27 Mayıs 2014 Salı
22 Mayıs 2014 Perşembe
SOMA'DAKİ FACİA ÜZERİNE: DEMEK Kİ 1940'DAN BUYANA DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK
Bilinmeyen bir ‘mükellefiyet’
18 Şubat 2013 / İDRİS GÜRSOY
1940’lı yıllarda
Zonguldaklı, madende çalışmaya mecbur ediliyor. Vergisini veremeyen,
borcunu ödeyemeyen ‘mükellefiyet’e tabi tutuluyor. Zayıf oldukları için
kadınlar ve çocuklar daha çok yollarda çalıştırılıyor. 12 yaşından
itibaren yollarda taş diziyorlar, 16’sında madene giriyorlar…
Sisleri yararak yol alıyoruz.
Bulutlar başımızı okşuyor. Her taraf is, her taraf çamur. Siyah ve gri
tonların hâkim olduğu bir şehir burası. Yerin üstü kadar yerin altında
da hayat var. Kömür, damgasını vurmuş her yere. Zaman ilerledikçe sizi
de esir alacak hissine kapılıyorsunuz. Bazen dikkat kesilip acıyla kulak
verdiğimiz ‘madende facia’ haberleri işte buradan geliyor.
Yıllardır gözyaşlarının dinmediği bir şehir Zonguldak. En büyük acılar tek parti (CHP) döneminde yaşanmış. 1940’da madenler devletleştirilmiş. İktidarda Millî Şef İsmet İnönü var. 2. Mükellefiyet uygulaması ile madende çalışmak zorunlu hâle getirilmiş. ‘Parası olmayanlar madene’ denmiş. 2. Mükellefiyet’le ilgili çok az araştırma var. O günlerin tanıkları da tek tek aramızdan ayrılıp gitti. Kadir Tuncer, üç kuşak madenci bir aileden geliyor. Dedesi 1890-1920 arasında Fransızların işlettiği madenlerde çalışmış. Babası, 2. Mükellefiyet’in olduğu 1940-50 arası Kozlu’da sakat kalmış. Kendisi de 1991’de ocaktan emekli olmuş. Mükellefiyet dönemini araştırmış, tanıkların anlattıklarını kaydetmiş Tuncer. “Sadece madende yok mükellefiyet… 12 saat çalışıyor, iki saat spor yapıyor, iki saat de okuma yazma kursuna gidiyor işçiler. Yol mükellefiyetinde küçük çocuklar, kızlar, kadınlar çalıştırılıyor; çıplak ayaklarla yol parkesi döşüyorlar. Daha küçük olanlar ormanda çalışıyor.” diye anlatıyor o dönemi.
Zonguldak madenleri Osmanlı’dan bu yana stratejik öneme sahip. İmparatorluğun ve yeni kurulan Türkiye Cumhu-riyeti’nin tek enerji kaynağı bu madenler. Osmanlı da Cumhuriyet de bölgeye özel önem veriyor bu yüzden. 1940’lı yıllarda Zonguldak halkı madende çalışmaya mecbur ediliyor. Buna ‘2. Mükellefiyet’ deniyor. Enerji ihtiyacı arttıkça daha fazla kömür çıkarılması gerekiyor. Gönüllülükle işin yürümesi zor. Askerler, mahkûmlar çalıştırılıyor o dönemde. En fazla göç alan il oluyor Zonguldak. Vergisini veremeyen, borcunu ödeyemeyen mükellefiyete tabi tutuluyor. Parası olan madenden kurtuluyor. Ancak her beldede birkaç zengin aile bu imtiyazdan yararlanabiliyor. Köyler ayrılmış; yol, maden, orman mükellefiyeti diye. Kazmacı, kürekçi ve domuz damcı köyleri var… Zayıf oldukları için kadınlar ve çocuklar daha çok yollarda çalıştırılıyor. İş bitince ormana gönderiliyorlar. İş bitiyor ama borç bitmiyor. 12 yaşından itibaren yollarda taş diziyorlar. 16 yaşında madene giriyorlar.
Madende şartlar çok ağır, ücretler düşük, kötü muamele var. Bir nohut yemeği tabağından 8 taş çıkıyor. Bir ayda 70 gram sabun veriliyor, hastalıklar artıyor. Kaçan kurtulabiliyor. Jandarma esir kovalar gibi kaçak işçilerin peşine düşüyor. Evlere baskınlar düzenleniyor. İşkencenin bini bir para.
1908’de Dilaver Paşa mükellefiyeti kaldırılmış, ancak etkisi devam etmiş. 1923’te Cumhuriyet kurulduktan sonra maden ocaklarını 1940’a kadar Fransızlar işletmiş. Emekli madenci Tuncer, “İstiklal Harbi ile düşman denize döküldü ise, Fransızların ne işi vardı 1940’lara kadar Zonguldak’ta?” diye soruyor.
Zonguldak’ın üstünü örten sis gibi mükellefiyet dönemine ait pek çok olayın üzerinde sır perdesi var. Tek parti, acıların üzerini örtmekle kalmamış, müthiş bir propaganda ile ‘Uzun Mehmet’ gibi hayal ürünü hikâyelerle madenciliği özendirmiş. Maden kazalarında hayatını kaybedenler sansür sebebi ile gazetelerde haber olamamış uzun süre. Dergilerde mankenler madenci diye gösterilmiş. Millî Şef’in ziyaretleri boy boy gazetelere manşet olmuş. “Uzun Mehmet’in nüfus kayıtlarını vermeleri için valiliğe başvurdum. Veremediler. Çünkü Uzun Mehmet diye biri yok. Halk-evlerinde kararlaştırılıyor, Behçet Kemal Çağlar’a da şiir yazdırılıyor.” diye anlatıyor kendisi de bir madenci aileden gelen araştırmacı Metin K öse.
Tek parti yönetimi, önce madenlerin devletleştirilmesi için 3780 sayılı yasayı çıkarıyor. 26 Şubat 1940’ta Zonguldak ve çevre yerleşim birimlerinde ikamet edenlere ocaklarda çalışmaları için kanunla hüküm getiriliyor. 1 Mart 1940’ta ilçe ve köylerden işçi toplamak için ‘İş Mükellefiyeti Müdürlüğü’ kuruluyor. Çalışma saatleri belli değil, yatacak, barınacak yer yok. Dayak, küfür, parasızlık, adam kayırma var ve iş sağlığı bilinmiyor. Bu şartlara tahammül edemeyerek kaçanlardan ‘işçi taburları’ oluşturuluyor. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte günde 8 saat olan çalışma süresi 11 saate çıkarılıyor.
1946’da Türkiye’de çok partili seçim yapılıyor. 1950’de DP iktidara geliyor. Özgürlük havası bütün ülke ile birlikte Zonguldak’ta da hissediliyor. 1950’de İkinci Mükellefiyet kaldırılıyor, çalışma şartları iyileştiriliyor. Ancak olağanüstülük bir süre daha devam ediyor. Hak arama arayışları, direnişler, yürüyüşler Ankara’yı tedirgin ediyor. Olağanüstü dönemlerde baskılar yine artıyor. “Zonguldak’tan devlet hep korkuyor ve korkmaya devam ediyor.” diyor araştırmacı Tuncer. Enerji, maden, demir çelik ve sanayinin en yoğun olduğu bu bölgeden her an bir başkaldırıdan çekiniyor Ankara. 1970’in ortalarına kadar maden sahalarında fotoğraf çekmek yasaktı. Madenlerle ilgili yazılar devlet sırrını açığa vurmak suçundan soruşturmaya uğruyordu. Tuncer, “Mükellefiyetle ilgili araştırma yaparken, mükellefiyette çalışanlar hâlâ konuşmaya korkuyordu.” diye anlatıyor.
100 YIL YETECEK KÖMÜR REZERVİ VAR
Zonguldak’ta 1,2 milyar ton kömür rezervi bulunuyor. Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Genel Müdürlüğü bünyesinde; Kozlu, Üzülmez, Kandilli, Karadon ve Amasra Müessesesi olmak üzere toplam 5 müessese var. Her bir müessesede 5 ile 10 arasında değişen maden ocağı var. 8 bini yer altında olmak üzere toplam 10 bin maden işçisi çalışıyor. Her işçi günde 8 saat mesai yapıyor. Bunun 2 saati yer altına gidiş ve yer altından gelişte (işçi naklinde) geçiyor. Maden ocakları, günde 3 vardiya çalışıyor. Yıpranma paylarına sahipler. 7 bin 200 gün yevmiyeyi dolduran (20 yıl) işçi emekli olabiliyor. En büyük problemleri; işçi sayısının azalması, buna paralel olarak da üretimin düşmesi nedeniyle işin ağırlığının artması. İşçiler bu yüzden iş kazalarına maruz kalıyor.
Metin Köse (Araştırmacı-yazar)*:
ÇALIŞMA ŞARTLARI DAYANILACAK GİBİ DEĞİLDİ “Osmanlı’nın kömür ihtiyacını karşılamak için Karadeniz Ereğli’ye gönderilen Dilaver Paşa, meşhur nizamnamesini (1867) yayımlar. 21. madde şöyle: “Ereğli’nin 14 kariyesinde 13-50 yaşındaki erkekler kazmacı, kürekçi, direkçi olarak çalışmakla mükelleftir.” 30. maddede ise “Her kim ki çalışmaz duruma gele eşeğe bindirilip köyüne gönderile.” şeklindedir. 1. Mükellefiyet’in uygulamaya konması ile başlangıçta 30 bin okka olan üretim 250 bin okkaya çıktı. İkinci Mükellefiyet’te çalışma şartları daha ağırdı. İnsanlar zorla madene sokuldu. Disiplini sağlamak için alınan tedbirler insan haklarına aykırıydı. Sindirmek için âdeta insanlara işkence yapıldı. Madenlerden kaçmaları önlemek için Devrek’te bir tümen kuruldu. Çürük raporu alabilmek için Amele Birliği Hastanesi’ndeki doktorlara, öküzlerini, tarlalarını satarak rüşvet veren insanlar var. Bu işlerden çok zenginleşenler olmuş. Parası, tarlası olmayanlar da madenden kurtulabilmek için elini ayağını kesiyor. Patlamalar ve kazalarda toplu ölümler oluyor. 1957’deki grizu faciasında Dedeoğlu köyünün bütün erkekleri ölüyor. Katır insandan değerli. Bir belgede, kazada katırın ayağı parçalanmış ve katır itlaf edilmiş. Parası da sorumlulara ödettirilmiş. Raporda katırın tırnak numarası, boyu, doğum tarihi, vücudunun belirgin özellikleri anlatılıyor; ancak sorumlular sadece başçavuş, çavuş ve seyis diye geçiyor. Mükellefiyet 1948’de kalkıyor ama uygulamalar değişmiyor. 1965’te madenciler performans zamlarına isyan ediyor. Yürüyüş yapılıyor. Jan-darma Kozlu Dispanseri önünde durduruyor madencileri. Kurşun yağıyor üzerlerine. Zonguldak’ta ‘ola-ğanüstü hâl’ ilan ediliyor. Yüzlerce işçi gözaltına alınıyor.”
*Zonguldak’taki iki mükellefiyet (zorunlu çalışma) uygulamalarını araştırdı ve değerlendirmelerini Göl Dağı isimli bir kitapta topladı.
Yıllardır gözyaşlarının dinmediği bir şehir Zonguldak. En büyük acılar tek parti (CHP) döneminde yaşanmış. 1940’da madenler devletleştirilmiş. İktidarda Millî Şef İsmet İnönü var. 2. Mükellefiyet uygulaması ile madende çalışmak zorunlu hâle getirilmiş. ‘Parası olmayanlar madene’ denmiş. 2. Mükellefiyet’le ilgili çok az araştırma var. O günlerin tanıkları da tek tek aramızdan ayrılıp gitti. Kadir Tuncer, üç kuşak madenci bir aileden geliyor. Dedesi 1890-1920 arasında Fransızların işlettiği madenlerde çalışmış. Babası, 2. Mükellefiyet’in olduğu 1940-50 arası Kozlu’da sakat kalmış. Kendisi de 1991’de ocaktan emekli olmuş. Mükellefiyet dönemini araştırmış, tanıkların anlattıklarını kaydetmiş Tuncer. “Sadece madende yok mükellefiyet… 12 saat çalışıyor, iki saat spor yapıyor, iki saat de okuma yazma kursuna gidiyor işçiler. Yol mükellefiyetinde küçük çocuklar, kızlar, kadınlar çalıştırılıyor; çıplak ayaklarla yol parkesi döşüyorlar. Daha küçük olanlar ormanda çalışıyor.” diye anlatıyor o dönemi.
Zonguldak madenleri Osmanlı’dan bu yana stratejik öneme sahip. İmparatorluğun ve yeni kurulan Türkiye Cumhu-riyeti’nin tek enerji kaynağı bu madenler. Osmanlı da Cumhuriyet de bölgeye özel önem veriyor bu yüzden. 1940’lı yıllarda Zonguldak halkı madende çalışmaya mecbur ediliyor. Buna ‘2. Mükellefiyet’ deniyor. Enerji ihtiyacı arttıkça daha fazla kömür çıkarılması gerekiyor. Gönüllülükle işin yürümesi zor. Askerler, mahkûmlar çalıştırılıyor o dönemde. En fazla göç alan il oluyor Zonguldak. Vergisini veremeyen, borcunu ödeyemeyen mükellefiyete tabi tutuluyor. Parası olan madenden kurtuluyor. Ancak her beldede birkaç zengin aile bu imtiyazdan yararlanabiliyor. Köyler ayrılmış; yol, maden, orman mükellefiyeti diye. Kazmacı, kürekçi ve domuz damcı köyleri var… Zayıf oldukları için kadınlar ve çocuklar daha çok yollarda çalıştırılıyor. İş bitince ormana gönderiliyorlar. İş bitiyor ama borç bitmiyor. 12 yaşından itibaren yollarda taş diziyorlar. 16 yaşında madene giriyorlar.
Madende şartlar çok ağır, ücretler düşük, kötü muamele var. Bir nohut yemeği tabağından 8 taş çıkıyor. Bir ayda 70 gram sabun veriliyor, hastalıklar artıyor. Kaçan kurtulabiliyor. Jandarma esir kovalar gibi kaçak işçilerin peşine düşüyor. Evlere baskınlar düzenleniyor. İşkencenin bini bir para.
1908’de Dilaver Paşa mükellefiyeti kaldırılmış, ancak etkisi devam etmiş. 1923’te Cumhuriyet kurulduktan sonra maden ocaklarını 1940’a kadar Fransızlar işletmiş. Emekli madenci Tuncer, “İstiklal Harbi ile düşman denize döküldü ise, Fransızların ne işi vardı 1940’lara kadar Zonguldak’ta?” diye soruyor.
Zonguldak’ın üstünü örten sis gibi mükellefiyet dönemine ait pek çok olayın üzerinde sır perdesi var. Tek parti, acıların üzerini örtmekle kalmamış, müthiş bir propaganda ile ‘Uzun Mehmet’ gibi hayal ürünü hikâyelerle madenciliği özendirmiş. Maden kazalarında hayatını kaybedenler sansür sebebi ile gazetelerde haber olamamış uzun süre. Dergilerde mankenler madenci diye gösterilmiş. Millî Şef’in ziyaretleri boy boy gazetelere manşet olmuş. “Uzun Mehmet’in nüfus kayıtlarını vermeleri için valiliğe başvurdum. Veremediler. Çünkü Uzun Mehmet diye biri yok. Halk-evlerinde kararlaştırılıyor, Behçet Kemal Çağlar’a da şiir yazdırılıyor.” diye anlatıyor kendisi de bir madenci aileden gelen araştırmacı Metin K öse.
Tek parti yönetimi, önce madenlerin devletleştirilmesi için 3780 sayılı yasayı çıkarıyor. 26 Şubat 1940’ta Zonguldak ve çevre yerleşim birimlerinde ikamet edenlere ocaklarda çalışmaları için kanunla hüküm getiriliyor. 1 Mart 1940’ta ilçe ve köylerden işçi toplamak için ‘İş Mükellefiyeti Müdürlüğü’ kuruluyor. Çalışma saatleri belli değil, yatacak, barınacak yer yok. Dayak, küfür, parasızlık, adam kayırma var ve iş sağlığı bilinmiyor. Bu şartlara tahammül edemeyerek kaçanlardan ‘işçi taburları’ oluşturuluyor. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte günde 8 saat olan çalışma süresi 11 saate çıkarılıyor.
1946’da Türkiye’de çok partili seçim yapılıyor. 1950’de DP iktidara geliyor. Özgürlük havası bütün ülke ile birlikte Zonguldak’ta da hissediliyor. 1950’de İkinci Mükellefiyet kaldırılıyor, çalışma şartları iyileştiriliyor. Ancak olağanüstülük bir süre daha devam ediyor. Hak arama arayışları, direnişler, yürüyüşler Ankara’yı tedirgin ediyor. Olağanüstü dönemlerde baskılar yine artıyor. “Zonguldak’tan devlet hep korkuyor ve korkmaya devam ediyor.” diyor araştırmacı Tuncer. Enerji, maden, demir çelik ve sanayinin en yoğun olduğu bu bölgeden her an bir başkaldırıdan çekiniyor Ankara. 1970’in ortalarına kadar maden sahalarında fotoğraf çekmek yasaktı. Madenlerle ilgili yazılar devlet sırrını açığa vurmak suçundan soruşturmaya uğruyordu. Tuncer, “Mükellefiyetle ilgili araştırma yaparken, mükellefiyette çalışanlar hâlâ konuşmaya korkuyordu.” diye anlatıyor.
100 YIL YETECEK KÖMÜR REZERVİ VAR
Zonguldak’ta 1,2 milyar ton kömür rezervi bulunuyor. Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Genel Müdürlüğü bünyesinde; Kozlu, Üzülmez, Kandilli, Karadon ve Amasra Müessesesi olmak üzere toplam 5 müessese var. Her bir müessesede 5 ile 10 arasında değişen maden ocağı var. 8 bini yer altında olmak üzere toplam 10 bin maden işçisi çalışıyor. Her işçi günde 8 saat mesai yapıyor. Bunun 2 saati yer altına gidiş ve yer altından gelişte (işçi naklinde) geçiyor. Maden ocakları, günde 3 vardiya çalışıyor. Yıpranma paylarına sahipler. 7 bin 200 gün yevmiyeyi dolduran (20 yıl) işçi emekli olabiliyor. En büyük problemleri; işçi sayısının azalması, buna paralel olarak da üretimin düşmesi nedeniyle işin ağırlığının artması. İşçiler bu yüzden iş kazalarına maruz kalıyor.
Metin Köse (Araştırmacı-yazar)*:
ÇALIŞMA ŞARTLARI DAYANILACAK GİBİ DEĞİLDİ “Osmanlı’nın kömür ihtiyacını karşılamak için Karadeniz Ereğli’ye gönderilen Dilaver Paşa, meşhur nizamnamesini (1867) yayımlar. 21. madde şöyle: “Ereğli’nin 14 kariyesinde 13-50 yaşındaki erkekler kazmacı, kürekçi, direkçi olarak çalışmakla mükelleftir.” 30. maddede ise “Her kim ki çalışmaz duruma gele eşeğe bindirilip köyüne gönderile.” şeklindedir. 1. Mükellefiyet’in uygulamaya konması ile başlangıçta 30 bin okka olan üretim 250 bin okkaya çıktı. İkinci Mükellefiyet’te çalışma şartları daha ağırdı. İnsanlar zorla madene sokuldu. Disiplini sağlamak için alınan tedbirler insan haklarına aykırıydı. Sindirmek için âdeta insanlara işkence yapıldı. Madenlerden kaçmaları önlemek için Devrek’te bir tümen kuruldu. Çürük raporu alabilmek için Amele Birliği Hastanesi’ndeki doktorlara, öküzlerini, tarlalarını satarak rüşvet veren insanlar var. Bu işlerden çok zenginleşenler olmuş. Parası, tarlası olmayanlar da madenden kurtulabilmek için elini ayağını kesiyor. Patlamalar ve kazalarda toplu ölümler oluyor. 1957’deki grizu faciasında Dedeoğlu köyünün bütün erkekleri ölüyor. Katır insandan değerli. Bir belgede, kazada katırın ayağı parçalanmış ve katır itlaf edilmiş. Parası da sorumlulara ödettirilmiş. Raporda katırın tırnak numarası, boyu, doğum tarihi, vücudunun belirgin özellikleri anlatılıyor; ancak sorumlular sadece başçavuş, çavuş ve seyis diye geçiyor. Mükellefiyet 1948’de kalkıyor ama uygulamalar değişmiyor. 1965’te madenciler performans zamlarına isyan ediyor. Yürüyüş yapılıyor. Jan-darma Kozlu Dispanseri önünde durduruyor madencileri. Kurşun yağıyor üzerlerine. Zonguldak’ta ‘ola-ğanüstü hâl’ ilan ediliyor. Yüzlerce işçi gözaltına alınıyor.”
*Zonguldak’taki iki mükellefiyet (zorunlu çalışma) uygulamalarını araştırdı ve değerlendirmelerini Göl Dağı isimli bir kitapta topladı.
Beyaz Devrim'in üniformalı kahramanı
12 Mayıs 2014 / İDRIS GÜRSOY
Tek
parti döneminin bitişinde TSK’nın değişim talebi büyük rol oynadı.
1950’de orduda Org. Nuri Yamut’un da içinde bulunduğu kanat çok partili
hayata geçişin önünü açtı. Bunun faturasını 27 Mayıs Darbesi’nde
hakaretler eşliğinde yargılanarak ödedi.
Demokrat
Parti İstanbul Milletvekili Nuri Yamut, Ankara’nın Emek Mahallesi’nde
bulunan İsrail evlerinde oturuyordu. 27 Mayıs 1960 sabahı askerî bir
araç evinin önünde durdu. İçinden bir subay, bir astsubay ve erler
çıktı. Yamut’un zilini çaldılar. 71 yaşındaki Nuri Paşa kapıyı açtı.
Elinde bastonu, yakasında İstiklal Madalyası vardı. Subaylardan biri
"Seni almaya geldik. Hırsız! Vatanı sattınız!" diye bağırdı. Nuri Paşa
silahlı subayların beklemediği bir tepki verdi: "Ben Çanakkale
kahramanıyım, Atatürk’ün silah arkadaşıyım, İstiklal Savaşı gazisiyim,
eski Genelkurmay Başkanıyım... Bana hakaret edemezsiniz!" Subaylardan
biri öne atıldı ve bir tokat attı... Paşa sendeledi. Astsubay olan
arkasından bir tekme savurdu… Paşa, merdivenlerden yuvarlandı, gözlüğü
kırıldı. Kan revan içindeki Nuri Paşa’nın kollarına girdiler, alıp
götürdüler...
Darbecilerin Yamut Paşa’ya öfke ve nefreti
sebepsiz değildi. 27 yıllık tek parti dönemi Nuri Yamut ile ordu
içindeki demokrat subayların çok partili hayattan yana tavır koymaları
ile sona erdi. Peki, Yamut Paşa kimdi? Darbecilerin öfkesi nereden
geliyordu?
Mehmet Nuri Yamut 1890’da Selanik’te doğdu.
1912 yılında Manastır’daki 6. Kolordu’da görev yaparken düşmana esir
düştü. Balkan Harbi’ne fiilen katılan Yamut, Birinci Dünya Savaşı’nda
cephedeydi. Kurtuluş Savaşı’nda Sakarya’da 7. Tümen Kurmay Başkanı
olarak görev yaptı. İstiklal Madalyası verildi. 1945’te orgeneralliğe
yükseldi. Muharebe Gümüş Liyakat Madalyası, Muharebe Gümüş İmtiyaz
Madalyası, Altın Liyakat Madalyası ve Alman Demir Haç Nişanı sahibiydi.
Kara Kuvvetleri Komutanlığından sonra 1950-54 arası Genelkurmay
Başkanlığı yaptı. 1957’de Demokrat Parti’den milletvekili seçildi. 27
Mayıs 1960’ta gözaltına alındığında 71 yaşındaydı.
Yamut Paşa, kara kuvvetleri komutanıyken
Türkiye çok partili hayata geçiş sancıları yaşıyordu. 14 Mayıs 1950,
Türk siyasi hayatının en önemli dönüm noktalarından biri oldu. Demokrat
Parti serbest seçimle iktidarı kazandı. 27 yıllık tek parti dönemi sona
erdi. Gözler ‘millî şef’ İsmet İnönü ve tabii ki askerin üzerindeydi. 22
Mayıs’ta Meclis açıldı. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Refik Koraltan
Meclis Başkanı seçildi. Adnan Menderes hükümeti kurmakla
görevlendirildi. İşte herkesin nefesini tuttuğu bu süreçte Kara
Kuvvetleri Komutanı Nuri Yamut Paşa çok partili hayattan yana tavır
alarak demokrasinin yolunu açmıştı.
14 Mayıs 1950’de geç saatler… Sandıklar
açılmış ve oylar ekseriyet DP’ye çıkıyor. CHP genel merkezinde büyük
hayal kırıklığı ve umutsuzluk yaşanıyor. Tek parti döneminin sonuna
yaklaşıldığı anlaşılıyordu. Ordunun üst kademesi İnönücüydü. Seçimleri
CHP’nin kaybetmesinden sonra İsmet Paşa’ya, "DP’ye iktidarı teslim etme,
yönetime el koyalım" teklifi yapıldı. Ancak İnönü kabul etmedi. Ankara
gergindi. Müdahale her an bekleniyordu. Ancak tam tersi oldu.
Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman, karargâha geldiğinde bir
sürprizle karşılaştı. Odasında Kara Kuvvetleri Komutanı Nuri Yamut
vardı. Orgeneral Gürman’la seçimi konuştular. Gürman "Bu adamlara
memleketi teslim edemeyiz!" deyince Nuri Yamut buna şiddetle karşı
çıktı. 1962’de yayımlanan Yeni İstanbul gazetesindeki habere göre;
"Meclis toplanıncaya kadar mevkufsunuz! Daha sonra ben sizin
emrinizdeyim. Lüzumu ne ise onu yaparsınız!" dedi.
Başbakan Adnan Menderes 6 Haziran 1950’de
Bakanlar Kurulu kararıyla genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarını
değiştirdi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdurrahman Nafiz Gürman, Hava
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zeki Doğan, Deniz Kuvvetleri Komutanı
Oramiral Mehmet Ali Ülgen, Jandarma Genel Komutanı Korgeneral Nuri
Berköz, Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral İzzet Aksalur, Birinci Ordu
Komutanı Orgeneral Asım Tınaztepe, İkinci Ordu Komutanı Orgeneral
Muzaffer Tuğsavul, Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Mahmut Berköz gibi üst
düzey komutanlarla birlikte toplam 15 general ve 150 albay emekliye
sevk edildi. Kararname 8 Haziran 1950’de 7527 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe girdi. Org. Nuri Yamut genelkurmay başkanı oldu.
Orgeneral Gürman’ın ve üst rütbeli subayların ordudan tasfiye
edilmesinin ardında bir de ihbar bulunuyordu. 5 Haziran’da bir albay,
Adnan Menderes’e gelmiş ve bazı kumandanların darbeye hazırladığını
haber vermişti. Albay, "Bazı generaller 8 Haziran’ı 9’a bağlayan gece
darbe yapacaklar." diye tarih de söylemişti. Menderes, Millî Savunma
Bakanı ve bazı bakanlarla durumu değerlendirdi. Aynı gün Çankaya’ya
çıktı ve Celal Bayar’la görüştü. Darbe planlayanların tasfiyesi için
düğmeye basıldı. Yamut Paşa yine devredeydi. Millî Savunma Bakanı
Yaveri, Orgeneral Abdurrahman Nafiz Gürman’ın yanına gelerek;
"Kumandanım, bakanımın verdiği emre göre, Askerî Şûra üyeliğine tayin
edildiniz. Arz ederim." dedi. Orgeneral Gürman şaşırmıştı, böyle bir
durumu beklemiyordu. "Anlamadım, bu nasıl şey!" diye tepki gösterdi. O
anda kapı açıldı, içeri Orgeneral Nuri Yamut girdi: "Orgeneralim,
Genelkurmay Başkanlığına tayin edilmiş bulunuyorum, görevi sizden
devralmaya geldim." dedi. Orgeneral Gürman için çantasını toplamaktan
başka yol kalmamıştı.
13 Haziran 1950’de Menderes, ordudaki
tasfiyelerin sebebini anlatırken CHP’yi suçladı: "Size esefle haber
vermek isterim ki, iktidara gelişimiz henüz bir ayı bulmadığı hâlde,
bazı zaruri değişiklikleri mesele ittihaz ederek Cumhuriyet Halk
Partisi, orduyu aleyhimize tahrik etmek yoluna sapmıştır. Bizim bütün
çalışmalarımız memleketimizde demokrasiyi perçinlemeye matuftur. CHP,
eğer başarılı bir çalışmaya girmek istiyorsa, başlarındaki iktidar
hastalarını atmalıdır. Bu iktidar hastaları, havayı karıştırmak
istemektedirler. Memlekette siyasi iktidarı muhtal (bozuk) göstererek,
bir polemiğe, bir hücum ve taarruza geçmişlerdir."
İsmet İnönü ise, bu iddiayı reddetti. İsmet
Paşa’nın, bazı generallerin 14 Mayıs gecesi "seçimleri iptal edelim"
teklifini geri çevirdiği daha sonra ortaya çıktı. CHP basın bürosu
sözcüsü Orhan Birgit, "Seçimleri iptal edelim" diyen 1. Ordu Komutanı
Orgeneral Kurtcebe Noyan’a, CHP liderinin "Millî irade nasıl tecelli
etmişse herkesin buna saygı göstermesi gerektiği" cevabı verdiğini
söyledi. Yakın tarih uzmanı Prof. Dr. Tanel Demirel’e göre de; İnönü bu
teşebbüslerin başarı şansının düşük olduğunu bilecek kadar tecrübeliydi.
İnönü, ordu içindeki değişim isteğinin farkında olduğu gibi bu aşamada
seçimlerin iptalinin Batı dünyası ve ABD’nin tepkisini çekebileceğini
tahmin edebiliyordu.
Demokrat Genelkurmay Başkanı
Adnan Menderes’in tam bir isabetle
Genelkurmay Başkanlığına atadığı M. Nuri Yamut, görev yaptığı süre
içinde önemli icraatlara imza attı. Çanakkale’ye kendi maaşından bir
anıt yaptırdı. İskoçların gaydasını görerek Genelkurmay Başkanlığı
Mehter Takımını tekrar kurdu. Kore Savaşı’na asker gönderme kararını
uyguladı. Cumhuriyet döneminde ilk kez 1950 yılında yurtdışına asker
gönderildi. Türkiye 1952’de NATO ittifakına kabul edildi.
Ankara, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından
yaşanan Doğu-Batı eksenindeki çekişmede arada kalmış, kendi tarafını
belirleme fırsatını arıyordu. Daha sonra ‘Soğuk Savaş’ olarak
adlandırılacak bu çekişme Türkiye’nin jeo-stratejik önemini de
artırmıştı. Ankara, savaş sırasında tarafsız kalmıştı ancak sonrasında
Sovyetler’in Doğu Anadolu’da toprak, Boğazlar’da üs ve ortak savunma
talepleriyle karşı karşıya kalmıştı. Tam bu esnada patlak veren Kore
Savaşı, Türkiye’nin Sovyet tehdidini bertaraf edip Batı Bloku ve
Amerika’ya yaklaşması için bir fırsat oluşturdu. Birleşmiş Milletler,
ABD’nin isteğiyle, üye ülkelerden asker istemiş, 52 üye devletten sadece
12’si bu isteğe cevap vermiş, onlar da kara askeri gönderemeyeceklerini
bildirmişlerdi. DP hükümeti, NATO’ya üyeliğini de hızlandırmak için
Kore Savaşı’na birlik göndermeyi kabul etti.
Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, Millî
Savunma Bakanı Refik İnce ve Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut’un
komitesinde 4 bin 500 Türk askeri Kore’ye gönderildi. 1950’den 1953’e
kadar Kore’de savaşan Türk Tugayı’ndan 741 asker şehit düştü, 2 bin 147
asker yaralandı. 25 Eylül 1950’den 27 Temmuz 1953’e kadar Kore’de
savaşan Türk askerlerine kanunla ‘gazi’ unvanı verildi. Kore ve ABD
devlet başkanları Türk birliğinin başarısını devlet nişanlarıyla
ödüllendirdi.
Nuri Yamut’un komuta ettiği Türk askeri
sadece alan savunması yapmadı Kore’de. Acımasız savaşın anne-babasız
bıraktığı Koreli çocuklara da yardım elini uzattı. Savaş alanlarındaki
kimsesiz çocukları Seul-Suwan’daki tugay karargâhında kurdukları bir
çadırda toplayan Türk subayları, kimsesiz çocukların hem güvenliğini hem
de bakımını üstlendi. Ancak kimsesiz Korelilerin sayısı 100’ü aşınca,
karargâhın içindeki yıkık bir bina yeniden inşa edildi, okul ve
yetimhaneye çevrildi. Kayıtlara ‘Ankara Okulu ve Yetimhanesi’ olarak
geçen bu okulda çocukların günlük iaşelerinin yanı sıra eğitim de
verildi. Her gün iki saat verilen Türkçe dersinden dolayı çocuklar
Türkçe de öğrendi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mehmet Nuri Yamut,
askerî raporlarda geçen ve savaş bölgesinde eğitimine devam eden tek
okul olan Ankara Okulu’nu bizzat yerinde ziyaret etti. 1953’teki
ateşkesin ardından bir müddet daha eğitime devam eden Ankara Okulu, Türk
askerlerinin çekilmesiyle kapandı. Bugün Suwan bölgesinde yaşayanların
birçoğu, sadece temel kalıntıları kalan Ankara Okulu’ndan minnetle söz
ediyor.
Baban eşek de olsa…
Yamut Paşa, üniformayı üstünden çıkarıp
emekli olduktan sonra siyasete atıldı. DP’den milletvekili seçildi. 27
Mayıs darbesinden sonra tutuklanarak cezaevine kondu. Yassıada’da
işkencelere dayanamadı, kalp krizinden hayatını kaybetti. 27 Mayıs
darbesinden sonra Yamut Paşa’nın evinden alınırken tokatlanıp
tekmelenmesi tarihe kara bir leke olarak geçti. Yassıada’da Yamut çok
mahzundu. Hakaretler, işkenceler ona çok acı veriyordu. Nuri Yamut’un
yüzünde sigara söndürdüklerine yanında bulunan Erzurum Mebusu Rıza
Topçuoğlu şahit olmuştu: "Bir teğmen yüzünde sigara söndürdü. O da dönüp
‘Oğlum, baban eşek de olsaydı bunu yapmazdı.’ dedi."
Cuntanın Yamut Paşa’ya öfkesi öldükten
sonra da sürdü. Devlet mezarlığına naaşı alınmadı. 12 Eylül 1980’de
yönetime el koyan Millî Güvenlik Konseyi, 10 Kasım 1981’de Devlet
Mezarlığı yapılmasına karar verdi. Kurtuluş Savaşı’na katılan subaylar
ve cumhurbaşkanları buraya defnedilecekti. Devlet Mezarlığı, 30 Ağustos
1988’de açıldı. Hangi komutanların defnedileceğine Genelkurmay karar
verdi. DP dönemine kadar Genelkurmay Başkanlığı yapmış tüm komutanların
mezarları buraya nakledildi. DP döneminin genelkurmay başkanları ise
Devlet Mezarlığı’na alınmadı. Oysa Nuri Yamut 4 Ocak 1920, Nurettin
Baransel 1 Mart 1921, Hakkı Tunaboylu 31 Temmuz 1921, Rüştü Erdelhun ise
2 Nisan 1921’de Anadolu’ya gizlice gelerek Millî Ordu’ya katılmışlardı.
DP’nin emekli ettiği Orgeneral Nafiz Gürman, 8 Şubat 1921’de Millî
Ordu’ya katılmıştı. Gürman, Devlet Mezarlığı’na defnedildi. Salih
Omurtak da, Nuri Yamut’la aynı dönemde Millî Ordu’ya katılmıştı.
Rütbeleri aynıydı. Genelkurmay’ın internet sitesinde emekli Org. Nuri
Yamut’la ilgili kısa bir biyografi var: "1954’te emekli oldu. 1961’de
vefat etti ve Zincirlikuyu’ da toprağa verildi."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)