tabii ihtiyacı için dahi kapı açılmaz ve büsbütün perişan duruma düşmeleri sağlanırdı. Buna diri diri fırına sokulma denmez de ne denir?”

6 Mayıs 2016 Cuma

Özal da ‘Paralel’ ilan edilir miydi?

YENİ HAYAT'TAKİ İLK YAZI, 23 NİSAN 2016
Geçen hafta 23. ölüm yıldönümünde rahmetle andığımız 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, demokrat ve özgürlükçü kimliğinin yanı sıra centilmen kişiliği ile de hafızalardan silinmedi. ‘Halkın cumhurbaşkanı’ unvanını kazanan Özal, din âlimlerine her zaman saygı gösterdi; Burdur’da gözaltına alınan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin serbest bırakılması için gece yarısı bakanları topladı. Sürgündeki Menzil Şeyhi Muhammed Raşit Erol için de dönemin darbe lideri Kenan Evren’den ricacı oldu.
Yıl 1993, aylardan nisan, bir cumartesi sabahı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın hastaneye kaldırıldığı haberi geldi. Kısa süre sonra da vefat ettiği açıklandı. Cumhurbaşkanı tüm çabalara rağmen kurtarılamamıştı! O acılı günlerde ölüm sebebi üzerinde durulmadı. ‘Kalp krizi’ denilip geçiştirildi. Ancak sonraki yıllarda kuşkular arttı. 19 yıl sonra suikast soruşturmasında mezarı açılınca önemli bulgulara ulaşıldı. Naaşta dört çeşit zehir bulunmuştu. Ama özel mahkemeler kapatılınca bütün önemli davalar gibi Özal dosyası da rafa kaldırıldı.
ozal
Houston’da kalp ameliyatı olan Turgut Özal, kendisini ziyaret eden Fethullah Gülen’e, ‘bürokrasiye okulların önemini anlatamadığından’ yakınmıştı.
Özal, demokrasi tarihimizdeki en önemli devlet adamlarından biriydi. Hayatı boyunca düşünce, inanç ve teşebbüs özgürlüğünü savunmuş, devrim gibi icraatlara imza atmıştı. Düşünce özgürlüğünü sınırlayan TCK’daki 141, 142 ve 163. maddelerinin kaldırılması onlardan sadece biriydi. Vatandaşlıktan atılan Cem Karaca onun zamanında ülkeye dönebildi. Bugünkü sulh ceza hâkimlikleri gibi proje mahkemesi olan Yassıada Mahkemeleri’nin idam ettiği Adnan Menderes ve iki bakan için anıt mezar yaptırdı. Naaşlarını devlet töreni ile İstanbul’a naklettirdi. Yasaklara ve tabulara savaş açtı. Farklılıkları zenginlik olarak görüyordu. Cemaatlerin önündeki engelleri kaldırdı. Derin yapıların planlarına göğüs gerdi.
12 Eylül, bugünkü bir baskı dönemiydi. Adıyaman Menzil’e sık sık baskınlar düzenleniyordu. Nihayet burada ikamet eden Muhammed Raşit Erol, 1983 yılında Çanakkale’nin Gökçeada ilçesine sürgüne gönderildi. Çeşitli sağlık sorunları bulunan Erol Efendi’nin tedavisi de engelleniyordu. Başbakan Turgut Özal, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e bir görüşmesinde Erol Efendi konusunu açtı. “Hasta, Ankara’ya sevk edilmesine izin verin.” dedi. Hatıralarında bu görüşmeyi anlattıktan sonra Evren, kendi kendine; “Özal’ın parti kurmasına müsaade etmekle acaba hata mı ettim?” diye soruyordu. Menzil Şeyhi Erol, Özal’ın girişimleri ile 1985’te Ankara’ya nakledildi. Burada 16 ay gözetim altında tutulduktan sonra tekrar Menzil’e döndü.
Gülen: ‘Turgut Bey’in centilmenliğini unutamam’
12 Eylül darbesinin bir başka hedefi Fethullah Gülen Hocaefendi’ydi. Hakkında arama olduğu gerekçesiyle 12 Ocak 1986’da Burdur’da yakalanan Gülen, uzun bir sorgulamadan sonra İzmir’e getirildi. Başbakan Özal durumu öğrenince hemen devreye girdi. Gülen, İzmir’de serbest bırakıldı. Hocaefendi, merhum Özal’ın nasıl yardıma koştuğunu, bir sohbetinde şöyle anlatır: “Bazen bir yerde bir saat kalma imkânını bile elde edemedim. Hep dolaştım durdum. Sizi böyle bir cendereden kurtarmanın ne demek olduğunu unutamazsınız. Burdur’da derdest ettiler, Turgut Bey’e haber gidince, gece bakanlarını çağırıyor ve problemi çözmek için devreye giriyor. Gece ikide mi, bir de mi kendisine haber verilince hemen kabineyi çağırıyor, bakanlara ‘Arkadaşlar, ruznamemizin tek maddesi var, o da Fethullah Hoca tutuklanmış, bu meseleyi çözmemiz lazım.’ diyor. Ben o sırada 24 saat ‘lan’ dinledim. ‘Lan yalan söylüyorsun, komünistlerden kötüsün…’ ‘Ulan seni konuştururuz! Öldürmesini de biliriz!’ diyorlar. Orada yakalanan bir arkadaşımıza da demişler; ‘Onu gebertecektik fakat kalabalıktı.’ Böyle bir durumda ben Turgut Bey’in o günkü o centilmenliğini unutamam.”
TÜRK OKULLARININ TEMİNATIYDI
Özal, 90’lı yılların başından itibaren Türk cumhuriyetlerinde açılan Türk okullarını heyecanla izliyor ve “Önümüze Allah bir kapı açmıştır. Bu büyük kapıdan giremezsek böyle fırsatlar 300-400 senede bir gelir.” diyordu. Houston’da kalp ameliyatı sonrası kendisini ziyaret eden Gülen’e, ‘bürokrasiye okulların önemini anlatamadığından’ yakınmıştı. Son anına kadar Gülen’in teşviki ile açılan Türk okulları için yabancı devlet başkanlarına mektuplar yazdı, referans oldu, ‘bunların teminatı benim’ dedi.
BÜTÜN REFORMLARDA İMZASI VAR
Bugün Türkiye, Batı standartlarına yaklaşan bir ülke ise, bütün bu gelişmelerin altyapısında Özal’ın imzası bulunuyor. Özel televizyon yayınları onun döneminde başladı. AHİM’e kişisel başvuru hakkı tanındı. TBMM’de İnsan Hakları Komisyonu kurdu. BM ve Avrupa Konseyi tarafından ayrı ayrı hazırlanan ‘İşkence, Kötü ve Aşağılayıcı Davranışlarla Mücadele Sözleşmesi’ni imzaladı. Ana dilde serbestçe konuşabilme hürriyetini sağladı. İlk defa Türkiye’de vakıf üniversitesi (Bilkent) onun döneminde açıldı. Devlet Planlama Teşkilatı’ndan cumhurbaşkanlığına kadar devletin zirve makamlarında bulundu. Yıllarca ekonominin tek patronuydu. Zenginleşmedi. Başbakanlığı döneminde yolsuzluk yapan bir bakanını, suçüstü yaptırdı ve Yüce Divan’a sevk ederek yargılanmasını sağladı.
‘AFAKİ ÖLÜM’ RAPORU VERİLDİ!
Derin yapılarla yıldızı hiç barışmayan Özal, 1988’deki suikast girişiminden küçük bir yarayla kurtulmuştu. 1993’te görevi başında ve aniden ölümü de her açıdan kuşkuluydu. 13 Haziran 2012’de Özal’ın ölümünü araştıran Devlet Denetleme Kurulu hazırladığı raporun bir kısmını kamuoyu ile paylaştı. Rapora göre, Özal’ın vücudundan kan, kıl gibi ölüm sebebini araştıracak numunelerin alınmaması ve hele kanında zehirlenme emaresi sayılabilecek maddeler tespit edilmesine rağmen otopsi yapılmaması akıl tutulmasının ötesinde izaha muhtaç olaylardı. Nitekim soruşturma derinleştirildi ve 19 yıl sonra mezarı açıldı. 12 Aralık 2012’de de Adli Tıp Kurumu’nun otopsi raporu savcılığa ulaştı; Özal’ın vücudunda 4 ayrı çeşit zehir bulunmuş, ancak ‘zehirlenmede’ görüş birliği sağlanamamıştı!
Kardeşi, eski içişleri bakanlarından Korkut Özal da ağabeyinin öldürüldüğüne inanıyordu.

10 Mart 2016 Perşembe

DAĞITIMI ENGELLENEN AKSİYON DERGİSİNDEKİ SON EDİTÖR YAZIM


EDİTÖR
Gücü kadınlara yetenler…


İDRİS GÜRSOY
Adımın bir önemi yok. Yaşımın ve nerede yaşadığımın da... Bir kadın ve anneyim... Bir sabah çalındı kapım, uyandım. Elinde makinalı tüfekler, sırtlarında kurşun geçirmez yeleklerle gelenler polislerdi. Çocuklarım korkuyla eteklerime sarıldı. En küçüğü ağlamaya başladı, başımı örttüm, onları kucağıma aldım. Bu bir baskındı, içeriye girdiler... Bütün odaları aradılar, her şeyi didik didik ettiler, bazı kitaplara, Hz. Muhammed’in hayatını anlatan Sonsuz Nur’a, vaaz CD’lerine el koydular... Eski zulüm zamanlarından hortlayıp gelmiş gibiydiler.
Gazetelerde çıkan fotoğraflarımdan gördünüz beni… Ellerime kelepçe vurdular, iki koluma girip bir mücrim gibi alıp götürdüler. Evimin etrafında onlarca polis, bir o kadar polis aracı vardı... Katillere reva görülmeyen muamele, ‘başörtülü bacım’ diyen o sözde ‘İslamcı’ maskelerini düşürmüştü…
Ne mi yapmıştım? Ne PKK ile ne de IŞİD ile işim vardı. Ne şu katliamla ne de bu cinayetle... Hırsızlık ve soygunla da suçlanmıyordum. Evimden silah ve deste deste dolarlar da çıkmadı. Adını daha önce hiç duymadığım, eylemlerinden haberdar olmadığım bir terör örgütüne üyeymişim! Karakol ve cezaevinde cinayetlerimi ise şöyle sıraladılar: Fakir öğrenciler için burs toplamak, kurban hissesine ortak olmak, kermes düzenlemek, dini sohbetlere katılmak, dua etmek, okul ve yurt yaptırmak…
Günler, haftalar ve aylar geçiyor. Ne iddianame var ortada ne derdimi anlatacağım bir mahkeme… Bütün kutsalları, evrensel hukuk kurallarını, anayasayı ve kanunları çiğnediler. Cezaevinde terör suçlularıyla aynı koğuşlara koydular. Namaz kılıp tespih çektiğimi görünce mahkûmlar şaşırdı. “Hadi biz cinayet işledik de buradayız, senin ne işin var?” dediler. Burs, kurban, okul, yurt diye anlatınca çok güldüler.
Çocuklarımdan ayrıyım, bir ana yüreği ancak buna dayanmaz.  Onları da emanetin asıl sahibi Allah’a emanet ettim. Burada çok el uzatılacak insan bulunuyor, pek çok kadına yardımcı oluyorum. İsteyene Kur’an da öğretiyorum. Ben başım dik çıkacağım buradan. Alnım açık, hayırda koşmaya devam edeceğim. Çocuklarımı bağrıma basacağım. Ya gücü kadınlara yetenler! Siz zulümlerinizle nasıl yaşayacaksınız? Çocuklarınızın yüzüne bakabilecek misiniz?
***
Ülkü Özel Akagündüz, günlerdir yollarda, binlerce kilometre kat ederek Anadolu’yu bir uçtan diğer uca dolaştı. Farklı bölgelerde ezilen, horlanan, şiddet gören, çocuklarını şehit veren, eşini madende kaybeden, çevreyi korumak için TOMA’ların önüne yatan kadınların hikâyelerini topladı. Şimdi onlara yukarıdaki gibi inançlarından dolayı ayrımcılığa uğrayıp zulüm edilenler de eklendi... “Ananı da al git!” diyen bir zihniyet acı haritamızı genişletiyor... Keşke, 8 Mart vesilesi ile kadınların başarı hikâyeleri ile dopdolu bir sayı hazırlayabilseydik.

Kadınlar günü böyle mi kutlanmalıydı? ( 7 MART 2016, AKSİYON, DAĞITIMI ENGELLENEN SON SAYI)

AKSİYON'A SANSÜR.. SON SAYININ DAĞITIMI ENGELLENDİ



AKSİYON DERGİSİNİN BASIMI ENGELLENEN SON SAYISI... 1109, 7 MART 2016

25 Kasım 2015 Çarşamba

TÜRK MEDYASI NEREYE GİDİYOR?

Tanıdık bir hikâye: Nazi Medyası

  • Aksiyon, İdris Gürsoy
Tanıdık bir hikâye: Nazi Medyası

Dünyanın en kanlı diktatörlerinden Hitler, seçimlerle iktidara geldikten sonra medyayı nasıl kontrol altına aldı? Hitler rejimini destekleyen gazeteler ayakta kalabilirken diğerlerinin akıbeti ne oldu?
Hemen her gün bir gazeteci hakkında gözaltı veya tutuklama kararı çıkarılıyor. Bir medya patronu, ‘örgütlü kaçakçılık’ suçlaması ile terör savcısına ifade veriyor. Yayın yönetmenlerine, ‘hükümete darbe, terör ve casusluk’ soruşturmaları açılıyor. Gazete binaları basılıyor, muhalif yazarlar tehditler alıyor, saldırıya uğruyor.  Koza İpek Grubu medya organlarına ‘kayyım’ marifeti ile çöküldü, her biri iktidar yanlısı ‘havuz medyası’nın içine atıldı. Samanyolu’nun içinde olduğu 13 kanal uydudan çıkarıldı! Yüzlerce gazeteci işsiz! Artık pek çok gazete neredeyse aynı manşetle çıkıyor.
Nereye gidiyoruz? 1 Kasım seçimlerinden sonra ana muhalefet partisi genel başkanı, basın üzerindeki baskıları kınamış ve ‘Goebbels yöntemi izleniyor’ tespitinde bulunmuştu.  Peki, nedir bu Goebbels yöntemi?  Türkiye, gerçekten ‘Nazi Almanyası’na mı benzetiliyor?
23 Mart 1933’te Adolf Hitler geniş yetkilerle iktidara geldiğinde, Almanya’da özgür bir basın vardı. Ülke genelinde 5 bine yakın günlük ve haftalık gazete yayımlanıyordu. Ulusal Sosyalist (NAZİ) yanlısı basının oranı ise sadece yüzde 4’tü.  Hitler’in ilk uygulamalarından biri basın üzerinde otorite kurmak oldu.  Propaganda ve Halkla İlişkiler Bakanlığı’na getirilen Joseph Goebbels, iktidara destek veren bir basın oluşturmak için sert tedbirler uyguladı. Birçok gazete kapatıldı. Komünist ve Sosyal Demokrat partilerin matbaalarına el kondu ve bunlar Nazi Partisi’ne devredildi.
Manşetler bir merkezden!
Goebbels, basını kısa sürede, tek parti iktidarının propaganda aracı hâline getirdi. Yeni çıkarılan basın kanunu ile gazetecilik “kamu mesleği” sayıldı. Gazeteciler birer “devlet görevlisi”ne dönüştürüldü. Gazetelerin yazı işleri müdürleri her sabah, Bakanlık Gözetim ve Talimat Merkezi’nde Goebbels başkanlığında toplandı. Bu toplantıda hangi haberin yayımlanacağı, haberin nasıl yazılacağı, nasıl başlıklar atılacağı ve başyazının ne üzerinde olacağı bildirilirdi. Daha sonra bizdeki Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’ne benzer bir müdürlük kurularak gazeteciler kontrol edilmek istendi. Alman Basın Odası, basın organlarına ve gazetecilere para cezası kesmeye, gazetecileri basın birliğinden atmaya kadar pek çok yetkiye sahipti.  Atılma cezası almak, gazeteciliği bırakmak anlamına geliyordu.
Alman Basın Odası Başkan-lığı’na Hitler’in Birinci Dünya Savaşı’ndaki başçavuşu Max Amann getirilmişti. Gazete ve dergilerin kapatılması, başçavuş Amann’ın iki dudağı arasındaydı. Nitekim kısa süre sonra basında büyük tasfiyeler yapıldı. Basın, hem sermaye hem de yönetici, yazı işleri ve yazarlar olarak hızla el değiştirdi. Pek çok yayın organı çok düşük fiyatla satın alındı. Hitler’in havuz medyasına giren gazetelerin başına, bilgisi ve birikimi olmayan, partili “tetikçi” gazeteciler getirildi. Nazi Partisi’nin Eher Yayınevi Alman tarihindeki en büyük yayınevi oldu.
1930’lu yılların başında Almanya’da üç büyük yayın kuruluşu vardı: Mosse, Sherl ve Ullstein. Hitler önceliği  Ullstein grubu ve en etkili gazetesi Vossische Zeitung’a verdi. 1704 yılında yayın hayatına başlayan gazete liberal bir yayın çizgisindeydi. Yayın Yönetmeni Georg Bernhard’dı. Hitler, gazetenin genel yayın yönetmenini tasfiye etmesi hâlinde bütün basın üzerine korku salacağını biliyordu. Bazı gazeteciler, haberler bahane gösterilerek, gizli askerî bilgileri ifşa etme yoluyla vatan hainliği suçlamasıyla hüküm giyip toplama kampına atılmışlardı.
Bernhard da meslektaşlarının durumuna düşmekten korkuyordu. Siyasi talimatla benzer davaların kendisine de açılacağını görünce yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Ardından Vossische Zeitung’da büyük bir kıyım yapıldı, yüzlerce gazeteci ve yazarın işine son verildi. Bazı gazeteciler toplama kamplarına gönderilerek öldürüldü.  Vossische Zeitung, baskılara dayanamayarak 1 Nisan 1934’te, 230 yıldır devam eden yayınına son vermek zorunda kaldığını açıkladı.
Hitler, Ullstein ailesini basın dışına attıktan sonra sıra bir diğer basın imparatoruna gelmişti: Mosse ailesi. Bu ailenin dünyaca tanınmış liberal gazetesi Berliner Tageblatt, Nazilerin hedefine girdi. Yine aynı yöntemler kullanıldı. Önce Genel Yayın Yönetmeni Theodor Wolff tasfiye edildi. Yurtdışına kaçmak zorunda kalmasa Wolff, Alman Parlamentosu yangını davasının sanığı olacaktı. 1939’da Berliner Tageblatt da kapandı. Medya patronu Hans Lackman-Mosse, Hitler’in iktidara gelmesi için büyük destek vermişti.
Hitler, kendi nefret söylemini yayın politikası hâline getiren gazeteleri ise korudu. Der Stürmer, en şiddetli Yahudi karşıtı gazetelerden biriydi. Nazi aktivisti Julius Streicher’in yönettiği gazete, yayın hayatını 1923’ten 1945’e kadar 20 yıldan fazla sürdürdü. Yahudi “insan kurban etme” ayinleri, cinsel suçları ve mali yolsuzlukları ile ilgili korkunç yalan haberler yayımladı. Der Stürmer’in acımasız iddia ve iftiraları sonucu sıklıkla hakarete uğrayan Yahudi örgütleri,  Streicher ve gazete aleyhine yüzlerce dava açtı. Ancak bunlar sonuçsuz kaldı. Gazetenin arkasında Hitler’in desteği vardı. Streicher’in yolsuzluktan mahkûm olması ve parti görevlerinden alınmasından sonra bile Hitler, Streicher’i korumaya devam etti.
Kristal Gece’ye karartma
9-10 Kasım 1938’de Yahudileri hedef alan büyük şiddet olayları yaşandı. Kristallnacht (Kristal Gece) adı verilen olaylarda 7 bin 500 Yahudi işyeri yıkıldı, onlarca sinagog yakıldı ve 91 Yahudi öldürüldü. Polis, 30.000 Yahudi erkeği tutukladı ve toplama kamplarına gönderdi. Dünya gazeteleri olayları ve Kristallnacht’ın sonuçlarını bildirmesine rağmen, Propaganda Bakanlığı büyük algı operasyonları ile olayları kararttı;  şiddeti Almanların “anlık öfkesine” bağladı. Ölüm ve yıkımların gerçek boyutları Alman kamuoyundan gizlendi.
Almanya 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ettikten sonra Nazi rejimi halkın dışarıdan bilgi almasını önlemek için sansür tedbirlerine başvurdu.  Alman hükümeti vatandaşlarının yabancı yayınları dinlemesini yasakladı ve bunu ceza gerektiren bir suç ilan etti. Alman mahkemeleri düşman radyo istasyonlarından toplanmış haberleri yayanlara hapis, hatta ölüm cezası verebilecek yetkiye sahipti. Gestapo ve Nazi Partisi’nin muhbirlerinin dikkatli takibine rağmen, milyonlarca Alman bilgi almak için İngiliz Yayın Kuruluşu’nu (BBC) ve diğer yasak radyo istasyonlarını dinliyordu.
Naziler sinema, radyo ve televizyon gibi yeni çıkan teknolojileri propaganda hizmetinde en etkili şekilde kullandılar. 1933’ten sonra Alman radyosu Hitler’in konuşmalarını hoparlörlerle evlere, fabrikalara, hatta şehrin caddelerine yaymaya başladı. Goebbels, radyo satışlarının artmasını sağlamak üzere ucuz “Halk Radyosu” (Volksempfänger) üretimi için büyük maddi destek sağladı. 1935’te bu radyolardan yaklaşık 1,5 milyon adet satıldı. Partinin resmî yayın organı Völkischer Beobachter (Halkın Gözcüsü) ise 1 milyon tirajına ulaştı.
Ancak bütün bu çılgınlık 12 yıl sürdü. 2. Dünya Savaşı’nı kaybeden Almanya büyük yıkım yaşadı. Ülkeyi felakete sürükleyen Adolf Hitler ve yardımcısı Joseph Goebbels, 30 Nisan 1945’te, Berlin’de bir sığınakta intihar ederek hayatlarına son verdiler. Büyük propaganda makinası sustu. Alman basını yeniden özgürlüğüne kavuştu...
►Alman Basın Odası’nın başına Hitler’in başçavuşu Max Amann getirildi (en üstte). İlk iş muhalif basının sesini kesmek oldu (üstten 2. fotoğraf). Böylece Kristal Gece (altta) olduğunda bile gerçekler Alman halkından rahatlıkla saklandı, caniliğin boyutları kamuoyundan
Yalan neden sürekli tekrarlanıyor?
Goebbels, “Gazeteleri, hükümetin kullanabildiği dev bir klavye olarak düşünün.” diyordu.  Goebbels’in propaganda teknikleri uzun yıllar diktatörlük rejimlerinde kullanıldı. Goebbels’in “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.” sözü de iktidar yanlısı gazetelerin yayın politikası oldu. İşte Goebbels’in bazı ilkeleri:
- Söylediğiniz yalan ne kadar büyükse o kadar etkili olur.
- Gerektiğinde yalan söylemekten kaçınmayın ve utanmayın. Nazi İmparatorluğu’nun insanları bu sayede bilinçlenecek, muhaliflerini ve ihanet şebekelerini bu yolla tasfiye edecektir.
- Halka anlattıklarınızın gerçek olması şart değildir. Söylediğiniz yalanlara inananlar mutlaka çok olacaktır. Önemli olan kitleleri inandıracak ve uykuya geçirecek yalanlar söyleyebilmektir.
- Bir yalanı sürekli tekrar edeceksiniz. Bunu yapınca halk o söylemin size ait olduğunu unutur ve kendi fikriymiş gibi inanmaya başlar.

19 Kasım 2015 Perşembe

BASIN ÖNE EĞİLMESİN MARKOPAŞA'NIN HİKAYESİ

Kapatılan Marko Paşa, Malûm Paşa; Malûm Paşa da Öküz Paşa olarak yayın hayatına nasıl devam etti? Tek partinin basını susturma çabalarında gasp da var, baskın da var, troller de var! İnanmayacaksınız ama Barlas da var!
Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma / Ağladığın duyulmasın / Aldırma gönül aldırma!” İnsanı derinden yakalayan bu türkünün mısralarının Sinop Cezaevi’nde yatarken Sebahattin Ali tarafından yazıldığını kaçımız biliyoruz? Ünlü edebiyatçı ve gazeteci, 1932 yılında Konya’da Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiası ile tutuklanır. Hüküm baştan verilmiştir, şahitlerin dinlenmesine bile gerek görülmez. Bir yıla mahkûm edilir. 1933’te afla özgürlüğüne kavuşur. “Dışarda deli dalgalar / Gelir duvarları yalar / Seni bu dertler oyalar / Aldırma gönül aldırma!” şiirini de hücresinde kaleme alır.
O yıllar ‘Tek Parti Dönemi’dir. Millî Şef’in en küçük eleştiriye tahammülü yoktur. Çok partili hayata geçiş sancıları çekilmektedir. Muhalif basın sürekli soruşturmalara uğrar. Sol görüşleri ile bilinen Sebahattin Ali’nin de başı dertten kurtulmaz. 1945’te bir romanından dolayı memuriyetten atılır. İstanbul’a gelerek gazeteciliğe başlar. Tan Gazetesi baskınından sonra işsiz kalır.
1946-47 arasında Marko Paşa gazetesini çıkarır. Tiraj 60 bine ulaşınca hükümet korkar. İsmindeki ‘Paşa’ ile Millî Şef İsmet İnönü’yü alaya aldığı gerekçesiyle kapatılır. Ardından “7/8 Hasan Paşa”yı çıkarırlar, onun da akıbeti farklı olmaz. Sonra Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Öküz Paşa adıyla tekrar tekrar çıkarmaya devam ederler.
Gazeteler defalarca toplatılır ve kapatılmaktan kurtulamaz! Sabahattin Ali’nin gazetelerde çıkan muhalif yazılarından dolayı hakkında davalar açılır ve Ali üç ay hapis yatar. Baskılardan bunalmıştır. Hakkında beş dava daha vardır. Yurtdışına kaçmaya karar verir. İçinde bulunduğu ruh hâlini “Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?” diye anlatacaktır.
1948 yılında Paşakapısı Cezaevi’nden çıktıktan sonra işsiz kalır. Hiçbir yerde çalışmasına izin verilmez. Kayıplara karışır. Aylarca haber alınamaz. Cesedi 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırında bulunur. Kafasına kurşun sıkılarak öldürüldüğü anlaşılır. Katilin istihbaratla ilişkisi olduğu ortaya çıkar, katil afla salıverilir ve cinayet örtülür.
Peki, Marko Paşa hangi baskılarla karşı karşıya kalmış ve kapatılmıştı?
4 Aralık 1945’te tek parti âdeta çıldırmıştır! Muhalif sesler kısılacaktır. Muhalefetin etkili sesi Tan Gazetesi’ne bir grup çapulcu baskın düzenler. Gazetenin matbaası tahrip edilir ve yakılır. Saldırganlara dokunulmazken gazetenin yazarları Zekeriya ve Sabiha Sertel cezaevine atılır. Aynı saldırgan grup Görüş Dergisi’ni de tahrip eder. Yürüyüş, Yurt ve Dünya, Küllük dergileri soruşturmaya uğrar ve kapatılır. Tan Matbaası’nda basılan Sebahattin Ali’nin Yeni Dünya gazetesi yayın hayatına son vermek zorunda kalır.
Sabahattin Ali ve Aziz Nesin, 1946 yılında ortaklaşa haftalık magazin ağırlıklı “Marko Paşa” gazetesini çıkarırlar. Gazete kısa sürede muhalefetin sesi olur. Ancak Marko Paşa’yı ve kadrosunu da büyük baskılar beklemektedir.
Tan Matbaası’nın yıktırılmasından sonra gazeteyi basacak matbaa bulamazlar. Herkesin gözü korkmuştur. Hükümet yanlısı gazetelerden Marko Paşa’ya sürekli saldırılıyordur. Birçok şehirde gazete aleyhine mitingler yaptırılır, miting resimleri gazetelere konur. Aziz Nesin, “Gazeteye her gün iki-üç korkutma mektubu geliyordu. İçlerinde sehpa, tabanca, bıçak resimleri olan bu mektuplarda bizi öldüreceklerinden, asıp biçeceklerinden söz ediyorlardı.” diyor.
Polis, gazete ve yazarların evlerine baskınlar düzenler. Sorgusuz sualsiz emniyete götürülürler. Ardı ardına ‘casusluk, vatan hainliği’ davaları açılır. Milletvekili Cemil Sait Barlas, kürsüden “Marko Paşa’nın kökü dışarıdadır.” der. Gazeteye hırsız girer, yazı işleri içeriden ele geçirilir. Gazete sahiplerine küfürler, hakaretler ettirilir. İktidara yanaştırılan gazetenin tirajı bine düşer! Gazete kapatılır…
Aziz Nesin, “Marko Paşa meselesi” yazısında baskıları özetle şöyle anlatır:
BARLAS’TAN KÜRSÜDE İFTİRA
Marko Paşa aleyhine ilk dava Falih Rıfkı tarafından açıldı. Davayı kaybettik. Marko Paşa karşıtı yayın ve gösteriler durmaksızın sürüyordu. İki kez gazetenin adı Büyük Millet Meclisi’nde geçti. Bunlardan birinde, Cemil Sait Barlas, kürsüden “Marko Paşa’nın kökü dışarıdadır!” dedi. Bu sözler bizi son derecede sinirlendirdi. Dokunulmazlığının arkasına gizlenen ve Meclis kürsüsünden söylediği sözlerden sorumlu olmayan Cemil Sait Barlas’ı mahkemeye de veremiyorduk. O zaman Sabahattin Ali, “Cemil Sait Barlas’ın bütün arkadaşları bakan oldu, o olamadı. Bütün bunları bakan olmak için yapıyor.” demişti. Sonradan gerçekten Barlas da bakan oldu. Barlas’a karşı duyulan acı duyguyla, Topunuzun Köküne Kibrit Suyu başlıklı yazı yazıldı. Gerçekten bu yazıda yalnız Barlas’ı ve onun gibi sakat düşünenleri kastetmiştik. Ama bu yazıdan dolayı açılan davada, yazı, milletvekillerinin ‘heyet-i umumiyesine şamil’ görülerek, Sabahattin Ali üç aya mahkûm edildi.
KÜFÜRLER, İFTİRALAR VE TEHDİTLER
İstanbul, Ankara ve taşra gazete ve dergileri aleyhimize doludizgin hakaretle doluydu. Önce bunlara aldırış etmedik. Fakat işi o kadar azıttılar ki, yaptıkları eleştiri, hiciv değildi. Düpedüz küfür ve iftiraydı. Hele taşra gazete ve dergilerinden bir kısmı, utanmadan yabancı ajanı olduğumuzu, yabancılardan para aldığımızı, yabancı emellerine hizmet ettiğimizi söylüyor, hamalları utandıracak şekilde küfür ediyorlardı. Genellikle bunlara yanıt veremiyorduk, mahkemeye de veremeyecektik. Fakat aleyhimize açılan davalara bir yanıt olarak bunlardan bir bölümünü mahkemeye vermek üzere, Basın Savcılığı’na başvurduk. Açtığımız davaları reddetti. Bu yazılarda hakaret görmedi.
SEN MİSİN VATANI SATACAK OLAN!
İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir, odasına girer girmez, ‘Sen misin Aziz Nesin?’ diye sordu. Açık bulunan ceketimin önünü ilikleyerek Ahmet Demir’e yaklaştım ve “Evet, benim!” dedim. Söz ağzımdan çıkar çıkmaz yüzümde müthiş bir şamar şakladı. Ne olduğumu, neye uğradığımı şaşırdım. Bu tokadın arkasından Ahmet Demir, “Ulan it, sen misin o, vatanı satacak olan!” diye bağırdı. Ne oluyorduk, ne satıyorduk, kime satıyorduk? Ondan sonra sille, tokat, tekme girişti... Kolu mu yoruldu, sakinleşti mi bilmiyorum, yaşamımda duymadığım küfürleri de savurduktan sonra, ‘Götürün!’ diye bağırdı. Tam on yedi gün, bu ve daha ağır koşullar altında kaldım. Altı gün ne ekmek ne su verdiler. Bugün bile niçin tuttukladıklarını bilmiyorum, sanırım onlar da bilmiyor... O tarihten sonra iflah olmadım. Sürekli takip, baskı, şiddet, mahkeme, hapis, sürgün... Bu anlattığım ünlü 16 Aralık tevkifatıdır ki, 200 kişi kadardık. Oradan saç sakal birbirine karışmış çıktım. Herkes bana bakıyordu. Hemen bir arabaya atlayıp yönetimevine geldim. Bütün arkadaşlar oradaydı, kucaklaştım. O anda bütün acılar unutuluverdi. Hemen gazeteyi çıkarmalıydık. Arkadaşlara yapılacak işleri anlattım. Yanıma para aldım. Aynı arabayla eve gittim. Evde ancak bir saat kadar oturdum oturmadım, yönetimevine dönüp yazıları yazmaya başladım.
FOTOKOPİ İLE GAZETE ÇOĞALTTIK
Bir sıra geldi ki artık basacak matbaa da bulamadık. Bir yerde ne yapacağım diye düşünürken, eski bir gazeteci olan bir kişi, “Şapiroğraf makinesi alın, onda basıp dağıtın” dedi. Hemen bir çoğaltma makinesi aldık. Bu yolla ancak 20 bin gazete çıkardık. Başka şekilde başa çıkamayacaklarını anlayanlar, bu kez gazete satan çocukları toplayıp karakollara, müdürlüklere götürmeye başladılar. Ankara’da gazetemizi satan çocukları Emniyet Müdürlüğü’ne götürüp esnaf belgesi sordular, sanki bütün bu çocukların şimdiye kadar esnaf belgesi varmış, şimdiye kadar sorulmuşmuş gibi. Ayakları çıplak, küçük gazeteci çocukların bazı yerlerde parmak izleri bile alındı. Taşra dağıtımcıları karakollara götürülüp bazen bir-iki gün nedensiz yere alıkonuldu. Taşrada bize karşı gösteriler düzenlettiler. Adana ilinde işçilere, gazetemizi alıp yırtmaları için Halk Partisi’nce para dağıtıldı.
KENDİ GAZETEM, KENDİ ALEYHİMDE
Son zamanlarda çıkmakta olan Malûm Paşa gazetesini dışarıdan getirtebiliyordum. Bir sabah gazete geldi, bir de baktım ki Malûm Paşa, yani benim gazetem baştan aşağı bana ve Sabahattin Ali’ye küfürlerle dolu! Gözlerime inanamadım, bir daha okudum. İşin şaka, gülmece yanı yok, düpedüz ‘Namussuzlar, vatan hainleri’ diye küfür ediyordu. Üstelik bu küfürlerden başka yazılar da yine benim yazılarımdı. Ne olduğumu anlayamadım. Ondan sonra çıkan sayıda her şey anlaşılıyordu. Biz Marko Paşacılar vatan haini, yabancı ajanıymışız. Hâlâ bu gazete benim yazılarımla çıkıyordu. O günlerde, eli kolu bağlı, hapishanede neler çektiğimi anlatamam. Benim yazılarım bir süre sonra elbet bitecekti. O zaman nasıl olsa gazetenin satışı düşecekti. Gerçekten böyle de oldu, yetmiş bin satan Marko Paşa’nın satışı Orhan Erkip’in elinde bine kadar düşmüş ve gazete kapanmak zorunda kalmıştı.
GAZETEYİ ÇALIYORLAR
Malûm Paşa’nın dördüncü sayısı piyasaya çıkmış. Beşinci sayısını hazırlamışlar. Akşam yönetimevinden arkadaşlar ayrılmışlar. Ertesi sabah yönetimevi olarak kullanılan apartmana geldikleri zaman kapıyı açık bulmuşlar. İçeri girince, masaların gözleri kırıkmış. Evraka bakmışlar, hiçbiri yok. Dağıtımcı defterleri, abone ve hesap defterleri, benim tomarla yazım ve birtakım eşya çalınmış! (AKSİYON DERGİSİ, İDRİS GÜRSOY, 16 KASIM 2015)