13 Mayıs 2016 Cuma

Türkçüler de 'hükümete darbe' suçlaması ile karşılaştılar

30 NİSAN 2016. YENİ HAYAT'TAKİ YAZIM
3 Mayıs’ta Türkçülük Günü kutlanacak. Bu tarih, aynı zamanda siyasi bir iktidar, politikalarında keskin dönüşler yaparsa buna karşı çıkanların başına neler gelir, onun ibretli öyküsünü barındırıyor.
Türkçü görüşleri ile bilinen Nihal Atsız (1905-1975), Orhun Dergisi’nde 1 Mart 1944 ve 1 Nisan 1944’te iki açık mektup kaleme almış ve iktidarı, komünistlere karşı mücadele etmediği için eleştirmişti. Dergi derhal toplatıldı. Yazar Sebahattin Ali’ye, Atsız hakkında hakaret davası açtırıldı. 26 Nisan’da duruşma salonu ve koridorlar gençler tarafından doldurulmuştu. İfadelerin alınmasından sonra duruşma 3 Mayıs’a ertelendi. O gün Ankara çok gergindi. Reha Oğuz Türkkan’ın organize ettiği öğrenciler, mahkemeden sonra Ulus’a doğru yürüyüşe geçti; Meclis, bakanlık ve başbakanlık önünde hükümet protesto edildi.
Tek parti iktidarı, ilk defa karşılaştığı bu demokratik eyleme çok sert tepki gösterdi. Polisin müdahalesi ile kalabalıklar dağıtıldı. Çok sayıda insan gözaltına alındı. Ama asıl dalga sonra gelecekti. Olaylar vesile edilerek Türk milliyetçilerinin önde gelenleri tutuklandı. Ülkede tam bir devlet terörü estirilecekti.
1944-45 Türkiye’sinde tek parti rejimi vardı. İsmet İnönü, ülkeyi demir bir yumrukla yönetiyordu. II. Dünya Savaşı’nın sonuna gelinmişti. Ankara, Almanların müttefiklere karşı muzaffer olacağını düşünüyordu. Ancak Almanya’nın savaşı kaybetmesi sonrası rüzgâr Hitler’in aleyhine döndü. Nitekim o güne kadar devlet nezdinde kabul gören ‘Nasyonal sosyalizm’e yakın fikirler bir anda “tehlike” olarak sayılmaya başlandı. Birkaç yıl önce devlet büyüklerinin dillendirdiği cümleler, milliyetçi görüşleri savunanların suçlu kabul edilmesi için delil sayıldı!
kpr
‘Vatana ihanet’ suçlaması
İktidarın elinde, 47 kişiden oluşan bir “fişleme listesi” vardı. Sulh cezalar gibi özel bir mahkeme kurulmadı ancak dava sıkıyönetim olan İstanbul’da açıldı! Milliyetçi aydınların bir terörist gibi evleri, iş yerleri arandı. Kitaplarına ve mektuplarına el konuldu.  Aylar boyunca hücrelerde tutuldular.  Önceden hazırlanan ifade tutanaklarını imzalamaları istendi. O metinlerde, ‘Hükümet darbesi yapacak gizli bir örgüt kurdukları, bu yolda çalışmak için ant içtikleri vs’ yazıyordu. Ancak ülkenin çeşitli yerlerinden getirilen çeşitli meslek gruplarından insanların bu örgütü nasıl ve nerede kurdukları, hangi eylemlere imza attıkları ile ilgili bir kanıt konamıyordu. Önceden yazılmış ifadeyi imzalamayanlar ‘tabutluk’ denilen yerlerde korkunç işkencelerden geçirildi. Aralarında üniversite profesörü, öğretmen, subay, doktor ve üniversite öğrencileri bulunan 34 kişi, nihayet 7 Eylül 1944 günü yargı karşısına çıkarıldı.
Ne ilginçtir ki bugün bazı savcıların muhalifleri susturmak için kaleme aldıkları ‘hükümeti devirmeye teşebbüs’ gibi suçlamalar o gün Türkçü görüşleri savununlar için de yapılmıştı. ‘Turancılık Davası’ iddianamesinde sanıklar; “Irkçılık, Turancılık gayesiyle gizli cemiyet kurarak, millete ve vatana karşı hıyanet hareketine teşebbüs etmekle” suçlanıyordu. Davanın hâkim ve savcısı ise devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ydü. Milli Şef’in kurbanlarını işaret ettiği 19 Mayıs nutkundan bir bölümü okuyalım, bakalım size kimi hatırlatacak bu sözler:
“Turancılar, Türk milletini bütün komşuları ile onarılmaz bir surette derhal düşman yapmak için bire bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar genç çocukları ve saf vatandaşları, aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.”
Hepsi beraat etti
Mahkemeler başladığında hukuksuzluklar bir bir ortaya döküldü. Sanıklar, kendilerine atfedilen suçlamaları çürüttü. Haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlandı. Reha Oğuz Türkkan ve Alpaslan Türkeş’in de aralarında bulunduğu 13 kişi beraat etti. 10 kişi, çeşitli cezalara çarptırıldı. Yüksek Askeri Temyiz, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nin mahkûmiyet kararını hem esastan hem de usul bakımından bozdu. Nisan 1947 tarihinde açıklanan nihai kararda, suçlu görülenlerin tamamı beraat etti.
Gelelim günümüze; “Siyasal İslamcıların” 14 senelik iktidarlarının son döneminde, Tek Parti’nin bu bildik baskı araçlarını kullanarak muhaliflerini yok etmeye çalışması, kendileri için acınacak bir durum. Ve peki bir sonuç verir mi? İsterseniz Türkçülük davası aktörlerinin akıbetini hatırlatarak noktalayalım…
Davanın savcısı Kazım Alöç, işkenceden geçirdiği kişilerin açtığı davalarla boğuşmak zorunda kaldı. Hasan Ali Yücel, 1944 sonrası kurulan hükümette görev alamadı. Sebahattin Ali, İnönü’yü eleştiren Marko Paşa dergisini çıkardığı için cezaevine girdi. Yurtdışına kaçarken öldürüldü. Şükrü Saraçoğlu, bir sonraki dönem başbakan seçilemedi. Ankara Valisi Nevzat Tandoğan intihar etti. İsmet İnönü, dava sonrası girdiği ilk serbest seçimi kaybetti. 1950’de iktidardan oldu. Türkçülük davasının suçlu ilan edip işkenceden geçirdiği isimler arasından ise, yazarlar, mütefekkirler, bilim adamları,  milletvekilleri ve parti başkanları çıktı. Türkçülük haftası 1954’den bu yana kutlanıyor.

TÜRKEŞ TABUTLUKLARI ANLATIYOR
Türkiye Turancılık davası sırasında ‘tabutluklar’ adını duydu. O tarihte üsteğmen olan Alparslan Türkeş, cezaevinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“ Tabutluk adıyla anılan veya savcı Kazım Alöç ve Ahmet Demir tarafından ‘mutena hücre’ diye ifade edilen yer, yarım metrekarelik bir yerdir. Nihayet 40 santimetre genişliğinde, 50 santimetre uzunluğunda ve 2,5 metre yüksekliğinde beton duvar içerisinde açılmış oyuklardır. Bu beton oyukların duvarlarından içeriye sokulanları belinden ve kollarından duvara bağlamak için demir prangalar vurulmaktadır. Ayrıca oyuğun tepesine üç adet beşer yüz mumluk ampul konulmuştur. İçeriye kapatılan insan demir prangalarla belinden ve kolundan duvara bağlanıp 24 saat, 48 saat hatta daha fazla aç susuz bırakılırdı. Bazı sanıkların tabii ihtiyacı için dahi kapı açılmaz ve büsbütün perişan duruma düşmeleri sağlanırdı. Buna diri diri fırına sokulma denmez de ne denir?”

Hiç yorum yok: