26 Aralık 2013 Perşembe
11 Aralık 2013 Çarşamba
5 Aralık 2013 Perşembe
3 Kasım 2013 Pazar
9 Ekim 2013 Çarşamba
4 Eylül 2013 Çarşamba
3 Eylül 2013 Salı
22 Ağustos 2013 Perşembe
Başbuğ sendromu: Darbeye teşebbüs cezasız kalmaz
Başbuğ ilk değil peki son olacak mı?
19 Ağustos 2013 / İDRİS GÜRSOY
İlker Başbuğ,
yargılanan ilk genelkurmay başkanı mı? Rüştü Erdelhun neden mahkum
edildi? İşte İsmail Hakkı Karadayı’dan Memduh Tağmaç’a genelkurmay
başkanlarının “siyasete müdahale” hikayeleri. Cemal Tural niçin emekliye
sevk edildi? Faruk Gürler neden istifa etti?
Ergenekon davasında İlker
Başbuğ’un darbe suçundan yargılanıp hüküm giymesi bazı çevreleri çok
rahatsız etti. Günlerdir Başbuğ üzerinden kampanya yürütülüyor. ‘Bir
genelkurmay başkanı nasıl suç örgütü lideri olur?’ deniyor. Oysa Başbuğ
ne mahkûm edilen ne de darbe ile suçlanan ilk genelkurmay başkanı. 27
Mayıs 1960 darbesi, seçimle işbaşına gelen DP’yi iktidardan
uzaklaştırırken, dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun (23 Ağustos
1958-27 Mayıs 1960) idamla yargılandı. Erdulhun’un suçu sivil iktidara
itaat edip orduyu siyasete karıştırmamaktı. 4 yıl hapis yattıktan sonra
bir afla kurtulabildi. Emekli Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut da ( 5
Haziran 1950- 10 Nisan 1954) Yassıada’da yargılanan çok sayıdaki subay
arasındaydı.Peki, adı darbe ve muhtıra ile anılan genelkurmay başkanları kimlerdi? 28 Şubat post modern darbesinden yargılanan İsmail Hakkı Karadayı ve yine sanık sandalyesine oturtulan 12 Eylül’ün lideri Kenan Evren’in dışında da çok sayıda genelkurmay başkanının adı askerî muhtıralara karıştı. Onların İlker Başbuğ ve diğerlerinden tek farkı, yaptıkları suç olmasına rağmen yargıya hesap vermekten kurtulmuş olmalarıydı. İşte Cemal Tural’dan Memduh Tağmaç’a ve Yaşar Büyükanıt’a kadar genelkurmay başkanlarının “siyasete müdahale” hikâyeleri.
Askerlerin yönetime mektup-muhtıra verme geleneğini ilk başlatan Orgeneral Cemal Gürsel olmuştu. 1960’ta Kara Kuvvetleri komutanı iken DP hükümetinin Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e bir mektup göndererek Celal Bayar’ın istifa etmesini, Adnan Menderes’in cumhurbaşkanı yapılmasını, kabinede bazı bakanların değiştirilmesini, İstanbul, Ankara ve İzmir valilerinin görevden alınmasını istedi. 15 maddeden oluşan muhtıra kamuoyuna yansımadı. Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel ile hükümet arasında sürtüşme yaşanıyordu. Menderes ve Bayar, ordu içindeki kıpırdanmaları biliyordu. Bayar’ın da telkinleri ile Gürsel, genelkurmay başkanı yapılmadı. Emekliye sevk edilme kararı alındı. Cunta paniğe kapıldı. Darbe başsız kalmıştı. 27 Mayıs’tan sonra Gürsel’i İzmir’den getirip ‘ihtilalin başı’ yaptılar. Gürsel, devlet başkanlığı koltuğuna oturdu.
16 Kasım 1964’te bu sefer Cemal Gürsel bir muhtıraya muhatap oldu. Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Gürsel’e bir mektup göndererek bazı Adalet Partili milletvekilleri ile yayın organlarının orduyu eleştirilerinden Silahlı Kuvvetler’in rahatsız olduğunu iletti. Sunay imzalı mektupta ‘orduyu rencide edenler’ hakkında tedbir alınması ve AP’lilerin ikaz edilmesi isteniyordu. Sunay, mektubuna, Ali Bozdoğanoğlu, Süleyman Ünlü, Ahmet Siret ve Kemal Aldoğan adlı partililerin Gaziantep il kongresinde yaptıkları konuşmaların metinlerini, tutulan rapor ile zabıtları da ilave etmişti. TBMM’ye hitaben yazılan mektubu “arz ederim” değil, “rica ederim” diyerek noktalayan Sunay, iki sene sonra Cemal Gürsel’in yerine, Süleyman Demirel’in teklifi ile cumhurbaşkanı seçildi. Sunay’dan boşalan genelkurmay başkanlığına ise adı cuntalarla anılan başka bir isim, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Tural getirildi.
60 ve 70’li yıllar zor geçti
1968’de öğrenciler sokağa döküldü. İstanbul ve Ankara’da bazı fakülteler işgal edildi. Temmuz ayı polisle öğrencilerin çatışmasına sahne oldu. Ağustosta komuta kademesinde önemli değişiklikler yapıldı. 12 Mart muhtırasını verecek olan Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirildi. 1969 başında olaylar iyice tırmandırıldı. Demirel liderliğindeki AP yine iktidardaydı. Cuntalar darbe planları yapıyordu. Bazı ordu mensuplarının göstericilere silah temin ettiği daha sonra anlaşıldı. 11 Mart’ta Tağmaç, bir operasyonla genelkurmay başkanı oldu. Cemal Tural ise şûra üyeliğine alındı. İddialara göre Tural, hükümeti dinlemiyordu ve bir darbe hazırlığı içindeydi. Bazı kamu kurumlarını denetlemesi, gazeteleri ziyaret ederek beyanatlar vermesi tartışmalara sebep olmuştu.
Sokak hareketleri ile hükümet düşürülmek isteniyordu. Ordunun alt kademelerinde rahatsızlık vardı. 21 Kasım 1973’te Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, başbakan ve genelkurmay başkanını atlayarak cumhurbaşkanına bir uyarı mektubu gönderdi. Türkiye’nin her geçen gün daha da kötüye gittiği belirtilen mektupta toplumsal ve siyasi sorunların ele alındığı 7 sayfalık bir rapor da bulunuyordu. Karargâhlarda müdahale planları yapılıyordu. 10 Mart 1971 günü Yüksek Askerî Şûra toplantı salonunda genişletilmiş yüksek komuta konseyi, kuvvet komutanları ve 28 subayın katılımıyla Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın başkanlığında toplandı.
Semih Sancar (daha sonra genelkurmay başkanı oldu), Turgut Sunalp, Kenan Evren, Bülent Ulusu da oradaydı. 11 Mart günü ordudaki eğilim ordunun emir-komuta zinciri içinde bir hareket yapacağıydı ancak Tağmaç ‘ordu son çare’ diyordu. Muhsin Batur ve Faruk Gürler, ‘yarı müdahale’ye taraftardı. 12 Mart 1971 günü saat 12.05’te imzalanan mektup okunmak üzere radyoevine gönderildi. Demokrasinin askıya alındığını ilan eden muhtıra üç maddeden ibaretti ve altında Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’la birlikte Faruk Gürler, Muhsin Batur ve Celal Eyicioğlu’nun imzası vardı. Demirel istifa etti. Muhtıra Meclis’te okundu. 12 Mart olmasa, 9 Mart’ta Cemal Madanoğlu’nun başında olduğu sol cunta darbeyi yapacaktı. Son anda Faruk Gürler ve Muhsin Batur, 9 Martçıları satmıştı. Eğer 9 Martçılar yönetimi ele geçirse, “Selim Bey” takma isimli Faruk Gürler devlet başkanı, “Yavuz Bey” kod adlı Muhsin Batur ise başbakan olacaktı.
12 Mart muhtırasından sonra Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç emekli oldu, yerine Kara kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler geldi. Semih Sancar da Kara Kuvvetleri komutanı oldu. 1973’te gerilimin sebebi bu sefer cumhurbaşkanlığı seçimleriydi. Cevdet Sunay’ın yerine Faruk Gürler cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Gürler ordudan ayrıldı, senatör yapıldı, adaylığını açıkladı ancak siyasi parti liderleri Gürler’e sıcak bakmıyorlardı. Liderler baskı altına alındı. 21 Şubat 1973’te Yüksek Komuta Konseyi adına bir muhtıra hazırlanarak radyoya gönderildi. 27 Şubat sabahı üç kuvvet komutanı son bir çabayla Çankaya’ya çıkarak Cevdet Sunay’a bir mektup daha verdiler. Temsil kabiliyetini haiz, tarafsız, ama Adalet Partili olmayan bir ismin cumhurbaşkanı olmasını istiyorlardı. Meclis’i kuşattılar, lobileri doldurdular ama bütün çabalarına rağmen Gürler cumhurbaşkanı seçilemedi. Bir gazete, Gürler’in hazin sonunu, “Gürledi gitti” başlığı ile manşetine taşıdı.
12 Eylül 1980’e giderken terör olayları Türkiye’nin birinci gündem maddesiydi. 6 Ekim 1978’de Ankara kulislerinde Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in hükümete bir uyarı mektubu verdiği konuşuluyordu. İddiaya göre Evren, gazetelerde çıkan yayınlardan rahatsızlığını dile getirmiş, hükümetin orduya sahip çıkmasını istemişti. Karargâh yine hareketliydi. Evren ve arkadaşları bir mektup hazırlayıp Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e vermeyi kararlaştırdılar. 27 Aralık 1979’da mektup imzalandı, bu sefer radyoya gönderilmedi, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e verildi. Asker, Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit’in yan yana gelerek hükümet kurmalarını, teröre karşı işbirliği yapmalarını istiyordu. Demirel ikinci defa muhtıraya muhatap oluyordu. Nabız yokladı, bu sefer şapkayı alıp gitmedi. Sıkıyönetime rağmen terör tırmandı. Şartlar olgunlaştırıldı. 12 Eylül 1980’de tanklar sokağa çıktı. Ordu fiilen yönetime el koydu. Demirel’in çalışma arkadaşı Evren, devlet başkanıydı.
Ordudaki ‘Erdelhun sendromu’
Asker, 28 Şubat süreci (1997) sonunda Refah-Yol’u düşürdü. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve İkinci Başkan Çevik Bir’in bilgisi dahilinde kurulan, illegal Batı Çalışma Grubu daha sonra deşifre edildi. Son müdahale ise 2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşandı. Asker bu sefer mektup yazmadı. 27 Nisan 2007’de gece yarısı Genelkurmay’ın internet sitesine konulan BA-087-7 numaralı açıklama ile Abdullah Gül’ün Çankaya’ya seçilmesinin önü kesilmek istendi. E-muhtıra olarak tarihe geçen bildiride Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın imzası bulunuyordu.
Türkiye, darbeler, muhtıralar ülkesi olmasına rağmen İlker Başbuğ’a kadar siyasete müdahale planları içinde olan hiçbir genelkurmay başkanı yargı karşısına çıkarılıp mahkûm edilemedi. İlk defa Başbuğ, darbeye teşebbüs suçlamasından müebbet hapis cezası aldı.
Cumhuriyet tarihinde yargılanan ve hüküm giyen Orgeneral Rüştü Erdelhun demokrat bir subaydı, 7 dil biliyordu. Cuntalara karşıydı. Görev yaptığı süre içinde orduyu siyasete sokmadı. Darbeye 12 saat kala, 26 Mayıs’ta Karargâh’ta topladığı subayları şöyle uyarmıştı: “1912’de Balkan Harbi’nde silahlı kuvvetler ittihatçı ve itilafçı diye ikiye bölündü. Emir-komuta ve idarenin muhal olması neticesinde Osmanlı İmparatorluğu parçalandı. Anayasa İç Hizmet Kanunu ile Silahlı Kuvvetler, millet iradesi yetkisine verilmiştir. Parlamento ve onun icra ettiği hükümetin elindeki bir kuvvettir. Demokratik rejimlerde parlamento ve hükümet milletin seçimi ile meydana gelir. Partiler içerisinde en çok rey alan iktidara geçer. Bugün Demokrat Parti iktidardır. Silahlı Kuvvetler partinin değil, seçimle gelmiş bir iktidar hükümetinin emrindedir. Yarın seçimleri Halk Partisi kazanırsa ordu onun başkanına da itaat etmeye ve emirlerini yapmaya mecburdur.
Seçimle gelen herhangi bir iktidar veya partinin herhangi bir kusuru olursa onu millet takdir eder veya seçmez düşürür.” Dipçikle kapısı kırılan Erdelhun, otomatik silahlar doğrultularak gözaltına alınmıştı. Kötü muameleye maruz bırakıldı. Yassıada’da rütbeleri söküldü, bir er gibi yargılandı. “Bir genelkurmay başkanı nasıl yargılanır!” diye Başbuğ’a sahip çıkanlar, bugüne kadar Erdelhun’u ağızlarına bile almadılar.
27 Mayısçılar Erdelhun’la birlikte ordudaki demokrat düşünceyi de infaz etmek istedi. Sivil otoriteye itaati savunan subaylar yıllarca Erhelhun Paşa’nın akıbeti ile korkutuldu. 2002-2006’da genelkurmay başkanı olarak bir dizi darbe girişimine geçit vermeyen Hilmi Özkök’e de o yıllarda Erdelhun Paşa sık sık hatırlatılmış ve ‘Sonun böyle olur!’ denmek istenmişti.
İlker Başbuğ, Kenan Evren ve İsmail Hakkı Karadayı gibi isimlerin yargılanması, bakalım ordudaki ‘Erdelhun sendromu’nu bitirebilecek mi? Siyasete müdahale eğilimindeki komutanlar bu örnekleri görüp geri adım atacaklar mı? Başbuğ’u kuyudan çıkarmaya çalışanlar aslında bu tarihî dönüşümün de önüne geçme peşindeler.
31 Temmuz 2013 Çarşamba
Güneydoğu’da dersanelere neden saldırıyorlar?
İDRİS GÜRSOY
1994 yılında sınır ötesi operasyonu izlemek için
Güneydoğu’ya gitmiş, Cizre’deki İpekyolu dersanesine uğramıştım. Viran şehirde,
tozlu sokaklar arasında bu eğitim kurumu hemen dikkat çekiyordu. Dış cephesi
boyanmış, içerisi pırıl pırıldı. Sıradan bir binayı kiralamış eğitim-öğretim
yapılabilecek seviyeye getirmişlerdi. Üniversiteye hazırlanan gençlerle sohbet
etmiştim. Günlük yaşamları, okul ve tabii ki gelecek planlarıydı konu. Cizreli
çocuklardan kimi doktor kimi avukat kimi öğretmen olma hayalleri kuruyordu.
Müdür Batı’dan sanıyorum Manisa’dan bir kişiydi. Öğretmenler de en az
öğrencileri kadar heyecanlıydı. Dışarıda patlayan bombalar, yollara kurulan
tuzaklardan çok öğrencilerin geleceği ile ilgiliydiler. Terör tehdidinden
dolayı pek çok okul öğretmensizdi, pek çok okulun kapısında kilit vardı. Onları
burada tutan neydi? Bir öğretmen, dersane açıldıktan sonra üniversiteyi kazanan
öğrenci sayısındaki artışa dikkat çekmiş, ‘İşte bu netice bizi burada tutuyor’
demişti. Bir öğrenci bile kurtulsa yeter diye de eklemişti! Asıl beni derinden
etkileyen sözü ise Cizreli bir öğrenci söyleyecekti. Çayları yudumladıktan
sonra konu teröre gelmişti. Bölgedeki olağanüstü şartlar onlar için olağandı.
Olağanüstü olan ise İpekyolu gibi özel bir dersanenin Cizre’de açılmış
olmasıydı. “Ah dedi, birisi. Keşke İpekyolu daha önce açılabilseydi?” “Neden?”
diye gayri ihtiyari sorunca; “Amcamın çocukları da buraya gelir ve
kurtulurlardı. Şimdi onlar dağda” deyiverdi. Benim şaşkınlıktan açılan
gözlerime aldırmadan devam etti: “Eğer bu dersane açılmasa ben de bugün
dağdaydım’
Ne diyeceğimi
şaşırmıştım. Bu kadar kolay mıydı dağa çıkmak?
Evet bölgedeki okullardan mezun olanların üniversite sınavlarından
başarı ile çıkmaları neredeyse mucizeydi. Liseyi bitirip bu şansı bulanların
çoğu eleniyordu. İş yoktu. Nüfus çoktu. Örgüt ailelere baskı yapıyor,
propaganda ve tehditle çocukları adeta dağa kaldırıyordu. Türlü türlü vaatler
de cabasıydı.
Cizre’’den önce
başka bir tarihte yolum Ağrı’ya düşmüştü. Bir öğrenci yurdunun önündeki sırayı
yararak çıkmıştım müdür beyin yanına. İflas etmiş bir esnafın perişanlığı vardı
yüzünde. ‘Sırayı ve şaşkınlığın sebebini sorunca, ağlamaklı anlatmıştı öğrenci
yurdu müdürü; “Yurdu yeni açtık. Kapasitemiz yüz ancak müracaat çok fazla.
Biraz önce köyden iki çocuğunun kolundan tutup getirmiş bir veliyi uğurladım.
Yerimiz yok deyince adam, ‘Hocam, ne olur bunlardan birini al. Eğer hayır
dersen, köye geri götüreceğim ve yarın dağa çıkacaklar. Hiç olmazsa biri
kurtulsun. Başımı ayağının altına kaldırım taşı yapayım ne olur al ve birini
hiç olmazsa kurtar!” diye yalvardı. Ben de kaydettim. Ne yapacağım
bilemiyorum?”
Oradan
ayrılmadan dersaneyi de ziyaret etmiştim. İnşaat halindeydi. Sınıflardaki temiz
yüzle, gençler dikkatimi çekti. Hiçbiri bölge insanına benzemiyordu ve
ellerinde inşaat malzemeleri vardı. Tanıştık. Kimi matematik kimi kimya
öğretmeniydi. Dersaneyi bir an önce yetiştirebilmek için geceyi gündüze katmış
çalışıyorlardı.
Yolum Doğu
Beyazıt’a düşmüştü. İran sınırındaki bu ilçe neredeyse kuş uçmaz, kervan konmaz
bir haldeydi. Dersanenin duvarlarındaki kurşunlar dikkatimi çekti. Öğretmenler
anlattı. “Burada dersane açılınca ilgi büyük oldu. Üniversiteyi kazanan
öğrencilerin sayısı bir anda ikiye üçe katlandı. Terör örgütü bundan çok
rahatsız oldu. Velileri tehdit etmeye başladılar. Bir gün kaymakam çağırdı,
kendilerini istihbarat gelmiş:‘Dersaneyi bombalayacaklar. Biz sizin hayatınızı
koruyamayız. Başınızın çaresini bakın’ Toplandık arkadaşlarla. Ne yapalım?
Ciddi bir durum söz konusu. Biri dedi ki; ‘Biz kendi başımıza burayı terk
edemeyiz. Gidersek bu çocuklar örgütün eline düşer. Mütevelli heyetine
danışalım. Onlar ne derse onu yapalım. Telefonla sorduk. Aldığımız cevap bizim
de beklediğimiz cevaptı. ‘Kalsın arkadaşlarımız, cenazeleri gelsin’ dediler.
Bir gece dersanemizi de taradılar. Allah’a hamd olsun, tek bir arkadaşımız bile
ayrılmadı, ayrılmayı düşünmedi. Gidersek bu çocukların çıkacağı yer dağdır.”
Yine aynı
tarihlerde Van’da da milli eğitim müdürünü ziyaret etmiştim. Başbakanlığın
yaptığı bir anketin sonuçlarından bahsetmişti. Dönemin başbakanı Tansu Çiller,
bölgedeki terörün sebeplerini araştırmış. Bazı illerde terör olayları neden az? Bölgedeki özel okul ve dersaneler ilk sırada
yer almış. ‘Buralara giden çocuklar dağa çıkmıyor, aileleri de teröre destek
vermiyor” diye rapor gitmiş Ankara’ya.
Günümüzde özel
dersanelere saldırılar sebepsiz değil. Terörü bir araç olarak kullanıp bölge
insanın ve gençlerin geleceğini mahvedenler öteden beri bu eğitimden ve öğretim
faaliyetlerinden rahatsızlar. Devletin yapamadığını yapan gönüllülerin açtığı
eğitim yuvalarına bölge insanın destek vermesi, buralardan gençlerin
üniversiteleri kazanması, iş ve meslek sahibi olmaları, devletin çeşitli
kademelerinde görevler alması planları bozuyor. Sadece örgüt değil örgütü
kullanan derin yapıların da hedefinde o yüzden gönüllüler var.
Doğu
ve Güneydoğu’daki okullar, dersaneler selin önündeki bentlerdir. Dünden bugüne sel tehlikesi kalkmamıştır. “Keşke”
dememek için bentleri zayıflatmak değil tahkim etmek gerekir. Okulsuz,
dersanesiz, öğretmensiz belde bırakılmamalıdır. İpekyolu’na giden öğrencinin;
“Keşke daha önce açılsaydı” sözleri kulaklarımda yazdım bu satırları…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)