Dinç Bilgin, “Basın, Genelkurmay’ı, yarı ilahi bir makam gibi görüyordu. Medya, 4. güç olmanın ötesine geçti.” diyor. 28 Şubat’ın sivil ayaklarına dikkat çekerek “Yine darbe yapabilirler.” uyarısında bulunuyor.
Ünlü medya patronlarından Dinç Bilgin, televizyon ve gazetesini kaybetti, yargılanıyor. Adliyeden ayağının tozu ile geldiği Sarıyer’deki (kızına ait) Boğaz manzaralı bir villada, sadece 28 Şubat sürecini değil, yakın siyasi tarihimizde medya-iktidar ve özellikle de asker-medya ilişkilerini konuştuk. Canı yanmış ancak çok da can yakmış bir medya patronu olarak sorularımıza mümkün olduğunca açık cevaplar vermeye çalışıyor. Bazı cevapları ‘off the record’ oluyor. Bilgin, “Basın, Genelkurmay’ı, yarı ilahi bir makam gibi görüyordu. Medya dördüncü güç olmanın ötesine geçti.” diyor. 28 Şubat’ın sivil ayaklarına dikkat çekip “Ellerinden gelse yine darbe yaparlar.” uyarısında bulunmayı ihmal etmiyor. Fethullah Gülen’i hedef alan kaset olayında, ATV’nin kritik noktalarının ele geçirildiği itirafında bulunuyor.
1940 doğumlu Bilgin’in İzmir’de Yeni Asır’da başlayan gazeteciliği, İstanbul’da Sabah’la zirveye ulaşıp 28 Şubat 1997 sürecinde noktalanıyor. Yarım asrı geçen meslek hayatında olağanüstü dönemlerin hem tanığı hem de içinde olan Bilgin, 28 Şubat’ın basın aktörlerinden de biriydi. Turgut Özal’la Sedat Simavi’nin büyük kavgasının canlı tanığı oldu. İşte Bilgin’in ağzından bir dönem içinde olduğu Türk basınının demokrasi sicili…
-Türkiye’de basın kaçıncı kuvvet? Erol Simavi, Turgut Özal’a mektup yazıyor. ‘Basın birinci kuvvet’ diyor?
Gazeteyi satmaya karar vermiş. Öyle farz ediyor kendisini.
-Farz ediyor mu, öyle mi?
İnsafla bakıp söyleyeyim size. Nasıl Sovyetler Birliği’nde troyka, yani rejimin üç ayağı Kızılordu, KGB ve partidir. Türkiye’de de işte asker, yargı var, üçüncü ayak olmaya da basın heveslendi.
-Siz de heveslendiniz mi?
Benim öyle hiç meraklarım olmadı. Ankara’ya hiç gitmedim. Hiçbir bakanla konuşmadım, hiçbir bürokratla temasım olmadı. Ama gazete çalışanları için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Onlar merak saldılar. Tansu Hanım (Çiller) telefon açıyor Zafer’e (Mutlu), Zafer mest veya Mesut Yılmaz telefon açıyor Ertuğrul’a (Özkök), Ertuğrul mest. Özel haber alıyor ama önemli insan olmak hikâyesi var ya… Medya, dördüncü güç olmanın ötesine geçti, çok sorumsuz hâle geldi gazeteciler. Her şeyin ayarı kaçtı, basın da laçka oldu, laçkalığa yardım etti. Enerji şirketleri özelleştirilecek, bakıyorsun, bütün medya patronları ihaleleri aldılar. Sanki Türkiye paylaşılıyor ve kendilerine güç vehmeden medya patronları da ondan pay alıyorlar ama pay almakta da kendilerini bir yerde haklı görüyorlar. Böyle garip bir Türkiye oldu.
-Kendinizi hiç sorguluyor musunuz 28 Şubat süreciyle ilgili olarak?
Evet, gerektiği kadar demokrat olamadık. Rekabet dönemi vardı. Onların partisi, bunların partisi… O işten hiç hoşnut değildim. Yılmaz’a ulaşmaya çalıştım ama yapamadım. Bizdeki politikacılar da politikacı değil. 28 Şubat öncesi üçlü bir sonuç çıktı. O tarihte gazetecilerin genetiğinde de Refah radikal bir unsur, tu kaka! İşte hükümet kurabilecek partiler Refah dışındakiler. İşlemiş kafalara bu.
-Askere neden boyun eğiliyor kolayca?
Mesela, Adnan Bey’in (Menderes) yanında gezdirdiği evlatlığı Etem Menderes, adama ihanet edebiliyor. Çünkü korkuyor, askerler var, ‘Onlar daha güçlü’ diyor. Güce tapınma hikâyesi. Rahmetli Adnan Bey’in akrabasını asmışlar İstiklal Mahkemelerinde. Kan var işin içinde, silah var.
-Sadece baskı ile açıklanabilir mi?
Politikacı olmak için bir yerde askerle veya cuntacı ile temasın olması gerekiyor. Gücün yanında yer aldığın zaman bir adım öne çıkıyorsun. Türkiye’deki fenalık o. Bazı gazeteciler için genel geçer bir durum bu. Bir devir de tamamı için geçerli.
-Sabah da aynı genel geçer durum içinde miydi?
Biz gazeteciliği daha profesyonel olarak ele aldık. Zafer (Mutlu), “Biz buraya dükkân kurduk, para kazanmaya çalışıyoruz.” dedi. Doğruydu ama başına iş açtı. Öbür türlüsü ne? Biz para kazanmaya bakmıyoruz, hükümet kurmaya, düşürmeye bakacağız. Gazete çıkarma işi profesyonel bir iş. Bunu iş almazsan çok tehlikelidir. Şimdiki Türkiye’nin hâli… Bunu iş olarak ele alan çok az. Sistem kendi içinde fon oluşturmadığı için başkalarının eline bakıyorlar. Sabah, ilk çıkışında çok güçlüydü. Banka işine bulaştım, birden devlet benim başıma bulaştı. Gazeteyi yapan adamlar başka iş yapmayacaklar, tek işleri gazetecilik olacak.
-Bu işlere karışan askerler tutuklanıyor.
Onlarınki ayrı konu, onların üzerine gidilmesi lazım. Çünkü ellerinde silah var. Sizle ben konuşuyoruz ama burada tabancam olsa benimle rahat konuşamazsınız. Milletin verdiği silahı gözünü kırpmadan millete çevirecek adamların mutlaka cezalandırılması lazım. Ne derseniz deyin, ibret için cezalandırılması lazım.
-Kasetler çıkıyor, bazı rütbeliler “Cezaevinden çıkar çıkmaz çocuklarına kadar hesap soracağız.” diyor. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İmkân olsa Türkiye’de darbe yaparlar. Ama öyle bir ortam yok, yaparlarsa başlarına kötü şeyler geleceğini gördükleri için yapmazlar zannediyorum. Bundan sonra cinayet işlenmeyecek mi? İşlenecek ama cinayete, cinayet diyeceğiz artık. 27 Mayıs bir cinayet değil mi? Cinayet ama bunu söyleyemiyorduk, eskiden bayram diye kutluyorduk yav! Nereden nereye geldik?
-Ya gazeteciler…
Eskiden askerle gazetelerin ilişkisi Ankara büroları üzerinden kurulurdu. Bazı gazeteciler bu işten hoşlanıyordu ve palavrasını da yapıyordu. Bir temsilci, Ankara’da lokantada kafa çekiyor. Patronu “Neredesin? Sana ulaşamadım.” deyince “Şimdi Genelkurmay’dan çıktım.” diyor.
-Siz Genelkurmay’a gitmediniz mi?
Bir kere... Çevik Bir yemeğe çağırdı. Kapılarda karşılandık. Erol Özkasnak’la Çevik Bir geldi. Yazarlardan şikâyet ettiler. Çetin Altan’ın yazılarıydı konu. Ben de “Çetin Altan, Türkiye’deki az sayıdaki entelektüelden biridir.” dedim. Sinirlendiler. Dosyalar getirildi. Hürriyet Grubu… Yazar yazmış… Altında Genelkurmay’ın notu. Dinç Grubu demiş, işte not düşmüş. “Bu nedir?” dedim. Özkasnak, “Bunu kor ve üstü generallere servis yaparız.” dedi. “Bizim ordunun kor ve orgeneralleri böyle mi okur gazeteyi?” diye tepki gösterdim. “Nasıl okusunlar?” dedi. “Gazeteyi böyle alırsın (eliyle gösteriyor), açarsın, keyifle okursun. Bizim orgeneraller okuduklarını anlamaktan aciz adamlar mı ki arkasına yazıyorsunuz?” dedim. Onun üzerine Çevik Bir, “Türk ordusu, Türk milletini, devletini kuran ordu falan…” diye söze girdi. Yemek için salona geçtik. Allah’tan Erol Özkasnak gelmedi. Yemekte de Kürt meselesi konuşuldu. Kürtler şımartılırsa iyi olmayacağını söyledi Bir.
-Genelkurmay’da kavga ediyorsunuz ama kendi meslektaşlarınız olan Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’ı andıçladınız.
Doğrusunu anlatayım. Birand televizyon programı yapıyor, Sabah’a da arada sırada yazıyordu. Bizim kadrolu elemanımız değildi. Çandar’ın işine andıç yüzünden son verdiğimiz doğru değil. Andıca inanmadık. Birkaç gün yazısını kestik, sonra devam etti. Çandar’a tehditler gelmeye başladı. Akın Birdal’ı da vurdular. Onun üzerine Çandar’ı Amerika’ya gönderdik, bir sene baktık. Cengiz’in Sabah’tan ayrılışı, hapse düştüğüm sırada oldu. Nazlı Ilıcak andıç belgelerine ulaştı. Çandar da bir yazı yazmak istemiş, o yazıyı koymamışlar. Yazıyı koymayan bizim Erdal Şafak, işin ironik yanı da bu.
-Andıcın yayımlanması Türk medyası için bir facia değil mi?
Facia tabii. Biz yurtdışındaydık, Fransa’da tatilde. Zafer Mutlu da benim yanımda. Telefonla bildirdiler, sürekli telefonlar gelmeye başladı. Zafer’e “Aç Ertuğrul’a söyle, böyle bir şeyi yayımlamasınlar.” dedim. Zafer açtı Ertuğrul’a “Yayımlamayın.” dedi. O da “Tamam.” dedi. Öğle saatleri, yine dünyevi dertlerimizden uzak, yemekteyiz. Arkasından Zafer’e bir telefon; Ertuğrul, “Biz yayımlayacağız.” dedi. Ben “Aydın Doğan’ı bağlatın.” dedim, bağlatmadılar.
-İlk defa Kanal D’de yayımlıyor.
Türkiye garip bir ülke. Gazeteci milletinin en aşağılık şantajcısı, dürüstlük sembolü olarak görülüyor. Bazı gazeteciler bütün hayatı boyunca haber yapmama parası aldı ondan bundan. Haber yapma değil, yapmama parası! Böyle bir ülke Türkiye. Sonra başyazarları “Hainleri tanıyalım” diye yazı yazdı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nden milletvekili oldu, gitti.
-Siz söylüyorsunuz üç ayak var: Asker, yargı ve medya... Askere soruluyor, diğer ayaklara da soruşturma uzanmalı mı?
En önemlisi yargı ayağı. Gazetecilere bulaştırmadan, meslektaşlarımı yine koruyayım, yargı ayağına da bakmak lazım. Davaları açan savcı Savaş Vural, 367 sersemliğini çıkaran Sabih Kanadoğlu, bunlardan hesap sorulmalı.
-Bazıları ‘Cadı avı olmasın’ diyor. 28 Şubat bir cadı avı değil miydi?
Her devirde olmuş bu iş. Düşünün Türkiye’nin en önemli hukuk profesörü, genetik olarak faşist, askerci. Zavallı Menderes, Demirel ne yapacak bunlara? Şapkasını aldı, gitti.
-Ama 28 Nisan’da 27 Nisan’a cevap verildi.
Evet, bir öğle yemeğindeydim. Cemil Çiçek konuşurken, “Bu adam ne diyor?” diye sesler yükseldi. Böyle bir şeyi doğal görmüyorlardı.
-28 Şubat’ta bu işin karşılığı ne oldu, medya açısından?
Maddi tarafı için bir şey diyemem ama gücün yanında olmazsan fena olur ha! O tehdit olmuştur. Bir de samimiyetimle söyleyeyim, Refah’la Tansu Hanım’ın koalisyon yapması büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Bütün dünyada da bu böyleydi. Zamanın ruhu farklıydı. Batı’da da soru işareti vardı. Tansu Hanım bizi kandırdı. Bilderberg toplantısındaydım o dönemde. 1996 veya 97... Konu Türkiye idi. Bütün önemli adamlar orada. Hillary Clinton, başkanın temsilcisi, Hollanda Kraliçesi… Türkiye nereye gidiyor? Kaygılar dile getirildi. Clinton’la oturduk. Selahattin Beyazıt, Clinton’a birden “Tansu senin arkadaşın.” dedi. Clinton döndü, “Benim arkadaşım değil.” dedi, aldatılmış havasında.
-Refah-Yol’un ekonomi politikaları iş dünyasını rahatsız etti mi?
Onlar abuk sabuk şeylerdi.
-Ama en azından yürüyen bir çarka çomak sokmadı mı?
Yürüyen devasa bir çarka soktuğu bir çıta. Ama öngörülmeyen biri olmanın riskleri var Türkiye’de. Onları ülkeye taşıttırıyorlardı. Bunun sonucu postmodern darbe mi olmalıydı? Asla olmamalıydı. Askerler işin dışında kalmalıydı. Askerî müdahaleyle değil, seçimle gitseydi muhteşem bir ülke olurduk.
-‘Türk basınının genlerinde darbecilik vardır’ sözünü siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne zaman bu genlerle oynandı?
Darbecilik değil de güçlünün yanında olma işi. Yani gerçek güç askerde zannediliyor, askerî ve sivil bürokraside... Bizim ülkemizde atanmışlar hep önde seçilmişlere göre. En büyük gürültü milletvekili maaşlarında çıkar, yüksek bürokrasinin maaşları ile kimse uğraşmaz. Öyle bir refleks mevcut. Ama bu yavaş yavaş geçiyor Türkiye’de…
-İstanbul’a geldiğinizde ‘Hep sol görüşte gazetecilerle çalışmak zorunda kaldım’ diyorsunuz. Bu, Sabah’ın çizgisini nasıl etkiledi?
Seçme şansım yoktu. Hepsi 68 kuşağı, çok zordu tabii. O tarihte ülkenin az sayıdaki okumuşu kendini milletten daha önde ve daha imtiyazlı sayıyordu. Cumhuriyet’in meşhur “Halk sahile hücum edince vatandaş denize giremedi.” dediği durum vardı. 27 Mayıs’tan bu yana bu çizgi var ve devam ediyor.
-Yalan haberler nasıl kolayca yayımlanabiliyor?
Dejenformasyon var ama gazeteci milletinin özensizliği ve drama peşinde koşması da söz konusu. O tarihte haber kanalları fazla değil. Gazeteciler inanmak istediğine inanıyor, şimdi de öyle ya, ideolojik olarak taraf. Bir de DP’ye vurmanın riski sıfır. Asıl korkunçluğu orada işte.
-‘Kıyma makinaları’ yalanı, Millî Birlik Komitesi (MBK) bildirisinde yer alıyor.
Evet, tam öyle… O tarihteki gelenek uzun seneler sürdü maalesef. Bunlar bir tür dezenformasyon yaparak toplumu manipüle ederek insanların kafalarına bir fon çekmeyi bir metot, askerî bir metot olarak gördüler. KGB’nin yalan haber verme servisi var ya, bizde de aynısını yapma merakı.
-Ben bir gazeteciye sordum: “Siz iyi bir gazetecisiniz. Önünüze gelen bu haberi nasıl yayımladınız? Çifte kontrol neden yapmadınız? Hani cesetlerin fotoğrafı?” Aynı soruyu Uğur Dündar’a da andıçla ilgili sordular? Cevapları aynı: “Genelkurmay’dan geldi, yayımladık.”
Yarı ilahi bir makam olarak görülüyordu Genelkurmay. Maalesef öyle. Sonra daha korkunç şeyler oldu. Menderes ve arkadaşlarını idam ettiler, sonra idam fotoğraflarını sattılar. Hürriyet, en büyük parayı verdi ve bastı o fotoğrafları utanmadan. Böyle bir şeyi düşünebiliyor musunuz?
-Peki, bunu sorgulamak gerekmiyor mu? Adnan Menderes’in idamı bir cinayet. Bunda gazetecilerin sorumluluğu yok mu?
Askerlerin sorumluluğu derseniz daha doğru, şimdi basın da sorgulanıyor. İşte sorguluyoruz. Tarihe bakın, bir sürü haksızlık, yalan, hep böyle olmuş. Hürriyet’e Erol Simavi, Millî Birlikçi Orhan Erkanlı’yı genel müdür tayin ediyor. Kendisini güçlü farz ediyor onun yanında. Erkanlı, Yassıada komutanının hatıratını yayımlamaya başladı, reklam yapıp. Basın tarihinin bana göre en yüz kızartıcı olayıydı. Hürriyet’in satışı 200 bine düştü, yarı yarıya. Yani müthiş bir tepki aldı. Simavi onun üzerine gazeteyi teslim etmek zorunda kaldı abisine, o da geldi Erkanlı’yı kovdu. Bu tür rezaletler hep oldu. Türk demokrasisinin şanlı bayraktarlığını basın falan yapmadı doğrusunu söylemek gerekirse.
-Bu darbeci damar devam ediyor.
O, huyla ilgili. Halk Partili ise o huy çıkmıyor. Halk Partisi de iflah olmuyor maalesef.
-27 Mayıs sonrası nasıl planlandı?
27 Mayıs’tan sonraki müesseselerle ve seçimle iktidar olmaktan umudunu kesen Halk Partisi vasıtası ile inanılmaz bir askerî-sivil bürokrasi hâkimiyeti kurdular. 27 Mayıs anayasası onu getirdi. Her darbe teşebbüsü bu yapıyı daha da perçinledi.
-Erol Simavi, Oktay Ekşi, Orhan Birgit ve Altan Öymen gibi bazı isimler askerliğini hep Ankara’da, Genelkurmay’da yapıyorlar. Tesadüf mü?
Ülkenin kreması denilen takım, rahat askerlik yapmak için Genelkurmay’la yakın olma merakındalar. 55-60 arasındaki dünyaya baktığınız zaman da SSCB’deki yazarlar, gazeteciler hepsi hain miydi, değildi. Rejimle işbirliği içinde olma mecburiyetinde hissettiler kendilerini. Olmasalar da hapishaneye atılacaklardı. O faşist rejim insanları o şekilde eviriyor. Diktatörlüklerde bütün gazeteler diktatörün, bütün gazeteler onun için çalışıyor. Türkiye’de de öyleydi iş.
-Hürriyet’e neden devletin gazetesi deniyor?
Öyle görünmekten hoşlanıyorlar. Devletten özel haberleri ilk alan gazete hep o olurdu.
ATV’de ve diğer televizyonlarda yayımlandı. O tip kasetler veya ordudan bir bildiri geldiği zaman Ali Kırca’nın böyle sesi değişir, ekranda yazılar geçer, ben ona illet olduğum için gürültü patırtı ederdim. Ancak gürültü patırtı edebilirdim. Haberin başında o zaman Ayşenur Aslan vardı. Belli, kilit noktaları tutmuş vaziyetteler. Kasetler geliyordu. Yalan falan olduğunu fark etmedim onların. Gerçek olduğuna inandım.
-Rahatsız olduysanız neden engellemediniz peki?
Kasetlerden yayımlanınca haberim oldu. Patronluğumun şekli değişmişti. Gazeteler endüstri kuruluşu hâline geldiler. Zamanımın yarısını yurtdışında geçiriyordum. Haber toplantısına falan girdiğim yoktu.
-Sizden sonra kimdi bir numara?
Gazetede Zafer Mutlu, televizyonda Ayşenur Arslan’dı.
-Hiç sormadınız mı bunlar nereden geliyor? Çünkü karşıda da yargısız infaz yapılan bir kişi var.
Bakın şimdi, bugün Suriye’de Beşşar Esed ile ilgili haberlerde aşırı şeyler de olsa ‘Acaba’ deme içgüdüsü var mı? Yok! Çünkü o ‘tu kaka’ edilebilir kişi. O günlerde Refah için durum böyleydi.
-Gülen için…
Evet, onun için de öyleydi.
-Sabah’ta bir manşet hatırlıyorum: “Öcalan’dan sonra İmralı’ya Gülen gidecek.” Nasıl atılıyordu manşetler?
O günler işin zıvanadan çıktığı günlerdi. Genel teamül öyleydi. ATV, Show, Hürriyet, Sabah hepsinde çıkıyordu.
-Neden siz dur demediniz?
Demokrat olamadık, yapamadık, beceremedik işte.
-BÇG (Batı Çalışma Grubu) ismini ne zaman duydunuz?
Valla son senelere kadar farkında değildim.
-Dezenformasyonun kaynağını merak etmediniz mi?
İşi yapanlar aleni yapmadılar. Kimse, ‘Size uydurma haber gönderiyoruz, güzel güzel gösterin, kullanın’ demedi. Zaman zaman oluyor, “F -16’lar falan dağı bombaladılar” diye haber geliyor, herkes kullanıyor. Kimsenin bu haberleri irdeleme gücü var mı? Aynı şeyi bugün de yapıyoruz.
1940 doğumlu Bilgin’in İzmir’de Yeni Asır’da başlayan gazeteciliği, İstanbul’da Sabah’la zirveye ulaşıp 28 Şubat 1997 sürecinde noktalanıyor. Yarım asrı geçen meslek hayatında olağanüstü dönemlerin hem tanığı hem de içinde olan Bilgin, 28 Şubat’ın basın aktörlerinden de biriydi. Turgut Özal’la Sedat Simavi’nin büyük kavgasının canlı tanığı oldu. İşte Bilgin’in ağzından bir dönem içinde olduğu Türk basınının demokrasi sicili…
-Türkiye’de basın kaçıncı kuvvet? Erol Simavi, Turgut Özal’a mektup yazıyor. ‘Basın birinci kuvvet’ diyor?
Gazeteyi satmaya karar vermiş. Öyle farz ediyor kendisini.
-Farz ediyor mu, öyle mi?
İnsafla bakıp söyleyeyim size. Nasıl Sovyetler Birliği’nde troyka, yani rejimin üç ayağı Kızılordu, KGB ve partidir. Türkiye’de de işte asker, yargı var, üçüncü ayak olmaya da basın heveslendi.
-Siz de heveslendiniz mi?
Benim öyle hiç meraklarım olmadı. Ankara’ya hiç gitmedim. Hiçbir bakanla konuşmadım, hiçbir bürokratla temasım olmadı. Ama gazete çalışanları için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Onlar merak saldılar. Tansu Hanım (Çiller) telefon açıyor Zafer’e (Mutlu), Zafer mest veya Mesut Yılmaz telefon açıyor Ertuğrul’a (Özkök), Ertuğrul mest. Özel haber alıyor ama önemli insan olmak hikâyesi var ya… Medya, dördüncü güç olmanın ötesine geçti, çok sorumsuz hâle geldi gazeteciler. Her şeyin ayarı kaçtı, basın da laçka oldu, laçkalığa yardım etti. Enerji şirketleri özelleştirilecek, bakıyorsun, bütün medya patronları ihaleleri aldılar. Sanki Türkiye paylaşılıyor ve kendilerine güç vehmeden medya patronları da ondan pay alıyorlar ama pay almakta da kendilerini bir yerde haklı görüyorlar. Böyle garip bir Türkiye oldu.
-Kendinizi hiç sorguluyor musunuz 28 Şubat süreciyle ilgili olarak?
Evet, gerektiği kadar demokrat olamadık. Rekabet dönemi vardı. Onların partisi, bunların partisi… O işten hiç hoşnut değildim. Yılmaz’a ulaşmaya çalıştım ama yapamadım. Bizdeki politikacılar da politikacı değil. 28 Şubat öncesi üçlü bir sonuç çıktı. O tarihte gazetecilerin genetiğinde de Refah radikal bir unsur, tu kaka! İşte hükümet kurabilecek partiler Refah dışındakiler. İşlemiş kafalara bu.
-Askere neden boyun eğiliyor kolayca?
Mesela, Adnan Bey’in (Menderes) yanında gezdirdiği evlatlığı Etem Menderes, adama ihanet edebiliyor. Çünkü korkuyor, askerler var, ‘Onlar daha güçlü’ diyor. Güce tapınma hikâyesi. Rahmetli Adnan Bey’in akrabasını asmışlar İstiklal Mahkemelerinde. Kan var işin içinde, silah var.
-Sadece baskı ile açıklanabilir mi?
Politikacı olmak için bir yerde askerle veya cuntacı ile temasın olması gerekiyor. Gücün yanında yer aldığın zaman bir adım öne çıkıyorsun. Türkiye’deki fenalık o. Bazı gazeteciler için genel geçer bir durum bu. Bir devir de tamamı için geçerli.
-Sabah da aynı genel geçer durum içinde miydi?
Biz gazeteciliği daha profesyonel olarak ele aldık. Zafer (Mutlu), “Biz buraya dükkân kurduk, para kazanmaya çalışıyoruz.” dedi. Doğruydu ama başına iş açtı. Öbür türlüsü ne? Biz para kazanmaya bakmıyoruz, hükümet kurmaya, düşürmeye bakacağız. Gazete çıkarma işi profesyonel bir iş. Bunu iş almazsan çok tehlikelidir. Şimdiki Türkiye’nin hâli… Bunu iş olarak ele alan çok az. Sistem kendi içinde fon oluşturmadığı için başkalarının eline bakıyorlar. Sabah, ilk çıkışında çok güçlüydü. Banka işine bulaştım, birden devlet benim başıma bulaştı. Gazeteyi yapan adamlar başka iş yapmayacaklar, tek işleri gazetecilik olacak.
-Bu işlere karışan askerler tutuklanıyor.
Onlarınki ayrı konu, onların üzerine gidilmesi lazım. Çünkü ellerinde silah var. Sizle ben konuşuyoruz ama burada tabancam olsa benimle rahat konuşamazsınız. Milletin verdiği silahı gözünü kırpmadan millete çevirecek adamların mutlaka cezalandırılması lazım. Ne derseniz deyin, ibret için cezalandırılması lazım.
-Kasetler çıkıyor, bazı rütbeliler “Cezaevinden çıkar çıkmaz çocuklarına kadar hesap soracağız.” diyor. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İmkân olsa Türkiye’de darbe yaparlar. Ama öyle bir ortam yok, yaparlarsa başlarına kötü şeyler geleceğini gördükleri için yapmazlar zannediyorum. Bundan sonra cinayet işlenmeyecek mi? İşlenecek ama cinayete, cinayet diyeceğiz artık. 27 Mayıs bir cinayet değil mi? Cinayet ama bunu söyleyemiyorduk, eskiden bayram diye kutluyorduk yav! Nereden nereye geldik?
-Ya gazeteciler…
Eskiden askerle gazetelerin ilişkisi Ankara büroları üzerinden kurulurdu. Bazı gazeteciler bu işten hoşlanıyordu ve palavrasını da yapıyordu. Bir temsilci, Ankara’da lokantada kafa çekiyor. Patronu “Neredesin? Sana ulaşamadım.” deyince “Şimdi Genelkurmay’dan çıktım.” diyor.
-Siz Genelkurmay’a gitmediniz mi?
Bir kere... Çevik Bir yemeğe çağırdı. Kapılarda karşılandık. Erol Özkasnak’la Çevik Bir geldi. Yazarlardan şikâyet ettiler. Çetin Altan’ın yazılarıydı konu. Ben de “Çetin Altan, Türkiye’deki az sayıdaki entelektüelden biridir.” dedim. Sinirlendiler. Dosyalar getirildi. Hürriyet Grubu… Yazar yazmış… Altında Genelkurmay’ın notu. Dinç Grubu demiş, işte not düşmüş. “Bu nedir?” dedim. Özkasnak, “Bunu kor ve üstü generallere servis yaparız.” dedi. “Bizim ordunun kor ve orgeneralleri böyle mi okur gazeteyi?” diye tepki gösterdim. “Nasıl okusunlar?” dedi. “Gazeteyi böyle alırsın (eliyle gösteriyor), açarsın, keyifle okursun. Bizim orgeneraller okuduklarını anlamaktan aciz adamlar mı ki arkasına yazıyorsunuz?” dedim. Onun üzerine Çevik Bir, “Türk ordusu, Türk milletini, devletini kuran ordu falan…” diye söze girdi. Yemek için salona geçtik. Allah’tan Erol Özkasnak gelmedi. Yemekte de Kürt meselesi konuşuldu. Kürtler şımartılırsa iyi olmayacağını söyledi Bir.
-Genelkurmay’da kavga ediyorsunuz ama kendi meslektaşlarınız olan Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’ı andıçladınız.
Doğrusunu anlatayım. Birand televizyon programı yapıyor, Sabah’a da arada sırada yazıyordu. Bizim kadrolu elemanımız değildi. Çandar’ın işine andıç yüzünden son verdiğimiz doğru değil. Andıca inanmadık. Birkaç gün yazısını kestik, sonra devam etti. Çandar’a tehditler gelmeye başladı. Akın Birdal’ı da vurdular. Onun üzerine Çandar’ı Amerika’ya gönderdik, bir sene baktık. Cengiz’in Sabah’tan ayrılışı, hapse düştüğüm sırada oldu. Nazlı Ilıcak andıç belgelerine ulaştı. Çandar da bir yazı yazmak istemiş, o yazıyı koymamışlar. Yazıyı koymayan bizim Erdal Şafak, işin ironik yanı da bu.
-Andıcın yayımlanması Türk medyası için bir facia değil mi?
Facia tabii. Biz yurtdışındaydık, Fransa’da tatilde. Zafer Mutlu da benim yanımda. Telefonla bildirdiler, sürekli telefonlar gelmeye başladı. Zafer’e “Aç Ertuğrul’a söyle, böyle bir şeyi yayımlamasınlar.” dedim. Zafer açtı Ertuğrul’a “Yayımlamayın.” dedi. O da “Tamam.” dedi. Öğle saatleri, yine dünyevi dertlerimizden uzak, yemekteyiz. Arkasından Zafer’e bir telefon; Ertuğrul, “Biz yayımlayacağız.” dedi. Ben “Aydın Doğan’ı bağlatın.” dedim, bağlatmadılar.
-İlk defa Kanal D’de yayımlıyor.
Türkiye garip bir ülke. Gazeteci milletinin en aşağılık şantajcısı, dürüstlük sembolü olarak görülüyor. Bazı gazeteciler bütün hayatı boyunca haber yapmama parası aldı ondan bundan. Haber yapma değil, yapmama parası! Böyle bir ülke Türkiye. Sonra başyazarları “Hainleri tanıyalım” diye yazı yazdı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nden milletvekili oldu, gitti.
-Siz söylüyorsunuz üç ayak var: Asker, yargı ve medya... Askere soruluyor, diğer ayaklara da soruşturma uzanmalı mı?
En önemlisi yargı ayağı. Gazetecilere bulaştırmadan, meslektaşlarımı yine koruyayım, yargı ayağına da bakmak lazım. Davaları açan savcı Savaş Vural, 367 sersemliğini çıkaran Sabih Kanadoğlu, bunlardan hesap sorulmalı.
-Bazıları ‘Cadı avı olmasın’ diyor. 28 Şubat bir cadı avı değil miydi?
Her devirde olmuş bu iş. Düşünün Türkiye’nin en önemli hukuk profesörü, genetik olarak faşist, askerci. Zavallı Menderes, Demirel ne yapacak bunlara? Şapkasını aldı, gitti.
-Ama 28 Nisan’da 27 Nisan’a cevap verildi.
Evet, bir öğle yemeğindeydim. Cemil Çiçek konuşurken, “Bu adam ne diyor?” diye sesler yükseldi. Böyle bir şeyi doğal görmüyorlardı.
-28 Şubat’ta bu işin karşılığı ne oldu, medya açısından?
Maddi tarafı için bir şey diyemem ama gücün yanında olmazsan fena olur ha! O tehdit olmuştur. Bir de samimiyetimle söyleyeyim, Refah’la Tansu Hanım’ın koalisyon yapması büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Bütün dünyada da bu böyleydi. Zamanın ruhu farklıydı. Batı’da da soru işareti vardı. Tansu Hanım bizi kandırdı. Bilderberg toplantısındaydım o dönemde. 1996 veya 97... Konu Türkiye idi. Bütün önemli adamlar orada. Hillary Clinton, başkanın temsilcisi, Hollanda Kraliçesi… Türkiye nereye gidiyor? Kaygılar dile getirildi. Clinton’la oturduk. Selahattin Beyazıt, Clinton’a birden “Tansu senin arkadaşın.” dedi. Clinton döndü, “Benim arkadaşım değil.” dedi, aldatılmış havasında.
-Refah-Yol’un ekonomi politikaları iş dünyasını rahatsız etti mi?
Onlar abuk sabuk şeylerdi.
-Ama en azından yürüyen bir çarka çomak sokmadı mı?
Yürüyen devasa bir çarka soktuğu bir çıta. Ama öngörülmeyen biri olmanın riskleri var Türkiye’de. Onları ülkeye taşıttırıyorlardı. Bunun sonucu postmodern darbe mi olmalıydı? Asla olmamalıydı. Askerler işin dışında kalmalıydı. Askerî müdahaleyle değil, seçimle gitseydi muhteşem bir ülke olurduk.
-‘Türk basınının genlerinde darbecilik vardır’ sözünü siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne zaman bu genlerle oynandı?
Darbecilik değil de güçlünün yanında olma işi. Yani gerçek güç askerde zannediliyor, askerî ve sivil bürokraside... Bizim ülkemizde atanmışlar hep önde seçilmişlere göre. En büyük gürültü milletvekili maaşlarında çıkar, yüksek bürokrasinin maaşları ile kimse uğraşmaz. Öyle bir refleks mevcut. Ama bu yavaş yavaş geçiyor Türkiye’de…
-İstanbul’a geldiğinizde ‘Hep sol görüşte gazetecilerle çalışmak zorunda kaldım’ diyorsunuz. Bu, Sabah’ın çizgisini nasıl etkiledi?
Seçme şansım yoktu. Hepsi 68 kuşağı, çok zordu tabii. O tarihte ülkenin az sayıdaki okumuşu kendini milletten daha önde ve daha imtiyazlı sayıyordu. Cumhuriyet’in meşhur “Halk sahile hücum edince vatandaş denize giremedi.” dediği durum vardı. 27 Mayıs’tan bu yana bu çizgi var ve devam ediyor.
-Yalan haberler nasıl kolayca yayımlanabiliyor?
Dejenformasyon var ama gazeteci milletinin özensizliği ve drama peşinde koşması da söz konusu. O tarihte haber kanalları fazla değil. Gazeteciler inanmak istediğine inanıyor, şimdi de öyle ya, ideolojik olarak taraf. Bir de DP’ye vurmanın riski sıfır. Asıl korkunçluğu orada işte.
-‘Kıyma makinaları’ yalanı, Millî Birlik Komitesi (MBK) bildirisinde yer alıyor.
Evet, tam öyle… O tarihteki gelenek uzun seneler sürdü maalesef. Bunlar bir tür dezenformasyon yaparak toplumu manipüle ederek insanların kafalarına bir fon çekmeyi bir metot, askerî bir metot olarak gördüler. KGB’nin yalan haber verme servisi var ya, bizde de aynısını yapma merakı.
-Ben bir gazeteciye sordum: “Siz iyi bir gazetecisiniz. Önünüze gelen bu haberi nasıl yayımladınız? Çifte kontrol neden yapmadınız? Hani cesetlerin fotoğrafı?” Aynı soruyu Uğur Dündar’a da andıçla ilgili sordular? Cevapları aynı: “Genelkurmay’dan geldi, yayımladık.”
Yarı ilahi bir makam olarak görülüyordu Genelkurmay. Maalesef öyle. Sonra daha korkunç şeyler oldu. Menderes ve arkadaşlarını idam ettiler, sonra idam fotoğraflarını sattılar. Hürriyet, en büyük parayı verdi ve bastı o fotoğrafları utanmadan. Böyle bir şeyi düşünebiliyor musunuz?
-Peki, bunu sorgulamak gerekmiyor mu? Adnan Menderes’in idamı bir cinayet. Bunda gazetecilerin sorumluluğu yok mu?
Askerlerin sorumluluğu derseniz daha doğru, şimdi basın da sorgulanıyor. İşte sorguluyoruz. Tarihe bakın, bir sürü haksızlık, yalan, hep böyle olmuş. Hürriyet’e Erol Simavi, Millî Birlikçi Orhan Erkanlı’yı genel müdür tayin ediyor. Kendisini güçlü farz ediyor onun yanında. Erkanlı, Yassıada komutanının hatıratını yayımlamaya başladı, reklam yapıp. Basın tarihinin bana göre en yüz kızartıcı olayıydı. Hürriyet’in satışı 200 bine düştü, yarı yarıya. Yani müthiş bir tepki aldı. Simavi onun üzerine gazeteyi teslim etmek zorunda kaldı abisine, o da geldi Erkanlı’yı kovdu. Bu tür rezaletler hep oldu. Türk demokrasisinin şanlı bayraktarlığını basın falan yapmadı doğrusunu söylemek gerekirse.
-Bu darbeci damar devam ediyor.
O, huyla ilgili. Halk Partili ise o huy çıkmıyor. Halk Partisi de iflah olmuyor maalesef.
-27 Mayıs sonrası nasıl planlandı?
27 Mayıs’tan sonraki müesseselerle ve seçimle iktidar olmaktan umudunu kesen Halk Partisi vasıtası ile inanılmaz bir askerî-sivil bürokrasi hâkimiyeti kurdular. 27 Mayıs anayasası onu getirdi. Her darbe teşebbüsü bu yapıyı daha da perçinledi.
-Erol Simavi, Oktay Ekşi, Orhan Birgit ve Altan Öymen gibi bazı isimler askerliğini hep Ankara’da, Genelkurmay’da yapıyorlar. Tesadüf mü?
Ülkenin kreması denilen takım, rahat askerlik yapmak için Genelkurmay’la yakın olma merakındalar. 55-60 arasındaki dünyaya baktığınız zaman da SSCB’deki yazarlar, gazeteciler hepsi hain miydi, değildi. Rejimle işbirliği içinde olma mecburiyetinde hissettiler kendilerini. Olmasalar da hapishaneye atılacaklardı. O faşist rejim insanları o şekilde eviriyor. Diktatörlüklerde bütün gazeteler diktatörün, bütün gazeteler onun için çalışıyor. Türkiye’de de öyleydi iş.
-Hürriyet’e neden devletin gazetesi deniyor?
Öyle görünmekten hoşlanıyorlar. Devletten özel haberleri ilk alan gazete hep o olurdu.
ATV’de kritik noktalar tutulmuştu
-Fethullah Gülen’i yargısız infaz eden kasetler ilk defa ATV’de yayımlandı. Ali Kırca “Düğmeye ben bastım.” dedi. Medya grubunun başında siz vardınız. Sistem nasıl işliyordu?ATV’de ve diğer televizyonlarda yayımlandı. O tip kasetler veya ordudan bir bildiri geldiği zaman Ali Kırca’nın böyle sesi değişir, ekranda yazılar geçer, ben ona illet olduğum için gürültü patırtı ederdim. Ancak gürültü patırtı edebilirdim. Haberin başında o zaman Ayşenur Aslan vardı. Belli, kilit noktaları tutmuş vaziyetteler. Kasetler geliyordu. Yalan falan olduğunu fark etmedim onların. Gerçek olduğuna inandım.
-Rahatsız olduysanız neden engellemediniz peki?
Kasetlerden yayımlanınca haberim oldu. Patronluğumun şekli değişmişti. Gazeteler endüstri kuruluşu hâline geldiler. Zamanımın yarısını yurtdışında geçiriyordum. Haber toplantısına falan girdiğim yoktu.
-Sizden sonra kimdi bir numara?
Gazetede Zafer Mutlu, televizyonda Ayşenur Arslan’dı.
-Hiç sormadınız mı bunlar nereden geliyor? Çünkü karşıda da yargısız infaz yapılan bir kişi var.
Bakın şimdi, bugün Suriye’de Beşşar Esed ile ilgili haberlerde aşırı şeyler de olsa ‘Acaba’ deme içgüdüsü var mı? Yok! Çünkü o ‘tu kaka’ edilebilir kişi. O günlerde Refah için durum böyleydi.
-Gülen için…
Evet, onun için de öyleydi.
-Sabah’ta bir manşet hatırlıyorum: “Öcalan’dan sonra İmralı’ya Gülen gidecek.” Nasıl atılıyordu manşetler?
O günler işin zıvanadan çıktığı günlerdi. Genel teamül öyleydi. ATV, Show, Hürriyet, Sabah hepsinde çıkıyordu.
-Neden siz dur demediniz?
Demokrat olamadık, yapamadık, beceremedik işte.
-BÇG (Batı Çalışma Grubu) ismini ne zaman duydunuz?
Valla son senelere kadar farkında değildim.
-Dezenformasyonun kaynağını merak etmediniz mi?
İşi yapanlar aleni yapmadılar. Kimse, ‘Size uydurma haber gönderiyoruz, güzel güzel gösterin, kullanın’ demedi. Zaman zaman oluyor, “F -16’lar falan dağı bombaladılar” diye haber geliyor, herkes kullanıyor. Kimsenin bu haberleri irdeleme gücü var mı? Aynı şeyi bugün de yapıyoruz.